"Yaşanılan sıcak anlarda pek haklı duran karar ve ifadelere, hüküm ve eylemlere bir de geleceğin tarihi gözüyle bakmayı sağlamaktır yazarın sorumluluğu."
Yazarın öncelikli sorumluluğu, bu tür kaosa zorlanan şartlarda bir taraftan gerçeğin üzerindeki tozları silkelemeye çalışırken, aynı zamanda yapıcı ve ümitvar olma gerekçelerini açmak olmalı. Sözünü ettiğim Pollyannacı bir iyimserlik değil. İhbar ve yalana elverişli, puslu bir hava hâkim gündeme.
Kimileri suçunu örtbas etmek için abartıyor saldırı tonunu, kimileri nefret ettiği kişinin ayağını kaydırma amacıyla jurnale başvuruyor. Dikkatleri kendi zaafından uzaklaştırma veya konjonktürün fırsatlarından yararlanma adına kullanılan kışkırtıcı dil, ihtiyacımız olan en son şey. Elbette kolay değil, ama haklı ve haksızı, suçlu ve suçsuzu ayırt edecek bir muhakeme gerekli bize.
Varlığımızı emperyalizme peşkeş etme amaçlı bir darbe girişimini atlattık. Bunu gerçekleştirme başarısının güveni hiç azımsanamaz. Yurt sahibi olma, yurtlanma üzerine yeniden düşünmeye sevk eden darbe girişimi hepimizi bir şekilde etkiledi. Sorular soruyor, cevaplar arıyor, sorumlu davranmaya çalışıyoruz. Yeni başlangıcın her şeyden önce adalete yaslanmasını ummak hakkımız. Aceleci ya da kasıtlı listelerle suçsuz insanların lekelenmemesi konusunda olabildiğince titiz hareket etmek, geçmişin hatalarının tekrarlanmaması için de elzem.
Büyük şehirlerde az çok savuşturulabilir ihbar suikastleri, küçük yerleşimlerde kalıcı zehirlenmelerin sebebi. Geçtiğimiz hafta gittiğim Anadolu şehirlerinde benzeri örnekler anlatıldı bana: Bir köyde FETÖ örgütü mensubu olduğu gerekçesiyle aranan kişi için köy halkından kimileri, yalnız yaşayan bir kadını ihbar etmişler, terörist onun evinde kalıyor diye. Jandarma gelip aramış, bulamamış. Üstelik yalnız yaşayan kadın, akrabadan bir gurbetçi; bir Avrupa ülkesinden yazları gelip kalıyor köyde. Hakkında oluşturulan intiba nedeniyle belki bir daha gelmek istemeyecek. Çamur atılıyor, izi kalıyor.
Küçük düşünceli insanlar için altın fırsatlar zamanı: Ortam karışık, yaralar açık, acılar taze, dolayısıyla jurnalcinin toplumu etkileme olasılığı her zamankinden daha fazla. Bu kötücül yaygaraya karşılık adalete, hakkaniyete ve itidale çağıran sesler de elbette var. Sonuçta toplumumuzdaki itidal ve ferasetin devlette de bir karşılığı bulunmalı. Dertlerini “ihtiyaç” diye izah eden alt katmanlardan ziyade, darbede bilinçli olarak rol üstlenmiş üst düzeydeki sorumluların bedel ödemesini talep ediyor kamu vicdanı.
Allah’a, tarihe ve topluma karşı bu arınma sürecini adaletle gerçekleştirmeyi borçluyuz. Adaletsiz arınma olmaz. Geçmişteki acıları hatırlayalım. Suçlu varsayılarak teşhir ediliyorduk. Çamur atılıp izi kalıyordu. Sayısız İslamcı Uğur Mumcu’nun katili olarak teşhir edildi ekranlarda. Yıllarca Bahriye Üçok nedeniyle suçlandık, ardından Fadime Şahin muamelesine maruz bırakıldık. Dergiler, kitaplar, suç unsuru sayıldı. Gece yarılarında evler basıldı. Çocuklar bu baskınların utancıyla büyüdüler.
Başörtülü yazar Sevgi Engin, FETÖ’nün o dönemdeki polis örgütlenmesi tarafından tuzağa düşürüldü ve manşetlerle teşhir edildi. Öyle ki sonunda Almanya’ya taşındı. Sözünü ettiğim 1990’ların ilk yarısı, yani faili meçhul bataklığının oluşturulduğu zaman dilimi. İnsanlar uydurma adlar verilen örgüt isimleriyle baskı altında tutuluyorlardı.
Kapalı ve sırlı yapıların varlığımızı tehdidi ayrıca ders verici olmalı. Kim kusursuz olabilir ki… Ziyanda olan, hatasında ısrar edendir. Açık eleştiriden korkmayalım. Her söylediğimizi onaylarmış gibi görünürken üzerimize kurşun yağdıranlardan öğrenmiş olmalıydık bunu: Samimiyetle konuşanın cezalandırıldığı yerde, sinsi saf değiştirme teknikleri ve sahte kimlik eğilimi güç kazanacaktır. 15 Temmuz şehitlerine, olgulara yeni başlangıç olma özelliği açısından bakabilmeyi, dolayısıyla hatalarımızla yüzleşme gereklerini de borçluyuz.
Seslerin çok kirlendiği ortamlarda –mağduriyetler apaçıkken bile- suçlunun işareti bağlamında haksızlıktan sakındıran yaklaşımları sergilemek tercihe şayan olmalı. 2008 yılında Taraf’ta yayımlanan “Geniş Ergenekon Çuvalı” başlıklı yazımda, hasmını ortadan kaldırmaya çalışan kesimlerin her önüne gelen dosyayı Ergenekon etiketine iliştirerek aynı çuvala tıkadığına dair izlenimimi konu etmiştim. Türkan Saylan’la dünya görüşümüz çok farklı. Ancak, kanser hastası –cüzzamla mücadele etmiş- bir profesörün zor bir zamanında evinin basılması ve mektuplarının ortalığa saçılmasını eleştirmiştim, haberi okuduğumda. Müslüman, her şart altında mahremiyetle ilgili hassasiyetlere riayet etmeli.
İran’da yaşadığım yıllarda, vatandaşın jurnalci yanı üzerine düşündüren örnekler adım başı karşıma çıkardı. Başörtüsü, doğum günü partisi, uydu anten… Komşunun komşuyu ihbarının sistemleştirilmesi, bazen aile içi trajedilere de yansıyordu. Bugün biz de benzeri haberler alıyoruz. Erkek kadını, kadın erkeği ihbar ediyor; bir bahane bulunur.
Yenilerde bir sivil toplum örgütüne mensup bir kişinin çalıştığı belediyede açığa alındığını öğrendim. Ayrıldığı eşinin “Fetöcü” diye ihbar ettiğine dair kuşkular var. Bu tür örnekler şehirlerde o kadar etkilemez belki aileleri, ancak küçük yerleşimlerde ihbarın ardından adınız aklansa da olay sürekli kanayan yara etkisi oluşturur benliklerde. İhbarın yozlaştırıcı özelliğine yenik düşmemesi için, kurumların teyakkuz içinde olması ve tezvirata prim vermemesi şart.
Yaşanılan sıcak anlarda pek haklı duran karar ve ifadelere, hüküm ve eylemlere bir de geleceğin tarihi gözüyle bakmayı sağlamaktır yazarın sorumluluğu.
Cihan Aktaş, 01.09.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat: