"Ömer filmi işgal altında bir ülkede doğup büyümek ve gündelik hayatı bile gözetim altında sürdürmek neye benzeyebilir sorusuna görsel dille açıklık getirmeye çalışıyor. Film birbirlerinin çocukluk arkadaşı olan Ömer, Emced ve Tarık’ın direnmekle direnememek arasında gidip gelen başkaldırılarının bumerang gibi tekrar onları vurmasının hikayesi."
Filistin filmi neden izlenir. Her şeyden önce eğer Filistin topraklarında çekilmesi mümkün olmuşsa biraz hasret gidermeye yarar sinema. Filistin hakkında en çok konuşulan, yazılan toprak olmasına rağmen hakikati en az bilinen bir halkın adıdır aynı zamanda.
Filistin işgal haritasına bir saniye bakmak insanın ruh halini tarumar etmeye yeter. 1947’de Güney ucu Kızıldeniz’e uzanan, Batı yüzü boylu boyunca Akdeniz’e bakan muhteşem ülke bütünüyle Filistin’dir ve yemyeşil boyanmıştır. Burada Yahudi halkı ve Hristiyanlar da yaşamaktadır barış içinde kardeşçe. Sonra 1967’de sadece Ramallah kalmıştır yeşil, gerisi tamamen beyaza boyanmış ve İsrail’e aittir. 2000’de ise işgal edilmemiş bir nokta bile yoktur, Filistinliler evlerinden çıkarılıp sürülmüş, sadece benek ya da leke şeklinde görülen bazı yeşil serpintilerde varlıklarını sürdürmektedir. Harita bu.
Bu nedenle Mahmut Derviş’in “yağ ve bal akan” ülkesinden söz ettiği “Bir Filistin vardı/ Bir Filistin yine var” mısralarını doğrulamak için belge toplamak gerekmekte. Deliller ucu yırtık tapularda, atlaslara sarılıp saklanan ev anahtarlarında, düğün davetiyesinde, sararmış solmuş tapu belgesinde, şiirlerde, şarkılarda, eski bir kimlikte, fotoğraflarda ve yaşlıların masal gibi anlattıkları anılarında ve çekilen filmlerde. Şam’da bir kahvede rastlamıştım yaşlı bir Filistinli Arap gençlere bir zamanların Yafa şehrini anlatıyordu bazen ezgiler mırıldanarak. On yıllar boyunca çıkarıldıkları evlerinin anahtarını saklayanlar var.
İşgal altında yaşarken kurallara uymazsanız hayatınızı sefil hale getirebilirler ama ruhunuzu hayallerinizi alamazlar, bunu anlamış. Sinemaya geçiş yaparak ruhumu uyandırdım diyor bir söyleşisinde. Filistin gerçekliğini anlatan çok önemli belgesellerin yanı sıra Sokağa Çıkma Yasağı, Rana’nın Düğünü gibi filmlere imza atması Filistinli bir yönetmenin filmlerini izlerken içinde doğan bir ateşle gerçekleşmiş. Sanat böyle bir şey, ferman dinlemeyen gönül gibi aşk işi. Mesleğinizi, meşrebinizi gözünüz görmüyor ateş bacayı sarınca.
Ömer filmi işgal altında bir ülkede doğup büyümek ve gündelik hayatı bile gözetim altında sürdürmek neye benzeyebilir sorusuna görsel dille açıklık getirmeye çalışıyor. Film birbirlerinin çocukluk arkadaşı olan Ömer, Emced ve Tarık’ın direnmekle direnememek arasında gidip gelen başkaldırılarının bumerang gibi tekrar onları vurmasının hikayesi.
Duvarın iki yanında farklı iki Ömer var. Bir tarafta fırıncılık yapan, ailesiyle kardeşleriyle olabildiğince normal bir hayat sürmeye çalışan genç adam, öte tarafta sevdiği kız için ölümü göze alan fedakar cefakar bir aşık, bir de direnişe bir ucundan katılan eylemci. Şehirlerin kasabaların tam ortasından aileleri komşuları ayırarak geçen apartheid duvarını bir ipe tırmanarak, ateş açılmayı ölmeyi göze alarak bir kız için geçmeye çalışması, adam boyu duvarı zayıf bir ipe tutunarak aşmak için ellerini kanatması kurgu değil gerçeğin ta kendisi sanki.
Fırıncı Ömer, insan onuruna aykırı olabilecek ne varsa görmüş geçirmiş arkadaşlarıyla bir yandan ud çalıp şarkı söylüyor bir yandan da silah talimi yapıyorlar. Ömer yolda keyfi olarak çevrilip üç İsrail askerinin aşağılamasına maruz kaldığında, akranı olan gençlere silahları bırakın da mertçe dövüşelim diye sesleniyor.
Dipçiklerle yediği dayağı arkadaşlarından bile saklamaya çalışıyor bisikletten düştüm diyerek, buna inanacak kimse yok gerçi, ama gençlik hassasiyetinin hat safhada olduğu bir dönemde aleni kabullenmek hiç kolay değil bu izahı zor durumu. Film karesinin gücü burada. Sahne tekrar kurgulandığı zaman genç insanların gücü ele geçirince bunu suistimal etmesi ve başka bir gence şiddet olarak yöneltmesi ne kadar üzücü görebiliyor insan. Savunmasız birine silah doğrultanın insani yardıma ne kadar ihtiyacı olduğunu da.
Ömer sevdiği kızın (Nadya) ağabeyi Tarık’ın ısrarıyla bir askerin vurulması işine karışır, vuran Ebced’dir ama onu tutuklarlar. İşkencede arkadaşlarını ele vermesi istense de konuşmaz, hücreden koğuşa geçince ilgilenen çok olur. Çeşitli örgüt ve gruplardan mahkumlar onunla konuşmaya çalışır. Muhbirlerin cirit attığı yerde temkinlidir ya yine de kanmaktan kurtulamaz.
El Aksa Şehitlerinden olduğunu söyleyen orta yaşlı bir mahkum onu uyarmak için gelir ve yeni gelenlere muhbir yollanabileceğini, onunla yakınlık kurmak için kendi sırlarını anlatıp güven kazanıp sonra onun sırlarını öğrenmeye çalışacağını dikkatli olması gerektiğini böylelerinde gizli kayıt cihazı bulunduğunu söylerken Ömer’e “ben hiç kimseye bir itirafta bulunmam” dedirtir. Kayıt alınmıştır bile adam tarafından. Tayin edilen avukat da mizansenin parçası, bu itiraf cümlesiyle doksan yıl yatabileceğini söyleyerek Ömer’i muhbir olma yolunda köşeye sıkıştırır. İlk kandıran adam “hain için çıkış yolu yoktur” derken muhbir olmayı kabul etse de etmese de hayatının artık bittiğinin işaretini vermiştir bile. Ömer yine de olanları atlatabileceğini, bu zalim adamları kandırmasının mümkün olduğunu sanır ta ki yolun sonu görünene kadar.
İsrail emniyeti için özel ve mahrem yoktur, herkes hakkında derinlemesine bilgi toplamak güvenliğin bir parçasıdır ve Ömer’in muhbir olduğu şayiasını çıkarmaktan geri durmayarak ailesi ve kız arkadaşından kopmasına yol açarlar. Cezaevinden gelen mektuplarınızda nasıl görülmüştür! yazarsa burada da hayatlar böyle okunmakta sanki.
Aslında sorguları yapan mahkumları çaresizce muhbirliğe sürükleyen görevlinin de sürekli hap alması manidar. Bu işlerin normal bir kafayla yapılmasının güçlüğüne işaret ediyor. Bir halkı esir almaya ve sürekli teyakkuzda olmaya katlanmak kolay olmasa gerek. Güvenlik politikaları içinde özünü yitiren insanlar gerçeği. Emanuel Levinas gibi başkalarının hakkından hukukundan söz eden bir filozofun Filistin’deki durum başka diyerek bir istisna koyması mesela. Böyle kişilerin ünlü düşünür olması onları sıradan bir güvenlikçiyle aynı hizaya gelmekten kurtaramıyor. Buna göre acı çeken bir halkın acılarının dindirilmesi için seçilen topraklarda, binlerce yıldır yaşamakta olan başka bir halkın hakları ihmal edilebilir bir ayrıntı.
Nadya terk edince duvarı tırmanmaya çalışan Ömer’in düşmesi de anlamlı. Çünkü aşkla çıkılabilir ancak bu korkunç duvar, yoksa bu gücü bulamaz insan. Onu düştüğü yerden kaldıran ve tırmanması için destek veren yaşlı Arap sabırlı olmasını, güzel günlerin geleceğini söylerken bildiği bir şey var gibidir. Tarık öldürülür ve bunu Ömer’den bilen bir Filistinli grup peşine düşer, onlardan kurtulması için bu sefer polisten onları yakalatma teklifi. Ömer’in kuşatılması Filistin’in kuşatılmasıdır aslında. Çemberin dışına çıkmak için her teşebbüsü akim kalır. Yakalanan bir muhbirin bunu Yeni Zelanda vizesi vaadi yüzünden yaptığını söylemesi, Nadya’nın uzaklara gitme hayalleri, Mozambik ya da Bangladeş de balayı planı, Ömer’e takılan bulunduğu her yeri haber veren pranga, bu karmaşada dinmeyen evlilik fikri, sonra Ebced’in anlattığı maymun hikayesi. Afrika’da maymunları yakalamak için dar çukurlara kesme şeker konuluyor ve maymun şekeri almak için elini soktuğunda bir daha çıkaramıyor oradan. Bir nevi kapan.
Güven telkin ettiği işkencecisi Rami’den askerin katili olarak gördüğü arkadaşını öldürmeyi planladığını ima ederek silah istedi Ömer. Fakat silahı birden Rami’ye doğrultup ateş etmesi… Rami yaşamlarını zindana çeviren, özgürlüklerini alan, hatta Nadya’nın ihanetine neden olan ne varsa onun simgesi.
Rami’nin işittiği son söz: Afrika’da maymunlar nasıl yakalanıyor biliyor musun?
Yıldız Ramazanoğlu, 02.07.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Çöl'de Yürüyüş Yazıları
Yıldız Ramazanoğlu Yazıları
Takip et: @YldzRamazanolu
Sonsuz Ark'ın Notu:
Yıldız Ramazanoğlu Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 28.06.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Serbestiyet:
http://www.serbestiyet.com/yazarlar/yildiz-ramazanoglu/filistinli-omer-700203