16 Kasım 2016 Çarşamba

SA3651/KY1-CÇ324: Mahzen

"Girişin merdivenlerine çökercesine oturdum. Öfkenin, kızgınlığın en uçlarındaydım. Ne olacaktı şimdi? Onca oyaladık da adamı..."


Mahzene giden yolu bulabilseydim daha başından böylesi zorluklar yaşamaz ve kurbanıma da yaşatmazdım.

Seviyorum bu “kurban” sözcüğünü. Anlatılmaz bir çekiciliği, mest eden bir hoşluğu var. Yanımda söylendiğinde hani derler ya “Tüylerim diken diken oldu!” işte öyle olurum. Tüylerim dikelir, soğuk terler dökerim. Titrerim. Yaz temmuzunda bile içim üşür. Haz duyarım. O sözcüğü bulana, ilk kullanana imrenirim. 

Nasıl da düşünmüş, nasıl da bulmuş. Nasıl da o harfleri –elbette harfler seslerin imgeleridir ve doğru söylendikte nasıl da o sesleri demek gerekir ve fakat sevdiğim başka bir sözcük olan harfi burada kullanma gereksinimi duyduğumu itiraf edeyim- biraraya getirmiş. Böylesine ahenkli böylesine mükemmel bir sözcüğü bulup kullanmış. Hem söyleniş olarak mükemmel hem içerik olarak. Belki de hiçbir sözcük isimlendirildiği “şey”le bu denli uygun düşmemiştir. Ve bu uygunluğu ilk anından şu ana kadar -2000 yıllara- sürdürememiştir. Azıcık tartılsa, üzerinde düşünülse hak verilecektir.

Kıskanırım. Açık açık söyleyeyim ki, hem  bu “kurban” sözcüğünü bulanı ve hem de bu sözcüğün isim olduğu “şey”i kıskanırım. Kendimi onun –kurbanın- yerinde olmayı kurarım. Düşlerim. 

Heyecanımın şiddetinden olsa gerek önceleri mahzenin anahtarını bulamadım. Çalışma masamın çekmecelerinde, mutfak dolaplarında aradım. Pantolonumun, ceketimin ceplerine baktım. Birden anımsadım dış kapının solundaki –içeri girerken sağda kalan- çiçekliğin arkasına koyduğumu. 

Heyecan işte.. oysa hep oraya koyarım. Aklımdan nasıl da çıkmıştı. Bu bir şey değilmiş, sonradan anahtar arayışının bir şey olmadığını fark ettim. Meğer derdin büyüğü anahtarın bulunmasının ardından gelecekmiş. Hiç aklıma gelir miydi? Kimin aklına gelirdi? Mahzene giden yolu çıkaramıyordum. Mahzenin nerede olduğunu anımsayamıyordum bir türlü. Böyle bir şey yaşayacağımı söyleyen biri çıksa epey bir döverdim. Eşek sudan gelinceye kadar derler ya, işte öyle. "Demek benimle alay edersin sen ha?" der iyice bir benzetirdim. Gel gör ki işte yaşıyorum. Mahzen yok. Mahzeni bulamıyordum.

Kurbanım ne yaptığımı kestirmeye çalışıyordu. Salondan çalışma odama almıştım. Oraya alışımın nedeni kendi ellerimle yaptığım elektrikli sandalyeyi iyice incelemesini sağlamaktı. Oldukça usta işiydi. Elektrik bağlamamıştım. Bağlamaya da niyetim yoktu. 

Anahtarı bulup çalışma odasına hızla dalışım ürkütmüştü. Aniden içeri girişimden çok şaşkınlığımdan ürkmüş olmalıydı. Kekeleyerek yardım edebileceğini söyledi, her ne yapıyorsam. Teklifinin masumiyeti, içtenliği yüreğimi burkmuştu. Gözlerim doldu. Arkamı dönerek silmek zorunda kaldım. 

Ellerimle, “Boş ver!” anlamında işaret ettim. Kısık bir sesle “Keyfine bak!” dedim. "Keyfine bak!" 

Çalışma odasından çabuk çıktım. Mahzene açılan bir geçit olmadığı açıktı. Salona geçtim. Salonun altını üstüne getirdim yeniden. Yok. Mahzene ilişkin en ufacık bir işaret yok. Çaresiz üst kata çıktım. Madem alt katta her hangi bir geçit yoktur.. belki üst kattaydı. Gönülsüz tırmandım merdivenleri. 

Yukarıdaki iki odanın da dört bir duvarını iyiden iyiye yokladım. Tekrar aşağı indim. Bahçeye çıktım. Evin dış duvarlarını, akasya ağaçlarını araştırdım. Yok. Bu evde mahzen yok muydu şimdi? Bu mahzen düşüncesi, mahzende yapmayı kurduklarım neyin nesiydi öyleyse? Ya anahtar? Paslı, evdeki hiçbir kapıya uymayan büyükçe anahtar neyin nesiydi? 

Girişin merdivenlerine çökercesine oturdum. Öfkenin, kızgınlığın en uçlarındaydım. Ne olacaktı şimdi? Onca oyaladık da adamı. Sigara yaktım. Dumanlar eşliğinde ağladım. Daha fazla oturamazdım. Kalktım. Eve girdim. Çalışma odasına geçtim. 

Kurbanımı elektrikli sandalyenin karşısındaki koltuğa oturmuş elinde bir kitap karıştırırken buldum. Umursamaz bir tavırla sandalyeye oturdum. İki elim yana düştü. Kitabı elinden sehpaya bırakıp başını kaldırdı bana baktı. Ne ben onu görüyordum ne de o beni görüyor olmalıydı. İkimiz de başka başka yerlerdeydik. 

Ben mahzeni düşlüyordum. Mahzende yapmayı kurduğum şeyleri iç geçirerek getiriyordum gözlerimin önüne. Karşımda oturduğunu sandığım adam yerinden kalkmış beni kendi imal ettiğim elektrikli sandalyeye bağlamıştı bir güzel. Belimden bağladığı kayışı kontrol için çekiştirip de göğsümde ağrı duyunca kendime geldim. Karşıma geçmiş gülüyordu.

Anahtarı sordu. Ceketimin sol cebinde dedim, uzandı aldı. Her işe burnunu sokan kopuklardan olduğumu haykırdı yüzüme. Anahtar kendisininmiş. Mahzenine girip girmediğimi sordu. Hayır anlamında başımı salladım. Başka kimseye bir şey söyleyip söylemediğimi sordu. Yine başımı salladım olumsuz anlamda. Güldü. Bir tokat attı. Gözlerimden bir iki damla yaş düştü. 

"Aptalsın", dedi. Tekrar tekrar,“Aptalsın!” dedi. Kendim kaşınmışım. 

Elektrik sandalyesinin elektrik düzeneğini bağladı. Odadan çıkarken, “Fazla acı duyacağını sanmam!” dedi.



Cemal Çalık, 16.11.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları



Seçkin Deniz Twitter Akışı