"15 Temmuz Darbesi, halkın meydanlarda ve siyasi terminolojide eksik kalanı tamamlaması olarak da tarif edilebilir. Bir ilk gerçekleşti."
Bu kaçıncı zor tecrübeydi? Elbette halkın karşılama biçimi itibarıyla farklı, adeta biricikti.
Aklıma 1995’de Aliyev’e yapılan darbe girişimini getirdi bazı ayrıntılar. Bakü’deydim o tarihlerde. Aliyev halkın meydanlara çıkıp darbeyi geri çevirmesini istemişti. Kusursuz siyasetçi miydi Aliyev? Değildi tabii. Ancak geçiş döneminin güçlüklerini yaşayan Azerbaycanlılar için daha iyi bir seçenek de görünmüyordu.
Gece Cumhurbaşkanlığı Sarayı önünde toplanan farklı siyasal görüşten insanlar, korumak ister gibi Aliyev’in etrafında toplanmışlardı. Demir Perde’nin çöküşüyle yaşanan paniğin ardından kalabalık birlik, adalet, umut sesleriyle bir bütünlük arıyordu sanki. Darbe şehrin gecesini gündüze çevirmiş, kalabalıklar Sovyet dönemi mimarlığının yüksek katılımlı mitingler ve merasimler için geniş tuttuğu meydanları doldurmuşlardı. Tarihin o dönemecinde, sürekli parçalanmaya ve savrulmaya zorlayan süreçte Aliyev ismi toplumun geniş kesimleri için güven ve istikrar vaat ediyordu.
12-15 Mart Darbesi’nin akamete uğramasının en önemli sebeplerinden biri, yorgun kitlelerin istikrar arayışıydı. Profesörlerin 15-20 dolara çalıştığı, kaçkınların açlık çektiği bir dönem, sözünü ettiğim. Nesimi’nin Dönüşü başlıklı öyküm, o dönemi anlatır.
1960 darbesinin tartışıldığı ortamlarda geçti çocukluğum. Menderes’in idamının sebep olduğu travma, siyaseti korkulu ve tekinsiz bir alana dönüştürüyordu. Artış gösteren terör eylemleri nedeniyle insanlar sokak ve meydanlarda vakit geçirme eğiliminden uzaklardı. Öğrencilerin buna kulak astığı yoktu, o ayrı. Buna karşılık geniş konferans salonlarında veya küçük kahvehanelerde, evlerin oturma veya misafir odalarında alternatif bir siyasallığa ilişkin tartışmalar eksik olmuyordu. Oturma odası, kahve, lokanta…
Radyonun bulunduğu mekâna çekiliyordu insanlar. İdam sehpaları nedeniyle olsa gerek, hayatımın ilk on yılını etkileyen 60 darbesinin oluşturduğu genel hâli “kasvetli” olarak tanımlayabilirim. Mekân adı olarak geriye kalan ise bir ada; Yasssıada. Gerçeğin alabildiğine toplumdan soyutlanmak suretiyle çarpıtılabilmesi için daha ideal bir mekân düşünülemezdi. Üstüne üstlük Harbiye öğrencisi amcam Zihni Aktaş, Talat Aydemir ayaklanmasına katılan öğrenciler arasında olduğu için okuldan atılacak ve bu darbe girişimi ailemizin gündemini çeşitli yorumlarla yer almayı sürdürecekti.
Tabiat gibi toplum da boşluk kabul etmiyor. Laiklik adına düzenlenen darbenin kısıtlamalarına karşılık laisizmin biçimlendirdiği kamusal alanın dikişleri atmaya başlamıştı. Toplumun önemli bir bölümü darbe tedhişiyle zaten kısıtlı olarak çıkabildiği kamusal mekânlara ulaşma çabası içinde, kültürel ve siyasi faaliyetler gerçekleştiriyordu. Dernekler kuruluyor geceler düzenleniyordu. 1969’da düzenlenen, Hatice Babacan adının öne çıktığı İlahiyat Fakültesi boykotu bu açıdan bir dönüm noktası teşkil ediyor. Aynı zamanda öne çıkan 6. Filo etrafındaki çekişmede, İslamcılığın sağcılıktan ayrılma zorunluluğu da somutlaşıyordu. Kuşkusuz Şule Yüksel’in Anadolu beldelerinde gerçekleşen konferanslarında dolup taşan mekânlar da halkın sahnede eksik olanı tamamlama azmine tanık oluyordu.
Çok yakın zamanlara kadar tuhaf bir ezberle bayram olarak kutlanan 12 Mart Muhtırası, ailece yaşadığımız bir karalama kampanyasının izlerini bıraktı benliğimde. Darbe iklimleri şaibe oluşturur çünkü. Eve Akşam gazetesi giriyorsa solcusun, asalak “ağa” kalıntılarını sorguluyorsan, işçi haklarını dert ediniyorsan komünistsin… Aliya’nın harika bir şekilde betimlediği taşra ahlakının, zihin konforunu bozan ve doğrularını sorgu sual altına alan bakış açısına tahammülü yoktur. Siyaseti tanımlamaya ve ele geçirmeye çalışan muhterislerin de daha olgun olduğu söylenemez, o ayrı. 12 Mart’ın mekânı, kalkışma korkusunu yatıştırmaya dönük önlemlerden biri olarak, sürgün tehdidiydi. Babamın aleyhine, Öğretmenler Sendikası Kuruculuğu ve ön ayak olduğu bir öğretmen boykotu nedeniyle dava açılmıştı. Bir ay sonra, birkaç ay sonra ne olacak? İnsanlar hakkımızda neler düşünüyor? Gelecek sene hangi okulda olacağım…
Kararsızlık ve endişe ev ortamına bir dağınıklık halinde yansıyor, planlar programlar erteleniyor. Babamın bir süre mesleğinden uzaklaştırılmasının kara düşünceleriyle önünde sonunda gerçekleşecek olan İstanbul’a taşınma fikrine tutunmuş olmalıyız. “Solcu”, ancak alnı secde gören, bu nedenle de ezberleri şaşırtan babam son derece şeffaf bir insan, gizli saklı plan ve toplanmaları sevmez, sadece haksızlığa karşı adalet arayışının çizgisini savunur. Sürgüne uğramasak da sonunda İstanbul’a taşınacaktık, öyle anlaşılıyordu. Darbe, ülke içindeki kutuplaşmayı, terörü, gençlerin birbirini öldürmesini, durakların ve kahvehanelerin taranmasını önleyememişti. Ağabeyim bu şartlar altında bir öğrenci yurdunda nasıl kalırdı? Göç, evet; 12 Mart’ın her kesime yönelen tedhişinin toplumda oluşturduğu güvensizliğin bir sonucu olarak, aileler yaşadıkları beldeleri terk ettiler. Biz de babamın beraatının ardından sonunda İstanbul’a taşındık.
12 Eylül’ün mekânları, öncelikle cezaevleri ve ardından geçişleri arama taramaya bağlayan ve sembolleri gizlemeye zorlayan turnike sistemi. Darbenin gelişigüzel söylemleri, geçişsizliği ve kamusal alan daralmasını gerektiriyordu. MSÜ’ne Yüksek Lisans programı için başvuruda bulunmaya gittiğimde, başörtülü olduğum için içeri alınmamıştım. YÖK tarafından “türban” olarak tanımlanan başörtüsü, laisist söylem tarafından ileride sokağı da “kamusal alan” olarak göstermeye varacak ölçüde katı bir sınırlamaya maruz kalmaya başlamıştı.
Lümpenleşme eğilimini bu kadar teşvik eden başka bir siyasal dönem var mıdır, bilmiyorum. Solcu bir arkadaşımın torbalar dolusu kitabını evimizin oturma odasındaki sobasında yakmaya çalışmıştık. Dernekler ve kitapevleri tereddüde düşerken bilardo salonları ve kadınları Charlie’nin bir meleğine dönüştürmeyi vaat eden güzellik salonları hızla artış gösteriyordu. Ne çok genç, yaşlanmak ve hastalanıp ölmek üzere cezaevlerine kapatıldı! Ne çok öğrenci siyaset korkusuyla kapalı alanlarda oyalanmaya sevk edildi. Ülkenin Güneydoğusunda Diyarbakır Cezaevi işkenceleri yaşanırken, toplumun geneli televizyon seyirciliğiyle avunmaya zorlanmaktaydı. Kitap korkusu ve izleyicilik birbirini bütünleyerek yeniden biçimlendiriyordu gençleri. Gençliği siyasetten uzaklaştırıp evlere kapatmaya dönük birer kanlı gözdağı olmak üzere çocuk yaşta idam edilen Erdal Eren, Hüseyin Kurumahmutoğlu, sonraları sembolleştiler.
80’lerin ikinci yarısında Fatih’te, çoğu zaman düğün salonlarında düzenlenen panellerle mütedeyyinler, başka bir varoluşun, başka bir anlamın imkânlarını konuşuyorlardı. Aynı yıllarda İstanbul’un varoşlarında Anadolu’dan göç eden aileler, aceleye getirilmiş beton camilerin etrafına yaptıkları derme çatma binalarda bir yerleşme imkânı aradılar.
Bu dönemin şaşırtıcı “adası”, Sultanbeyli. Sistemin meşru görmediği için yok saydığı semt neredeyse otuz yıl boyunca etrafındaki çevre yoluna çıkışı olmadan, kendi yağıyla kavrularak mevcudiyet kazanmayı sürdürdü.
Bir on yıl darbe etkisinde yaşanırken sonraki on yıla düşen ise ortamı yeni bir darbeye hazırlamak oluyor. 90’ların ilk yarısı olağanüstü zordu, ısmarlama siyaset elbisesi topluma dar geliyordu artık. Faili meçhullerle verilmeye çalışılan nizamın mekânları asit kuyuları, ölüm tarlaları, yakılan köyler… Aynı dönemlerde vücut geliştirmeye dönük salonların çoğalması rastlantı mıdır acaba… Drama yazarı Antonin Artaud’un “organsız beden” metaforu, kamplarda ve zindanlarda tutulan bedenin insana nasıl acı duyurmayabileceği üzerine düşündürmeyi amaçlamaz mı? Peki, nereye kadar vazgeçebilir insan, varoluş sebeplerinden…
Onca el üstünde tutulurken aciz düşebilen bedenlerin en acılı ölümlerle kaybının sebep olduğu ideoloji korkusu, bedeni güçlendirme sendromu halinde yansıyordu apolitik kesimlere. Kitap ve düşünce acı getiriyordu, podyumu ve ekranı denemek gerekirdi. Ruh güzelliği, mana, amaç, dava, diğerkâmlık, mutsuzluk getiren sadakat sebepleri sayılıyordu. Estetik ameliyatlar da elbette artış gösterecekti, bütün fitness programlarıyla birlikte.
Bir kamyon, kumarhane pazarlıkları, ara sokaklarda tutulmuş evlerdeki aşk tuzaklarına düşen tarikat şeyhi, düzmece şeyhlerin çoraplarının aynasına asıldığı arabalar… Dini sembol sayılan kılık kıyafete dönük yasağı zirveye taşıyan mekânlar, ikna odaları oldu. Kuşkusuz ikna odası, statükonun söylemsel fukaralığının üniversite desteğine rağmen giderilemediği burçlardı. İkna olamayan kızlar, olağan baskının çığırından çıkması gibi bir sonuç ortaya koydu. Refahlı belediyelerin başarılarının yanı sıra, devingen Anadolu sermayesi de çeşitli oligarşileri endişeye düşürüyordu ne de olsa.
28 Şubat darbesiyle birlikte kanunsuzluğu yücelten süreç, her açıdan iflasa sürüklüyordu toplumu. Kitleler görünüşe aldanmanın keyfini sürmeye hakları olduğuna inandırılırken, direnme sebebi sayılan dini tezkiye bazen dar cemaatçilikle, bazen köylülükle suçlandı. Kentlileşmenin anahtarı ise adeta küreselleşmenin telkin ettiği tüketim çarkının markaları olabilirdi. Deniz kumuyla yapılan siteler, çerik çürük apartmanlar 17 Ağustos 1999’da Gölcük merkezli olarak gerçekleşen Richter ölçeğine göre 7,5 Mw büyüklüğündeki depremde un ufak oldu.
Binlerce cana mal olan depremi bebek ayakkabıları ve çerçeveli fotoğrafların taştığı acıklı enkazlarla hatırlıyoruz bugün. Bir grup arkadaşımla İzmit’e yardım götürdüğümüz gün Kiyarüstemi’nin “Hayat devam Ediyor” filmini hatırlatan sahneler çıkmıştı karşımıza. Yarısı ortadan bıçak gibi kesilmiş, kaykılan bir cephesi üzerine yatarak yeni bir biçim kazanmış, siteler antik yerleşim buluntularını hatırlatacak şekilde dikey bir sıkışmayla düzlenmişti.
Ölüm ve hayat, yıkım ve yeniden inşa çabası, yas ve neşe arayışı bir arada yaşanıyordu, kimisi neredeyse çöktüğü halde hâlâ kullanılan binalarda. Deprem karşısında inşaat sektörünün “gecekondu” mantığında yol alan sorumsuz hâli, birimlerin anlamlı ve tutarlı sürekliliğine izin vermeyen darbelerin bünyemize verdiği zararın somut bir örneği.
Sıhhileştirme, aynılaştırma; bu dönemin 2000’lere yansıyan ve küreselleşmeden güç alan, inşaat sektörünün hevesleriyle de yayılan, şehrin kendine özgü karmaşasına el koyma eğiliminin üslubu. Işıl ışıl siteler, toplu konutlar, birbirine benzeyen mahalleler, şehrin merkezinde bulunan genel uyumu aksattığı düşünülen kesimlerin yaşadığı mahallelerin tasfiyesi, ilk plaza örnekleri… İnşaat piyasasının ayrıştırmaya dayalı siyasetine ve siyasetin de kutuplaştırma temayülüne karşılık toplumun arayışı, kaynaşmaya ve sürekliliği korumaya yönelik oldu hep.
15 Temmuz Darbesi, halkın meydanlarda ve siyasi terminolojide eksik kalanı tamamlaması olarak da tarif edilebilir. Bir ilk gerçekleşti: Metin duruşuyla darbenin akamete uğramasında büyük rol oynayan Cumhurbaşkanı Erdoğan henüz bunu söylemeden önce kitleler meydanlara akmaya başladı.
Güç gösterisine kalkanın, cinayeti göze alanın haklı olmadığına inanan gençler tankları ele geçirdi, çarşaflı kadınlar yanlarında başı açık kadınlarla kamyon sürerek direnişe katıldı. Her kesimden insan bu kötülük dolu saldırıyı etkisiz kılmak için el ele verdi. Geçmiş darbelerin hepsinden farklı olarak meydanlar halka açıldı. Kamusal alan yasağının psikolojik bariyerlerinin de aşıldığı bir darbe girişimi veya işgal denemesiydi yaşanan. Halkın meydanlarda eksik olanı tamamlama iradesini göstermesinin bedelleri elbette ağır. Şehitler verdik, şahit olmaya çalıştık.
Mahiyet olarak bütün darbelerden farklıydı 15 Temmuz’da yaşanan; darbeciler sivillere ateş açtı, tanklarla ezdi önlerine çıkanları, TBMM’ye F-16’dan bombalar atıldı, Marmaris’te Cumhurbaşkanı’nın kaldığı otele, ayrılmasından bir saat sonra bombalar yağdırdı.
Boğaziçi Köprüsü’nü tanklarla kapattıkları sırada kendilerine engel olmaya çalışan halkı kurşun yağmuruna tutan darbeci askerler arasında bulunan rütbeli bir subay, Anadolu Avrupa geçişindeki kulede bulunan asansörü kullanıp yukarı çıktı ve buradan, “keskin nişancı” tüfeğiyle halka ateş açmayı sürdürdü. Buna karşılık halk silahsız, çıplak ellerle meydanlara dökülerek darbeyi geri püskürttü. Ayrışmaya dayalı projeler çatladı, kırıldı, dağıldı.
Bundan sonra ne olursa olsun, 15 Temmuz’dan bu yana yaşanan dayanışma bütün haysiyetiyle tarihe geçti.
Cihan Aktaş, 23.07.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni: