"Epeyce değiştiği için yeterince hatırlamaya izin vermeyeni şikayete ne hakkım olabilir? Dünya, geleceğe yer açmak üzere sürekli silmek zorunda. Zihnimde kayıtlı kalmayanı onun –nedense- bir aile ocağı ihtimamıyla hâlâ sakladığına güvenmek istermişim. Başka mekanlarda kendime yer açarak yaşlanırken, burada gençliğimin idealleri adına kaybolmaya terk ettiklerimi alıkoymaya müsait bir dünyanın hâlâ mevcut olduğuna niye güvenecektim… "
İlkokulu bitirdikten sonra tahsilimi sürdürmek için gittiğim Beşikdüzü Öğretmen Lisesi’ni ziyaret ettim önceki hafta. Senelerce rüyalarıma girerek kendini hatırlatan binalarda ve arazide gezindim iki saat kadar. Geçmişe karışmadan tek bir adım atamazdım. Yirmi yıl kadar önce, Bakü dönüşü önünden geçmiş, ancak okul arazisine otuz sekiz yıldır ayak basmamıştım.
Aile evinden çıkıp, mahremiyetini korumanın bir hayli zor olduğu kalabalık bir okulda ayakta durma kavgası vermek için çok küçüktüm. İyi ki kültür ve sanat faaliyetleri vardı. Boş zamanlarımı genellikle kütüphanede geçirirdim. Köy Enstitüsü geleneğine sahip okulun kütüphanesi, kitap ve dergi açısından bir hayli zengindi. Hatırladığım kadarıyla toplam kitap sayısı on binin üzerindeydi. Hareket dergisini ilk kez orada okumuştum, Anna Karenina’yı da... Liseyi bitirdiğimde, yerli klasikleri ve dünya klasiklerinin önemli bir kısmını okumuş, genel olarak da klasikler üzerine bilgi sahibi olmuştum.
Zemin katta, idare bölümünde bulunan kütüphanenin yeri değişmiş; okul binasının karşısında, öğrencilere battaniye, nevresim, sabun gibi malzemelerin dağıtıldığı bir baraka vardı; onun yerine yapılan bir binaya aktarılmış. Kütüphane salonunun yerinde öğretmen odası gibi bir oda vardı, girip selam verdim, öğretmenlerle konuştuk bir süre. Otuz sekiz sene uzun bir zaman. 90 dönümlük bir yerleşke üzerine kurulu okulumuzda yatılı olarak beş yüz, gündüzlü olarak üç yüz öğrenci eğitim görüyordu, öğrendiğim kadarıyla bu rakam aşağı yukarı aynı kalmış. Yıllarca Beşikdüzü Anadolu Öğretmen Lisesi olarak öğrenci yetiştirdi, şimdilerde İMKB Fen Lisesi olarak eğitim veriyor.
Ana giriş salonundaki merdivenlerden birinci kata çıkıp sağ bloğa yöneldim. Kapıda durup koridora baktım. Sabahın erken saatlerinde ders çalışmak için geldiğim anlardaki gibi ıssızdı. Ders olmadığında tıklım tıklım olurdu bu koridor. Beşikdüzü Öğretmen Lisesi’nin böyle bir alışkanlığı vardı: Koridorlarda, okul arazisindeki yollarda, elimizdeki kitapları okuyarak gezinirdik. Ayakta kitap okuma alışkanlığını o yıllarda edindim. Kışın koridorun en ucundaki beton çıkıntıda oturarak bir şeyler okur, bazen de sadece düşünürdüm. Koridor duvarındaki ahşap askılar olduğu gibi duruyor işte!
Sınıflarımdan birinin kapısını buldum; 4/A. Boştu, girip oturdum bir sıraya. Hakan Sümer’in “Sonuç” filmi geldi aklıma, kara tahtayı izlerken. Çok beğendiğim bu kısa filmin hademe kahramanının boş sınıfta kara tahta başında yaptığı gibi geçen yılların hesabını birkaç cümle ve işlemle çıkarabilir miyim… Gençlik ideallerime nereye kadar sadık kaldım? Sahi, ne kadar değiştim ben, nereye kadar…
Mekanın başkalaşımı düşünmemi zorlaştırıyor. Kapıya yakın duvarda öğrencilere ait raflar vardı; artık yok. Bahçeye bakan sıralar gözü açık öğrenciler tarafından hemen kapılmış olduğundan, raflara yakın olan ön sırada veya orta ön sırada otururdum. Bu şekilde plastik değil, ahşaptı sıralar; daha önce oturmuş öğrencilerden izler taşırdı.
Pek çok şey değişmiş, doğru, fakat işte ilk sıra hizasındaki pencereden aşağıya bakarak fotoğraf çektirmiştim bir grupla; albümümde duruyor. Değişmeden kalanı çoğaltmak için hafızama başvuruyorum: Binanın sol kanadında, birinci kattaki dernek odasının penceresinden rutin olarak mektuplarımız atılırdı. Nöbetçi isimlerimizi söyleyerek zarfları savururdu aşağılara. Mektup bekliyorsak son ana kadar dururduk orada. “Bana Uzun Mektuplar Yaz”ın başlığını o bekleme anlarının yoğun hislerine borçluyum.
Geniş bir arazisi olsa da zaman zaman sebep olduğu boğulma hissine karşılık, kuzeyde deniz, güneyde ise yeşil dağlar ferahlama getirirdi. Batı’ya doğru çarşı kapıları açılırdı haftada bir, bazen ara izinlerle; doğuya doğru ise parklara ve lojmanlara kaçardık. Okul müdürü Davut Babaoğlu’nun kızı Ayhan sınıf ve sıra arkadaşımdı. Gerçekten çok yetenekli bir öğrenciydi Ayhan; hani, hem matematik hem de edebiyat derslerinde başarılı, kemanda ustalaşırken aynı zamanda yağlı boya tablonun hakkını veren öğrenciler vardır ya, onlardandı.
Ders sonlarında bazen Ayhan ile yaşadıkları lojmana gider ve sütlaç gibi, okulda yenilmesi unutulmuş sütlü tatlılarla ağırlanırdım. Okulda okunması unutulmuş çizgi romanlar dolaşırdı Ayhan’ların evde. O eve gider gelirdim, ancak hayatımda yediğim tek tokadı da Davut Babaoğlu attı bana. Nedense derse gecikmiştim. Okul kapısında bekliyordu Davut Bey. O dönemin eğitimcilerine özgü bir adalet anlayışı vardı, müdür olarak.
Okul arazisinde gezinirken, doğuya doğru gittikçe eksikliklerini fark etti adımlarım. Lojmanların 2014 yılında arka arkaya çıkan yangınlarla yok olduğunu okumuştum bir haberde. Deniz kenarıyla arasında sadece bir cadde olan eski yatakhane de yıkılmış, yerine başka bir bina yapılmış. Bunu da bakarken fark ettim, tuhaf. Bir tür anfitiyatr gibi kullandığımız parktan doğru bakınca yatakhaneyi görmeye de hazırlanıyormuşum ki bocaladım.
Parkta, hafızamın sildiği önemli bir ize rastlayabilirmişim gibi, biraz daha gezindim. Burada her zaman hava rutubetlidir böyle; gözlerimde bir bulut tabakası oluşması normal. Bir banka oturup etrafı seyre daldım. Aradan geçen yıllarda yaşadıklarının hesabını verebilir miyim, işte şu uzun yolda elinde kitabıyla, 11 yaşında bir çocuktan 18 yaşında bir genç kıza doğru yol alan öğrenciye?
Oradaki kapıdan neşeli bir çocuk olarak girdim. Sonra kalabalıkta yırtıcı olunmadığı takdirde içine düşülecek bir çekingenlikle tanıştım. Edebiyat ve resim elimden tuttu, dualarla eve doğru kanatlandım. Lise döneminde ranzanın üzerinde namaz kılmaya ve üç ayları tutmaya başlamıştım. Hızırla Kırk Saat’in “Suçlu bendim, geç kalmıştım” diyen kahramanının hayat görüşünü önce ailem, sonra da bu okul öğretti bana.
Yatılı okul hayatımın lise dönemi, kalabalık bir aileye sahip olmanın neşesiyle geçti. Ortaokul dönemini ise düşünmekten kaçınırım. Bazen sahneler kendiliğinden bastırır ve şaşkınlıkla düşünürüm: Nasıl dayanabilmişim?
Nasıl katlanabilmişim? İnsan öğrenir, alışır. Karaağaçların kokusu, anfitiyatr imkanlarına sahip parkta sergilemeye çalıştığımız piyesler, hafta sonu, akşam yemeğinin ardından yemekhanede gösterilen filmler, bizlere abla ve ağabey yakınlığıyla yaklaşan öğretmenler, şiir yarışmaları, yeşilin bin bir tonunu keşfettiğimiz tuvaller… Beşikdüzü’nün kendine özgü sağlam eğitim ve öğretim geleneğine sahip bir okul olduğunu sonraki yıllarda daha sık duydum.
Pakize Türkoğlu’nun “Tonguç ve Enstitüleri”nde anlattığı, Köy Enstitüsü müfredatında yer alan türde atölye çalışmaları, spor, folklor ve tiyatro faaliyetleri, edebiyat yarışmaları, siyasal kutuplaşma halinin biricik gerçeklik olarak öğrencileri bölüp dağıtmasına izin vermezdi.
Bununla birlikte kalabalığın sesleri, yeni gelen öğrencinin kişiliğini genellemeler ve lakaplarla ezerek geçmeye müsait bir tona sahipti. “Hey sen, oradaki, mavi hırkalı!” diye yükselen çağrı giderek kanıksanırdı. Yemekhanede aşçılar, karavana sırasına girdiğimizde, “Hey sen, Ayşe” veya “Hey sen, Fatma” diye seslenirlerdi. Forma, genel içinde kaybolmanın giysisi. Buna karşılık yatılı okul benliğimde haddinden fazla yara bırakmadıysa, bunu, kalabalıklarda kaybolmanın yerini alan, kardeşliğe yakın bir sağlamlığı olan arkadaşlarıma borçluyum.
Buradaydım, üç mevsim, gece gündüz, tam altı yıl; park hatırlatıyor. Arılığın bende eksilttiği bir şeyler bıraktım kıyısında köşesinde; bunun hep bilincinde oldum. Ev değildi, ama evim gibiydi. Bir pencere, bir elbise askısı, öğretmenler katına doğru koşarak indiğim merdiven, yeri değiştirilmiş kütüphanenin kapısı ve deniz şahitlik ediyor: Bu mekanlarda gelecek üzerine düşündüm, üç mevsim boyunca, altı yıl. Peki, en çok ne düşünürdüm? Peki, hatırladıklarım sadece hafızamın onayını almış temiz pak cümlelerden mi ibaret…
Epeyce değiştiği için yeterince hatırlamaya izin vermeyeni şikayete ne hakkım olabilir? Dünya, geleceğe yer açmak üzere sürekli silmek zorunda. Zihnimde kayıtlı kalmayanı onun –nedense- bir aile ocağı ihtimamıyla hâlâ sakladığına güvenmek istermişim. Başka mekanlarda kendime yer açarak yaşlanırken, burada gençliğimin idealleri adına kaybolmaya terk ettiklerimi alıkoymaya müsait bir dünyanın hâlâ mevcut olduğuna niye güvenecektim…
Neyse ki karaağaçların kokusu aynı, evet; bir geleceğe inandırırdı beni bu koku, parka hangi sebeple sığınmak istemiş olursan olayım. “Mimarlık, bir örtme biçimi” diyordu, dışa dönük olmayan binaların mimarı Adolf Loos. İnsan unutsa, binalar yıkılsa, uzam yok olsa bile tabiat hatırlatıyor.
Cihan Aktaş, 10.09.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni: