"Bu noktaya nasıl gelindiği konusunu tartışmak elbette önemli, ama bundan sonra ne yapılması gerektiği daha acil bir soru. Zor zamanlarımızın dostlarına yalnız olmadıklarını hissettiren yapıcı destek alanları oluşturmak için nereden yola çıkmalıyız acaba? Herhalde sorgulamayı kendimizden başlatmalıyız: Yüksek okuma yazma oranımıza karşılık nasıl bu kadar az yer ediyor gündemimizde Hindistan Müslümanları…"
Şah Veliyullah Dehlevi’den Muhammed İkbal’e, sayısız Müslüman âlim kütüphanemize eserleriyle yerleşti. İkbal elbette Hindistan’dan Endülüs’e, büyük bir coğrafyada ümmetin yaşadığı kırılmaları gönül gözüyle yorumladığı için, âlimliğinin yanı sıra aramızdan biri gibi benimsediğimiz bir şair. Adı Pakistan’ın kuruluşuyla özdeşleşen Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an ile 1980’lerin okuma gündemlerinde yer alan ilk isimlerden biri.
Harf Devrimi'ni takip eden kültürel ayıklama döneminde toplumun dinî bağlamda başvuracağı kaynak sayısının giderek azalmaya başlaması anlaşılır bir yoksullaşma. Türkiye’de, 1950’lerden itibaren mütedeyyin nüfusun sergilediği yapıcı hareketliliğin bir sonucudur tercüme faaliyetleri. Telif güçlüğü, tercüme eserlere yöneltmişti, bilgi susuzluğu içindeki kesimleri. Pakistan, Hindistan, Suriye, Mısır ve İranlı yazarların eserleri en az otuz yıl boyunca büyük bir ilgiyle okundu, tartışıldı.
Yazdığı tefsir ve meal başta olmak üzere, birçok çalışması hapiste tutulduğu yıllarda devlet güçleri tarafından tahrip edilen Ebul Kelam Azad (1988-1958) mücadeleci Hindistan uleması arasında adı en çok anılanlardan biri. Azad, çalışmaları arka arkaya tahrip edildiği halde Fatiha tefsirini 1930’da, Mecrut Cezaevi’ndeyken tamamlayabilmişti. Pakistan projesine karşı tavrıyla da öne çıkmıştır adı.
Bu projenin sakıncalarını izah ederken, ayrı bir İslam devleti kurulduğunda Hindistan’daki Müslümanlara yönelik büyük baskılar olacağını öne sürmüştü. Müslümanların, aralarındaki siyasal ittifakının parçalanmayla ortaya çıkacak problemlerin üstesinden gelemeyeceği endişesini dile getiriyordu. Hind Ulema Cemiyeti’nin Gandi’nin rehberliğindeki Hindistan Milli Kongresi ile birlikte 1921’de İngilizlere karşı başlatılan boykota katılmasını destekledi. İslami talepleri konusundaki görüşleri, ümmetçi perspektifi nedeniyle İngilizler tarafından hedef alındı. Tutuklandı, senelerce hapis yattı, işkence gördü.
Ne yazık ki geçen zaman içinde parçalanma konusundaki endişelerini doğrulayan olaylara sahne oldu Hindistan. Keşmir anlaşmazlığı Pakistan’ın ağır bedel ödemesine yol açarken, Hindistan Müslümanlarına yönelik baskılar için de bir kaynak teşkil etmeye devam ediyor.
Hindistan Müslümanları hangi şartlar altında, nasıl bir ömür sürüyorlar, çok fazla bilgimiz yok. Daha doğrusu bilgi kirliliği içinde zulüm sahneleri, zaten zulüm sahneleriyle tıka basa dolu gündemimizde fazla bir yer bulamıyor.
Aynur Erdoğan, önceki hafta Keşmir’den gelen bir aktivistin, Hindistan Muslim Political Council of India başkanı ve Mission Media’nın kurucusu Dr. Taslim Ahmed Rehmani’nin katıldığı, Anadolu Ajansı tarafından İstanbul’da düzenlenen bir toplantının notlarını aktardı bana. Keşmir’de geçen Kurban Bayramında namaz kılınmadığını ve kurban kesilmediğini, 10 haftadır Cuma namazı kılınmadığını anlatmış aktivist. Dile getirdiği sarsıcı bilgilere medyada rastlanmıyor.
Şöyle ki:
Hindistan’da 300 milyon Müslüman yaşıyor ve sayıları toplam nüfus içinde %20-22 civarında olmasına rağmen çok daha az gösteriliyor. Siyasi, iktisadi ve eğitim açısından geri bırakıldı Hindistan Müslümanları. Siyasetten uzak kalırlarsa rahatsız edilmeyeceklerine inandırıldı insanlar ve kenara çekildiler. Hindu kültürünü, Hindu ahlakını almaya ve içselleştirmeye başladılar. Sessizlikleriyle hem Hint devleti tarafından görmezden gelindiler, hem de dikkatleri Pakistan’a odaklandığı için, Dünya Müslümanları tarafından... Dolayısıyla, Ebu’l Kelam Azad’ın endişelerinde haklılık payı olduğu çıkıyor ortaya.
Direnç gösteren halk kesimleri veya âlimler de İslam kültürünü korumaya çalışıyorlar. Bir bakıma savunma hali konumunda yaşadıkları söylenebilir. Pakistan’ın bölünmesiyle zaten eğitimsiz ve fakir nüfus Hindistan’da kalmış ve bu kesimler sonraki yıllarda da eğitimsizliğe mahkûm edilmiş. Ticaret yapmalarının önü de kesiliyormuş.
Bütün bu bilgiler ne vehme dayanıyor ne saptırmaca. 1992de Babur Mescidi olayı gerçekleşti. Hindu militanlar Mescidi yıkıp zemininin Hindu yapısını ortaya çıkarmaya çalıştılar. Bu yıkım Müslümanların onurunu kırma amacıyla yapılmıştı. 16. Yüzyıl’da Babür Şah tarafından yapılan bu mescidi radikal Hindular, kendi kutsal toprakları üzerinde bulunduğunu öne sürerek yıktılar. Provokasyonla birlikte ortaya çıkan çatışmalarda çoğunluğu Müslüman, 2 bin kişi öldü.
2010’da Hindistan adaleti mescidin arazisinin üçte ikisini Hindulara, üçte birini Müslümanlara verdi. Nobel ödüllü ünlü yazar Naipul, Hinduların talebini “yaratıcı tutku” olarak tanımlayıp desteklemişti. (Bu desteği nedeniyle, Naipul’un aynı yıl İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Yazarlar Parlamentosu’na “onur üyesi” olarak katılımını bir grup yazarla birlikte protesto etmiştik).
Geniş topraklara sahip Hindistan Müslümanları aynı zamanda ünlü metin eleştirmeni ve kuramcı Spivak’ın “tabi konuşmaz” şeklinde formülleştirdiği dilsizliği apaçık eden bir “madunlaştırma” baskısı altındalar. Başlarına gelenlerin bu kadar az konuşuluyor olması başka nasıl açıklanabilir?
“Tabi konuşmaz.” Başka nasıl bir örnek gerekiyor daha fazla dehşet duyabilmemiz için? (Spivak bile Babür Mescidi konusunda sessizliği yeğlemiş görünüyor).
Hint Müslümanlarını 90lı yıllarda katliamlarla suskunluğa zorluyorlardı, daha sonra göç ettirme politikaları uygulanmaya başlandı. Dr. Rehmani’nin verdiği bilgilere göre 2002’den itibaren nerede bir olay meydana gelse Müslüman ahali göç ettiriliyor ve çadırlarda yaşamaya mecbur bırakılıyor.
Arakan yakınlarında bulunan Asam bölgesinde yaşayan 10 milyon Müslümanın yarım milyonu evlerden çıkarıldı ve bu insanların yarısı hala evlerine dönemedi. Keşmir yarası ise sürekli kanıyor. Bölgede sürekli demografik oyunlar oynanıyor. Keşmir gündemi, Müslümanların yoğun olduğu bölgenin gerçekleştirilecek bir plebisitle uluslararası bölge haline getirilmesini amaçlayan bir stratejiyle belirleniyor dense yeri var. “Bölünme”, ağır bir kâbus.
Giderek ağırlaşarak bir suskunlaştırma politikası öylesine sistemli hale getirilmiş ki 300 milyon Müslüman’ın sesi gerçekten de çıkmıyor. Mahalli örgüt ve yayınları var, ancak nüfuslarının ihtiyaçlarına karşılık gelen bir planları, partileri, gazeteleri yok. “Tabi konuşmaz” değil mi… Ne var ki bu tabileştirme işlemini gören gözler, işiten kulaklar son derece sınırlı. Mesela Amerika’da önemli bir Hindistan diasporası var ama bu diasporanın aktörleri de Hindistan’da aktif bir mücadele biçimi olmadığı için sessizler.
Ulusal siyasi parti, medya desteği ve dünya Müslümanlarının dayanışması, üç önemli ihtiyaç. Eğitim boşluğu aslında en önemli zaaf. Verilere göre yüz bine yakın medrese, Müslümanların dini eğitim ihtiyacının sadece yüzde dördünü karşılıyor. Bazı verilere göre Müslüman nüfusun okur-yazarlık oranı yüzde 2.5. Kimi kaynaklar bu rakamı doğrulamıyor, ancak Müslümanların yüksel tahsil seviyesine ulaşamıyor olduğu da bir gerçek. Nice değerli kaynak ortaya koymuş devingen bir mücadelenin geldiği bu nokta bir hayli düşündürücü.
Bu noktaya nasıl gelindiği konusunu tartışmak elbette önemli, ama bundan sonra ne yapılması gerektiği daha acil bir soru. Zor zamanlarımızın dostlarına yalnız olmadıklarını hissettiren yapıcı destek alanları oluşturmak için nereden yola çıkmalıyız acaba? Herhalde sorgulamayı kendimizden başlatmalıyız: Yüksek okuma yazma oranımıza karşılık nasıl bu kadar az yer ediyor gündemimizde Hindistan Müslümanları…
Cihan Aktaş, 15.10.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer:Dünya Bülteni: