"Her taraf mavinin içinde kaybolduğunda, bütün renkler ve desenler mavileşip yok olduğunda, bütün adamlar, amcalar, kirli sakallar ve hüzünlü kavruk yüzler mavi olduğunda, artık sürprizin tenine değen bir koca mavi kor olur köy."
'Maviye maviye çalar gözlerin
Yangın mavisine,
Rüzgar asi... Ay karanlık...'
Ahmed Arif
Öyle alacalı bulacalı, biraz kavruk ve sınırları belirsiz renkleri var.
Hepsinin giydiği birbiçim giysilerden bahsediyorum. Giysiden çok bir müzik gibi insanda bıraktığı etki; azgın bahar sellerinin ürkünç gümbürtüsünün dibinde gizli bir fon olarak akan, biraz ürkütücü, ve ancak insan kulağının pek aşina olmadığı, bir derin isyan çağrısı gibi, insanın avuçlarını tırnakları batıncaya sıkması gibi, dipdiri kaslar gibi sert ve ürkünç bir müzik.
Sürekli kendini tekrar eden bu hayatın dekoru, üzerinde akıp durduğu bu içiçe geçmiş, hangisinin nerede bittiği belli olmayan renkler, desenler, bu karman çorman, sert, gürültülü müziğin taa dibinde akan hüzün.
Bu hüzünden daha sahici bir şeyimiz var mı?
Maviyi alın mesela.
Alnınıza derin çizikler atıp size aldırmadan üzerinizden akıp giden hayatın üstünüze boca ettiği serin, kuru ayaz gibi, içinizi üşüten bahar sabahları gibi, gecenin dibine, en dibine gizlenmiş karanlığın gerçek sahibi, gecenin ruhu, kavuran Harran akşamının umudu maviyi...
Göz uçlarınıza, şerha şerha etinizi yararak, o nice acının, özlemin, hasretin açtığı kanlı/kansız yaranın en dibine döşenip, kırış kırış varlığınızın ta kendisi olmaya yeminli maviyi... Bütün mavi, en ayaz, en saf, en sert hali ile bütün mavi, hayatın üzerinden akıp geçtiği billur hüzün değil midir?
Aldırmayın siz bu çocuklara.
Hayat esaslı sürprizini hep en sona saklıyor. İnsanın kendini varkılma serüveninin en sonunda, varkılmanın en büyük sürprizi duruyor.
Orada, o uzak köyde, o bir cin düğününde gibi dönenip duran sarıklı adamlar, etraflarında, üstlerinde ve altlarında o kavruk renkler ve belirsiz, sınırları karışan desenler ile, üzerinden akıp gittikleri o sert melodiyle ayak bastıkları tek gerçek çakılıdır mavinin tam ortasına; hüzün.
Onlarca adam, yaşlı, olgun amcalar, gözleri dalgın ve kararlı, biraz nemli gözleri, tarifsiz bir keder yüklü hepsinin kavruk etlerinde, öyle dingin, sert seslerle hep bir ağızdan bir tek kelimeyi haykırıyorlar; "Allah, Allah, Allah"
Giderek bir uğultuya dönüşüyor sesler. Koca oda, bütün köy bir arı kovanı gibi uğulduyor. Her kesin ve her şeyin belirsizleştiği, bütün seslerin ve renklerin birbirine girdiği, içinden yalan bir hayatın geçip yittiği flu bir zemine dönüşüyor dünya.
Haykırmaktan çok sanki mavi çiviler çakıyorlar ruhlarına kararlılıkla.
Kanayan ruhlardan akan maviliğe aldırmadan sürekli ve monoton bir sertlikte "Allah Allah Allah" diyorlar.
Bu sert, gürültülü müziğin fonunda hafif ve ama yer yer bu feryatları bastıran mavilikte bir def sesi yükseliyor ve en altta, en mavi, bir inilti gibi akan yaşlı Derviş'in kasidesi; "qebra tari male meye..."*
Her kes ağlıyor mu?
Her taraf mavinin içinde kaybolduğunda, bütün renkler ve desenler mavileşip yok olduğunda, bütün adamlar, amcalar, kirli sakallar ve hüzünlü kavruk yüzler mavi olduğunda, artık sürprizin tenine değen bir koca mavi kor olur köy.
Sürüklene sürüklene yerlerde yapış yapış yayılan hayat birden bir küheylana dönüşür yaşlı adamın kasidesinin en ucunda,
Ve yükselir, yükselir, yükselir hayat,
Ölüm bir kez daha yok olur.
(*) Koyu karanlık mezar, evimiz bizim
Mustafa Ekici, 05.11.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar