19 Kasım 2016 Cumartesi

SA3661/KY1-CÇ327: Hayır

"Öfkeyle kalktım yerimden. Filmin sonunu getiremeyecektim. Filmin kötü kahramanı zenci bir köşeye sıkıştırılmıştı ve teslim olmayacağı, öldürüleceği de açıktı. Sonu belliydi.. belli olan sonu görüntüye yüklemenin bir anlamı da yoktu."


“Hayır! Hayır!  O seri katil olmasın! Hayır zenci seri katil olamaz!” diye bağırdım. Kendimi kaybetmiştim. Filmin sonuydu artık ve dedektif seri katilin kim olduğunu apaçık öğrenmiş çevresindekilere de kanıtlamıştı. Ve fakat kabullenemiyordum. 

Böyle sinemada yahut tiyatro ve benzeri yerlerde bağırmak kuşkusuz çirkin bir şeydi, hatta düpedüz görgüsüzlüktü. Dönüp dönüp bakanlar mı, mırıldananlar mı, ürkenler-korkanlar mı ne ararsan var, katı açılmamış ve her hallerinde küfretmeye susamış oldukları belli kişilerin savurduğu küfürler.. bu tür filmlerin izleyici üzerinde ilginç etkiler bıraktığına tanığım.

Bir keresinde de bir vampir filmine gitmiştim. Lise öğrencisi olduğum sıralardı sanırım. Ve yine sanırım doğu sinemasıydı. Film başlamıştı. Geç kalmıştım. Her zamanki gibi balkona bir bilet alıp çıkmıştım. Balkona bilet alışımın altında yer göstericiye bahşiş vermemek yatıyordu. 

Ne hikmetse aşağı salon bileti ucuzdu ve fakat yer gösterici başınızda dikilir bahşiş beklerdi. Siz umursamasanız da o bahşişi alıncaya kadar tepenizden çekilmezdi. Bu arada şehrimizdeki bütün sinemalarda yer göstericiler kimin bahşiş vereceğini kimin vermeyeceğini de tuhaf bir sezişle bilirlerdi. Ben bahşiş verenler sınıfındaydım ve bahşişle birlikte bilet parası pahalıya geliyordu. Bu yüzden de balkona bilet alırdım. 

Biletimi aldım, balkona çıktım. Film başlamış.. el yordamıyla oturacak yer arıyordum. Tenha olmasına tenhaydı ve fakat gözüm karanlığa alışıncaya kadar el yordamı gerekiyordu. 

Filmde vampir kadın kurbanına arkadan yaklaşmış ensesini ısırdı ısıracak benim elim de bir izleyicinin –rastlantı bu ya kişi benim teyzeoğlu çıktı da iş büyümeden kapandı- omuzuna kondu. Teyze oğlu haykırarak yerinden zıpladı. 

Hani insan denk getirmeye kalksa böyle denk düşüremezdi. Vampir kurbanının kanını emmek üzere dudakları ensede ve sizin eliniz de kişinin omuzunda. Teyze oğlunun bağırmasıyla tek balkondaki tek tük seyirci de hareketlendi. Kimi kısık sesle lanetler savurdu, kimi şaşkınlığını belirtti kimi de yüksek sesle “Ana kuzularını bu tür filmlere almayacaksın arkadaş!” diye düşüncelerini dile getirdi. 

Oysa teyzeoğlu boş bulunmuştu hepsi bu. Tıpkı benim şuan boş bulunmam gibi. Bir zencinin seri katil oluşu aklıma yatmıyordu. Bunun olabilirliğini düşünmek bile istemiyordum. Zenciler benim yüzümden –ben de bir beyazdım nihayetinde- bu haldeydiler. Bu hal dediğim seri katil oluş hali değil. Pejmude oluşları, ezilip hor görülüşleri, ülkelerinin talan edilişi, bir meta gibi görülmeleri, köle pazarları.. bütün bunlar benim yüzümden idi ve şimdi de beyaz bir yönetmenin iftirasına uğruyorlardı. Böyle gelmişti, böyle değerlendirmiştim, değerlendiriyordum filmi. 

Öfkeyle kalktım yerimden. Filmin sonunu getiremeyecektim. Filmin kötü kahramanı zenci bir köşeye sıkıştırılmıştı ve teslim olmayacağı, öldürüleceği de açıktı. Sonu belliydi.. belli olan sonu görüntüye yüklemenin bir anlamı da yoktu. 

Sinemadan çıktım, filmin yönetmenine lanetler savuruyordum. Ne çok da filmde seri katili oynayan aktöre küfürler savuruyordum. Tıpkı kölelik zamanlarında kendi renginde olanları efendilerinin buyruğuyla kırbaçlayan bir zenciydi. Bu aktör de efendisinin buyruğuyla kendi rengi gibi kara derili birini kırbaçlıyordu ve zevk aldığı her halinden belliydi. 

- Ben olsam oynamazdım!, dedim.

- Anlamadım!, dedi, Neyi oynamazsın?

- O zencinin yerinde olsam o rolü kabul etmez oynamazdım, diye yanıtladım soruyu. 

İçimde geçen bir konuşmaydı bu. Yani ben öyle sanıyordum. Zaman zaman –ki bu çoğu zaman demektir- kendi kendime konuşur, tartışır olan her neyse hale yola koymanın yollarını arardım. Ararım. Başkalarıyla konuşmaktan tartışmaktan hazzetmiyordum, başkaları işin içinde oldu mu dinlemeyi seçiyordum. 

Hayır bu hep böyle değildi elbet. Zamanla oluştu ya da gelişti. Tartışmalar hiçbir şeyi değiştirmiyordu, değişmezdi bir tür sidik yarışıydı. Yarışıdır. O yüzden kim ne derse desin, hangi olay olursa olsun bir başkasıyla tartışmaktansa kendi içimde icat ettiğim kişi veya kişilerle tartışır –arada bir gırtlak gırtlağa geldiğimiz de olurdu- eninden sonunda makul bir sonuca bağlardım. Ya da içimdeki kişi veya kişiler bağlardı. 

Şimdi de “Ben olsam oynamazdım!” sözüme, “Anlamadım neyi anlamazsın” yanıtını içimde icat ettiğim kişinin –bir erkekti-  verdiğini sandım. Değilmiş. Böyle olmadığını yani içimde bir tartışma, konuşma olmadığını burnuma gelen kokulardan –keskin bir kokoreç kokusuydu bu- anlamalıydım. 

Karnım zil çalıyordu daha sinemadayken. Sinemadan çıkışta hemen dört beş adım ötede –belki on on beş adımdır, her defasında kaç adım ötede olduğuna dair kendimle bahse tutuşurum ve fakat bir türlü fırsatını bulup da kesin kaç adım olduğuna dair ölçüm yapmadım- seyyar bir kokoreççi var. Her filmden çıkışta -19;15 matinesi çıkışında- o kokoreççide o günkü akşam yemeğini yerim. Bunu unutmuşum. 

Kokoreççinin karşısındaydım. Ve “Ben olsam oynamazdım” tümcesini içimden söyleyeceğime yüksek sesle söylemiştim. İster istemez kokoreççi de üzerine alınmış ve bir yanıt verme gereksinimi duymuştu şaşkınlığını belli etmemeye çalışmış ve fakat becerememişti.

- Her zamanki gibi abi, dedi

- Kokusundan belli, dedim utana sıkıla.

- Her zamanki gibi yarım ekmek değil mi abi?, dedi

- Hayır, hayır.. her zamanki gibi yarım ekmek, dedim. 

Kokoreççinin niçin bu kadar şaşırdığına bir anlam veremesem de dediği gibiydi.. her zamanki lezzetindeydi. Ben yine de o aktörün yerinde olsam.. hayır, yerinde olsam da olmasam da dünyada kabul etmezdim o rolü.



Cemal Çalık, 19.11.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları


Seçkin Deniz Twitter Akışı