"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"
"Şehvet ahırı değil yeryüzü
Domuz ahırı değil yer toprak"
C. Zarifoğlu
Bölüm Altı
-VII-
-VII-
Dipsiz ANTALYA!
"Senaryonun en güzel yerine geldik!", dedim. "Dinle bak!"
"Dinliyorum!", dedi.
"Cendel’in senaryodaki şaşırtmacayı kavradığı bölüme geldi sıra... Söylemek istediğim şey artık senaryonun büyüsü çözülüyordu. Aynı adreste daha önce böyle birinin oturduğunu kadından öğrendiğinde onun için senaryonun en önemli ipuçlarından birini ele geçirmek gibi bir şeydi. Ama Cendel, hiç de heyecanlanmadı, soğukkanlılığını korudu."
Büyük Kapı’nın solunda bahçeye bakan pencerenin yanında duran tabloya kaymıştı bakışları, resimler gerçekten de güzeldi, denize açılan kıyıda hasır şapkalı bir kadının yürüyüşünü canlandıran tablonun anlattıkları, onu derinden etkilemişti; ellerinin ortasında büyüyen ışığın göz kamaştırıcılığından kendini alamamıştı, bir başka gölge daha vardı orada, yine diğer kadın gibi siyah yeldirmeli bir eteklik giyinmişti, belki de bu büyüyen yalnızlığıydı, Mihri Mah’ın anlatmaya çalıştığı siyahlıktı belki bütün bunları ona yaşatan. Alttan alta ışıldıyor, sonra genleşerek içinde bir yerlere sığmayan kütleye ilişiyor, o kütle onları buralardan çok uzağa götüreceğinden artık onu da kendi yanlarına çektiğinden, yeni bir yolculuğa çıkma hazırlığına girişiyorlardı. Kadının yüzündeki belirsizlik daha da kanırtıcı kılıyordu resmin bu köşesini, sanki yüzündeki belirsizliği zorlayan şey de buradan kaynaklanmaktaydı.
Güneşti, yazdı, kumdan doğacağını biliyorlardı.... Kumdan ve güneşten doğacağını ve de öyle güzel, öyle karanlık, öyle soğuk, ölümün yüzü gibi her yerde bu kadar soğuk olacağından söz etmişti yine. O resimler o kadar efsunluydu, büyülüydü.. karşısında dakikalarca dikilip kalan Cendel, özlemini dindirebilmek için onlara uzun uzun bakmaktan kendini alamamıştı...
"Onlara fazla bakmayın!", demişti kadın. "Uğursuzluk getirir!"
Bu yüzden Cendel, onlara bakmaktan kendini alamıyor, her defasında aynı korkuyu yaşıyordu. Giderek insanı içine çekiyorlardı, sonra kurtulamıyor, kendini onlardan alamıyordu, her yanda onlar vardı sanki. İri iri açılmış gözleriyle onu kollamaktaydılar.
Böyle bir sabah, sesler ve şekiller onu bir kadına götürmüştü en sonunda, Mirella Matheu’ya benzeyen kadın, sürekli erkeklerin onu aldattığını, bu yüzden yüzündeki beyazlığın kaybolup gideceğini sanarak, aynalara kaçıp sığındığını söylediğinde, Cendel, yine şaşırmadı. Sanki birazdan kadının ne yapacağını da görebiliyordu, bunları söylemeye bile gerek yoktu hiç. Cendel, kadının hikayesini yeni baştan dinlemek istemese de, yarım kalmış yolculuğu bitirebilmek adına bu isteğine karşı koyamamıştı o an. Belki benim bilmediğim bazı şeyleri o biliyordur, psikolojisine yenik düşmüştü.
"Akrepleri hiç merak etmez misiniz?”, diye sormuştu Mirella Matheu’ya benzeyen kadın.
Cendel anlamamış gibi yüzüne baktığında.. kadın, daha fazla gerginlik yaratmamak için olacak herhalde, "Cemşid kadar!", demişti tane tane.
Sonra Cendel böyle bir soruyu gereksiz bulduğu için üzerinde fazla durmak istemiyordu canı, onu asıl düşündüren şey bu insanlara ne olduğuydu. Kadın yine Ernüvaz hakkında çok önemli bir sırrı teslim edercesine, onun, rüyalarla bir dünyayı sırladığını, yaşadığımız şeyleri sırladığını.. evet, rüyaların onu ne kadar çok etkilediğini ve fallara göre hayatını yönlendirdiğini söylemişti. Öyle ki; her gördüğü rüya gelecekten bir haber veriyormuşçasına, günlerce bu rüyaların üzerinde kafa yorduğunu, bu yüzden çalmadık kapı bırakmadığını ve elde ettiği sonuçlardan paniğe kapılıp yemeden içme kesilerek günlerce odasından bile çıkmadığı böyle bir insanı neden bu kadar çok merak ettiğini sormuştu.
Sonra yine ayaklı duvar aynasının karşısında kadın, neden böyle siyah giyindiğini anlatmaya başlamadan önce, ona, küçük bir sır daha vermişti. Küçük sır da şuydu: Rüyaların asıllarıyla değiştirildiğini, artık yaşanan şeylerin hiç kimseyi bu kadar korkutmadığını, olaylara bu yönden baktığı zaman, onun da rahat edeceğini söylerken o kadar içten konuşuyordu ki.. Cendel, ona inanmaktan başka bir şey yapamayacağını da anlamıştı.
Demek ki; Mihri Mah’ın ona hayali şeyler olarak anlattıklarını bir zaman yazmayı deneyecek kadar işi ileri götürmüştü. Düş Name’de yaşayanların yarınlarını nasıl kaybettiklerini, bir daha gelmeyecek olan yarınlarına, yine de özlemle baktıkları ve onlar için rüyaların ne kadar önemli olduğunu, üstelik bu rüyaları için yaşadıkları, belki de her şeyin olmuş gibi ya da yaşanmış gibi yazıldığı yarınsızlıklarında, ölümün onlar için rüyalarla anlama geldiği gibi bir yerde -dünyada- bulunduklarından dolayı kimsenin kimseyi suçlamadığı acayip bir yerdi burası.
Bir zaman sonra Cemşid’in de alışacağını kulağına fısıldadığında, kadının da memesinin altında aynı lekeyi taşıdığını gördü. Çok geçmeden kadın da aynadan çekilmiş, yine aynı yerine giderek biraz orada bekledikten sonra hikayesini anlatmaya başlamıştı. Ne ilginçtir ki, onun da Şehrazat’la tanışması diğerlerinde olduğu gibi bir rüyayla olmuştu.
Kadın onunla bir oyuncakla oynar gibi oynuyor muydu yoksa? Diğer öykülerde olduğu gibi insanın aklına her şey geliyordu, ama, şiddetli ayrılık günlerinden faydalanarak yeniden küçümsenmek, aşağılanmak, o insanların sevgileri ve nefretlerine muhatap olmak istemeyen Cemşid, kadına daha da sokulmuş ve merakla yüzündeki rüya tozlarına bakarken:
"Her şeyi bilmek istiyorum!", dedi. "İnanın ki beni çok memnun etmiş olacaksınız!"
Kadın, kendi bildiğini okumak ister gibi yüzüne baktığında, Cemşid, her şeyi kaybetmek istemediği için beklemekten başka bir şey yapamayacağını da anlamıştı. Hatıra Apartmanının teras katında..
Geniş pencereli, tek göz bir odası ile banyo ve mutfaktan ibaret olan bu dairede Şehrazat yaşarken ne acılar çektiğini düşündü.. Bu daire, ona bütün sırrını ele verecekmiş gibi gözünde bambaşka bir anlama bürününce.. "Rüya, evet, her şey bir rüyaydı aslında!", sözlerini mırıldandı.
O zaman demek ki; tümsekteki baykuşu boşu boşuna görmemişti, çürümekte olan bir kadının cesedine bakmaktayken, dolmuştakilerin neden yüzüne öyle korkuyla baktıklarını da az çok anlar gibiydi.
"Sustunuz!”, demişti kadın. "Burada değilsiniz sanki! Burada, buralarda değilsiniz!"
"Hayır!"
"Evet!"
"Sizi dinliyordum!", dedi öfkeyle.
Gerçekten de kadın ikinci rüyayı ne zaman anlatmaya başlayacağını, Cemşid sabırsızlıkla bekliyordu. Mirella Matheu’ya benzeyen kadının ikinci rüyayı anlatmaya başladığını, "Aslında kırılan eşyaların fotoğrafı olabilirdim!”, sözlerinden çıkarmıştı Cemşid. Gerçekten de, eski evin bu cephesinde sık sarmaşıklar olduğu için Ernüvaz’ın kaldığı odanın penceresi bile görünmüyordu.
Evet, Şehrazat Düş Name’yi yazarken kim bilir arada sırada sokağa bakmak için pencere kenarına geldiğinde, yıllanmış palmiyelerin gölgesinde, ne yaptığı pek anlaşılmayan kadını Mihri Mah'a benzettiği için bu kadar çok sevinmişti. Aklına daha başka şeyler de geliyordu.
Eylül sabahı Şehrazat’ın antikacı dükkanında “Sözcükler Üzerine Kaygılar”ı alabilmek için ne diller döktüğünü, sonra o insanın da Cemşid Efendi olmasını neden bu kadar çok istediğini, belki de rüyaların sonuna geldiğinde öğrenecekti. Hem üstelik onları çok kıskandığı için bu kadar çok uyuyordu.
Ellerini birden aynadan çekerek eski yerine geçip oturduğunda, Perşembe günü Mihri Mah'ı görmek için gelen kadının Ernüvaz Hanım olup olmadığını sormuştu, ama sanki kadın bunun farkında değildi.
Çok sonra kadın önemli bir sırrı daha açıklama gereği duymuştu ki, "Bakın!", demişti boğazını temizleyerek.. "Aslında onlar, Şehrazat'ın gördüğü bir rüya için vardılar!”
Cemal Çalık, 23.06.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman