"Nobel’in siyasi konjonktüre el koyma, bu yönde olguları görünmez kılma veya çarpıtmaya dönük seçimler yaptığına dair yaygın bir kanı var. Edebiyat alanında özellikle, hakça bir karara varmak son derece güç. Bazen yetenekli yazarları Nobel perspektifine özgü uzama kapanmaya sevk ediyor ödül. Sinemada da öyle değil mi?"
Nobel ödülleri, göze görünmeyen alanlarda gerçekleşen kirli para aklama misali operasyonlara da zemin oluyor ne de olsa. Sanki bütün dünyada farklı bir şekilde gerçekleşmekte olan edebiyatı ancak Nobel tarif edebilir, tanımlayabilir, ödülüyle. Kuşkusuz böyle bir telkin söz konusu ödülün edebiyat üzerinde açma değil kapatma gibi bir etkisi olması sonucunu doğuruyor.
Bir kaygısı ve gündemi olan kalem vazgeçmiyor elbette, fakat işte, piyasa yeni “seçilen” üzerinden bir hareketlenme yaşıyor. Yayınevlerini, mütercimleri, yazar ajandalarını, yazarlık atölyelerini ilgilendiriyor bu hareketlilik. Kim Nobelli bir yazarın neyi nasıl yazdığına kayıtsız kalabilir? Kendine özgü bir gelişime açık üslup durup düşünmeye çağrılıyor. Yazarlık zaten meslek sayılmayan bir meslek, maceraya atılmanın gereği var mı?
Eitold Gombrowiez’in ilginç romanı Ferydurke’da dile gelir bu belirsizliğin facia söylemleriyle işareti: “Yuzef”, derler sürekli yazar olmaya meyleden delikanlıya. “Zaman geldi, geçiyor. İnsanlar ne der sonra?” Talep şudur: “Bir şey ol, ne olursan ol ama belli olsun!”
Yazarlığın belirsizliği konusunda bu değişmeyen kabul karşısında Nobel, Everest misali görkemli ve “katı” bir gösterge. Fakat bunun “bir şey ol artık!” çığlıklarıyla kuşatılan genç yazar için nasıl bir faydası olabilir?
Nobel’in siyasi konjonktüre el koyma, bu yönde olguları görünmez kılma veya çarpıtmaya dönük seçimler yaptığına dair yaygın bir kanı var. Edebiyat alanında özellikle, hakça bir karara varmak son derece güç. Bazen yetenekli yazarları Nobel perspektifine özgü uzama kapanmaya sevk ediyor ödül. Sinemada da öyle değil mi?
Derviş Zaim, Müslüman Dünyanın yönetmenlerinin, başarıyı tescilleme konumunda gözüken Dünya festivalleri aracılığıyla minimalist çalışmalara sıkıştırıldığını dile getiriyordu bir röportajında. Sahicilik için can atan, alıp başını gitmeli oysa. Yaşar Kemal yazarlığının önemli bir dönemi boyunca Nobel baskısı altında çalıştı. Kalemi kendi haline bırakmayan bu baskıyla hangi yazar kendi asli macerasını sürdürebilir?
Şimdilerde, küreselleşmenin yazarı olma çağrısına icabet etmiş olan Murakami, benzeri bir beklenti içinde konsept belirlemeye çalışıyor. Tabii Doris Lessing örneği de var. Lessing başarısı öylesine aşikar bir yazardı ki Nobel müjdesini bir ev kadını havası içinde karşıladı. Yazdıklarını Nobel beklentisine göre tasarlamadığı muhakkak. Dünyaya söyleyecek sözleri vardı. Aceleyle yazmayı sürdürdü. Nobel bazen imajını durulamak için böyle bir yazara da yöneliyor. Kurumun hantallaşmadığını, belirlemeyi sürdürdüğünü, öngörülü olduğunu kanıtlaması gerek.
Italo Calvino’yu görmemiş bir ödül için nasıl iyimser olunabilir oysa? Calvino bu nedenle neyi kaçırmış oldu?
Bob Dylan’ın ödüllendirilmesi de Nobel’in edebiyat yoluyla siyaset bağlamındaki imajını tazeleme arayışı sanki. Bu konuda yükselen itirazlar, edebiyatı kalın ciltlerle dolu bir kütüphane rafı ve masa başında çalışan tumturaklı bir kişi olarak anlamanın eseri.
Edebiyat sönük kelimeler yığını değil hayattır. Sanat eseri de "başka türlü"nün arayışını üstlendiği ölçüde umut uyandırabilir. Şimdinin katmanlarında "başka türlü"yü görüp göstermekle mükellef olduğu için de uyum gözetme gereğinin uzağında kendini var edebilir edebiyat.
“Anlatı”, alıştığımız bir “eser”, hep öyle olageldi. Kitap, şarkı gibi okunur. Hasan Aycın’ın kitapları, bu okuma geleneğinin zenginliklerini hatırlatıyor toplumsal hafızaya. Bir köy odasında, Hamzaname’yi dinlemeyi tecrübe etmemiz gerekiyor. Kendimiz de okuyor olabiliriz. Okumak, aynı zamanda dinlemek. Yazmak, bir anlama dinleme tutkusu olmadan nasıl gerçekleşebilir?
Hikaye yazarı öncelikle sesli bir anlatıcıdır. Okur, aynı zamanda anlatan biridir. “Ses”, anlatı veya metne hayatilikle ilgili bir derinlik katar. Bu şekilde bir meclis oluşurken yazmak gibi okumaya da dahil oluyor, istişare. Böylesi bir yorum metinle birlikte toplumsal ilişkileri –aynı zamanda kişisel ifade güvenini- de geliştirecektir.
Karatani, Derinliğin Keşfi’nde aktarıyor: “Edebiyat eleştirmeni Ai Maede, Riesman’ın The Lonely Crowd’undan (Yalnız Kalabalık) alıntı yaparak, moderniteye kadar tüm kitapların sesli olarak okunduğunu, sessiz okumanın moderniteyle birlikte oluşan bir alışkanlık olduğuna işaret eder.”
Öyle işte, sanat ve edebiyatta katı kalıplar yok, yüreğin tellerini harekete geçirmeye dönük “bir başka”nın arayışı var.
Kimi estetik üstatlarının hiç de sanatkârane bulmadığı “güncel sanat”, bu açıdan, içeriğinden önce, işte o başkaya ihtiyacımızın ifadesi olarak anlamlı. Hayata, insan ilişkilerini sağlamlaştıran ahlâka ilişkin bir pencere, bir taze bakış ve hissediş sağlamalı insana sanat ve edebiyat. Güncel sanat 1950’li yıllarının New York’unda, kentsel dönüşüm yüzünden tanınmaz hale gelmiş semtlerde yaşlı bir kadını caddede koluna girerek karşıdan karşıya geçirmekti.
Günümüz İstanbul’unda herhalde türdeşiyle yüksek duvarların arkasına kapanmış kesimlere, şehrin izbelerinde barınmaya çalışan mültecilere ilişkin sorumluluklarını hatırlatması gereken bir sanat ve edebiyat hamlesine ihtiyacımız var. Bir liste yapacak olsaydık ikinci şıkka, iş tulumu kirli olduğu için inşaatında çalıştığı AVM’ye alınmayan işçiyi yerleştirmek isterdim. Üçüncü sırada çalıştığı evde aile üyelerinin kullandığı bardaklardan su içmemesi gerektiği söylenen temizlik işçisi olurdu.
Dönelim Bob Dylan’a. Beğeniriz beğenmeyiz, siyasi sebeplerle eleştirilerimiz olabilir, ancak şarkı sözlerini edebiyatın dışında değerlendirmek sadece edebiyata keyfi, yamultan bir sınır çizmekle olası. “One more cup of coffe” mesela, mutlu son vaat edemeyen aşkın acısını anlatmayı başaramıyor mu? Dakikaları uzatmanın yolları aranır çaresizce. Yeni bir fincan kahve içimi süresi, biraz daha düşünme, merhamete gelme, vazgeçemeyeceğine karar verme fırsatı anlamına gelebilir mi?
Bizde misal, Aşık Mahsuni Şerif çıkar, “İşte gidiyorum servi siyahım”ı okurdu ve daha az dokunmazdı yüreğe.
İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüzde dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da…
Bir şarkı veya türkü sözü metninin edebiyata dahil olmadığı şeklindeki yargıyı Aşık Veysel ironisiyle şaşırtır, Neşet Ertaş irfanıyla hükümsüz kılar. Edebiyat, sadece matbaadan kitap cildine akan süreçle sınırlı olmayan çok geniş bir disiplin.
Cihan Aktaş, 29.10.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer:Dünya Bülteni: