"Sevgili kârîlerimin (okuyucularımın) inanılmaz baskıları karşısında yelkenleri indirip yazmam isteklerine boyun eğdiğimi itirafla:)"
PAZAR YAZILARI -32-
Not 1- İçimden geldiği gibi söylediğimin tanığıdır her bir
yazılan
Not 2- Yalan ya da alaca olana kapılmak insanın doğasında
elbet vardır ve fakat kurtuluş için kendi özünde imkânları taşıdığı da bir
gerçekliktir
Not 3- İnat ne sana ne bana yakışıyor.. ikimizde de iğreti
duruyor.
Not 4- Azıcık insafın kimseye zararı olduğuna dair bir bilgi
bende mevcut değil.
Not 5- !
Fecr-i Kâzib
-ya da sinek kâğıdına kapılmışlığın ayırdında olmayanın hali pür melali-
İlkesel bazda söylenmeyen, ilkesel bazda temellendirilmeyen
her duruş aktüel olanla sınırlıdır. Bu dahi bizi sınırlandırır. Ve güneşin,
günün bilgisinden bizi uzaklaştırır. Hatta böyle bir bilginin dolaşımda
olmasının önüne geçilmeye çalışılır, zira zannınca o bir sapıştır. Fecr-i Kâzib'i
asl bilen için öyledir. Güneşin gelişi, günün belirişi karanlıktan bir
sapıştır. Bizce sapış olmasa da. Doğal olan olsa da çarpılmış zihin bunu öyle
algılayacaktır.
Fecr-i Kâzib'in egemenliğine sığınır onay verirsen, olması
gereken olarak bellersen, güneşe diş bileyecek ve hatta diş bilemekle
yetinmeyip savaş açmayı düşünecek ve hatta savaş açacaksın. Böyle bir savaşı
başlatmanın ve sürdürmenin yolunu, yollarını arayacaksın. Bir imkân bulduğun
sanısıyla güneşe oklar, mızraklar, kargılar fırlatıp gürzler savuracaksın. Hiç
anlayıp dinlemeden, hiç anlayıp dinleme gereği duymadan güneşin getireceğinin
bir sapma olduğu sanısı ve zannıyla yapacaksın bunu. Oysa aslolan güneştir.
Günü getirecek olandır güneş. Güneşin yolunu kestiğini sanan yalancı şafağın
çerisi olmak ancak gözü kör, kulağı sağır, kalbi mühürlü olanın harcıdır. Senin
o çerilerin arasında işin ne?
Hangi büyücünün ininde uyandın ki fecr-i kazibin yaşaması
için çırpınırsın? Hangi zehirli yemişten tattın ki Fecr-i Kâzib'in alacalığını
aydınlığa tercih eder oldun? Aydınlığı getirecek olan güneşe diş bilemen, sövüp
sayman, hakaret etmen, aşağılaman hangi uğursuz cehennem kaçkınının
fısıldadıklarıdır? Hangi sesin suflörüsün? Kendi sesini hangi çölde kaybettin?
Dilinde öfkenin virdi, gönlünde şakinin sevinci, kulaklarında vahşetin sesi
asılı kalmış. Kalkıp bir silkinme gereği duymamaktasın.
Silkinip kendine
gelmeyi, kendin olmayı, yüklendiğin emanetin gereğini yerine getirmeyi düşünür
bir halin hiç yok! Bu halde nasıl huzura varacaksın seni yoktan var edenin? Sana
yaşam verenin huzurunda karanlığın, alaca olanın yanında oluşunu hangi
gerekçeyle izah edeceksin? Hangi gerekçe kabul edilebilir ki? Kendin olmanın
nimetini elinin tersiyle itişin nasıl bir gerekçesi olabilir ki? Rüzgâra
kapılmış bir yaprak gibi oluşa nasıl bir gerekçe bulunabilir ki?
Hani bir at olsaydın “derede kendimi gördüm o yüzden
geçemedim!” deyişin bir yere kadar anlaşılabilirdi belki. Ve fakat sen olmayan
hiçbir varlık mükellef değil ki? Mükellef varlık derede kendini görüp
geçememişse yine kendisi sorumludur. Kaçışın için bu da bir gerekçe olamaz.
Cemal Çalık, 03.07.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Pazar Yazıları