"Denetim mekanizmalarımızdan yoksunluğumuzda hangi kıymet ölçüleri düşecek önümüze?"
Dünyayı güzelliğin kurtaracağını söylemişti Dostoyevski. İhtişamın bakışımızda olduğunu öne sürdü Şeriati. Beğeni dolu bakışlar ya da tersi; hayatın ilk eğitimleri. Güzel kadın için hayatın daha kolay olduğuna inanılıyor. Yanıltıcı yanları var bu inancın elbet. Güzelliğine vurgu ola ki özüne dönük güvenini artırırken çeşitli potansiyellerini açığa çıkarma konusunda üşengeç kılıyor övgülere boğulan genç kızı.
“Güzellik ondur dokuzu dondur” diye öğreniyor kız çocuğu. Ancak çok daha öncesi de var; fıtrat onu süslenmeye yönlendiriyor. Kapılıp gitse diğer yeteneklerini geliştiremeyecek. Üstelik kültür öylesine üzerine varıyor ki asla olabileceği kadar güzel bulmayacak kendini.
“Bacıdan Bayan’a” başlıklı kitabımın “Yeni Azizeler” başlıklı bölümünde, kozmetik sanayine estetik cerrahinin de katılmasıyla bugün kadınların güzellik hayallerine daha çok zaman ayırdıklarını anlatmıştım. “Yeni Azizeler”, bedenlerini hayallerindeki ideal formla değiştirmeye çalışan çileciler.
Kimisi –mesela o yazıda örnek verdiğim Aylan-, sanatçı olarak tanımlıyor kendini. Bedenine yaptırdığı görünüşünü yeniden ifadeye dönük ameliyatlarla sağlamaya çalıştığı bir düşünce olduğunu öne sürüyor.
Güzellik arayışı melodramlarda kadınları suça yöneltir. Senaryoların kıymetli bir kolye için “kötü yola” düşecek kadar zayıf iradeli olarak tasvir ettiği kadınlar çoğu zaman yanlış anlamanın kurbanı olmuşlardır. Ancak güzel mücevher gibi güzel kılık kıyafetin de aranılan, umulan güzelliğe kavuşmaya yardımcı olduğuna dair kesin bir inanç vardır.
Son tahlilde güzellik bu alımlamada “kıymetli olma”nın sebebi. Öyle bir kıymet ki zaman ve depresyon tarafından soldurulabilir.
“Güzellik kıymeti” baskısı, bir kadını kendi bağışlanmış yüzünden vazgeçmeye kadar götürüyor. Bütün yüzler güzelleşme adına kırışıklıklarından arındırılarak birbirine benzetilirken kişilikten yoksunlaşmıyor mu? İrigaray’ın ifadesiyle, değerin biçimler üzerinden tescili, kadını bir biçimler düzeneğine hapsetme sonucunu veriyor.
***
Kişiliğimiz, kültürün benliğimize yerleştirmeye çalıştığı sembol veya araçlar karşısında kendi sınırlarımızı korumanın mücadeleyle de oluşuyor. Nefsimizi eğitiyor, sınırlarımızı belirliyor, amaçlarımızı tashih ediyoruz bu mücadele sırasında.
Derinlerimizde saklı olanı kendimiz de bilemiyoruz her zaman. Allah, şahdamarımızdan bile yakın bize. İbadet varlığımızı yıkayıp arındırıyor. Allah'ın verdiği yüzü yaşayıp giderken amel, duygu ve düşüncelerimizle yeniden yapıyoruz. Yüzümüz zamanla kendi eserimize dönüşüyor. Güzel iç dünyası dışa vuruyor. Kara düşünceler güzel yüz hatlarını ele geçiriyor.
Denetim mekanizmalarımızdan yoksunluğumuzda hangi kıymet ölçüleri düşecek önümüze?
Londra’da “şirket sahibi” 54 yaşında bir kadın olan Lynn Hodges boşanmasının ardından hastalanır. Bipolar buzukluk teşhisi konulan Hodges işi gücü bırakıp çılgınca alışveriş yapmaya başlar. İflasına yol açan alışverişin nesneleri hiç de rastgele seçilmiş değiller: Elmas, karavan, bilgisayar.
Kendini kıymetli ve saygın hissetmenin kadim ve yeni sembolleri, tüketim toplumunun fetiş nesnelerinde dile geliyor. Elmas her zamanki kadar kadını güzelleştirmez mi? Karavan hep konuşulan özgürlüğe destek olma vaadinde bulunmaz mı? Bilgisayar toplumsallaşma ve öğrenmenin sihirli penceresi anlamına gelmiyor mu? Hasta kadın yıkılan evliliğinin ardından yaşadığı özgüven kaybıyla gençlik yıllarındaki sağlığına, umutlarına ve güzelliğine yeniden kavuşmayı umuyor.
Ona değerli olduğunu hissettiren sözlere hiç mi muhatap olmadı yaşlanırken? Sadece sağlıklı, genç ve güzel, işinde başarılı olduğu dönemlerde sevildiğini mi fark etti?
***
"Avuntu için sadece kendisinin olacak bir güzelliğin peşine düştü; tıpkı kafirler gibi" diye bir cümle sarf ediyordu, Derviş Zaim’in “Cenneti Beklerken” isimli filminin ressam kahramanı Eflatun. Güzellik sunduğu avuntuyla hakikat peşindeki hayat gibi sanatı da yanıltabilir.
Endüstri planında güzelleştirme vaatleri tuzaklarla dolu. Kimi kadınların güzelleşmesi için kimilerinin de renklerinin solması gerekiyor. Ünlü markaların Uzak Doğu ülkelerinde üretimlerini gerçekleştirdiği atölyelerde işçiler, bazen ölümcül hastalıklara sebep olacak şekilde ağır şartlarda çalıştırılıyorlar.
“…süs içinde yetişen ve meramını kuvvetle anlatamayan…” diye geçiyor Zuhruf Suresi’nde, müşriklerin kız çocuğu konusundaki zihniyeti sorgulanırken. Süs içinde yetişti veya yetişmedi; ama galiba meramını anlatmakta yetersiz kaldığı için de payına düşen izbe atölyelerin insafsız mesaisi oldu. Başka türlü yetişmesi gerektiğini düşündü belki kendi başına, dile getiremedi. Gözünün yaşına bakmadı hayat. Kanını iliğini sömürdü zehirli tezgâhlar.
Yakınlarımızda da yaşanıyor ucuz işçi istismarları. Avon, kadınlara çeşitli bakım ve makyaj ürünleriyle güzellik götürme iddiası taşıyan bir firma. Ne var ki asgari ücretle çalışan işçilerini sendikalı oldukları için işten çıkarıyor. Hemcinslerini güzelleştirecek ürünler için yemek ve molalar hariç sürekli ayakta ve 14 saat çalıştırılan kadınlar erkenden fiziki ve ruhsal çöküntü yaşıyorlar. Ucuza mal olan güzellik ürünlerinin arkasında kurbanlar var ve biz bunu pek az sorguluyoruz.
Varlık vaatlerinin öbür yüzünde yoksul, kullanmayacağı ürünler için ter döken, kendini sınırlı olarak savunabilen ve bir genellemeyle anılan insanlar var. Çocuklarımızı “meramını kuvvetle anlatabilecek” şekilde yetiştirmemiz nasıl da önemli! Güzelliğimiz, bir kaygısı, amacı, arayışı olduğu için devinmekte olan kendiliğimiz.
"İçsel olan, içsel bir ruh zorunluluğundan kaynaklanan şey güzeldir” diyor Kandinsky. Ne kadar Müslümanca…
Cihan Aktaş, 02.07.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni: