"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Beş
-7-
Mafya tarafından infaz edilen genç bir güvenlikçi. İki kurşun sırtına bir kurşun da alnına sıkılmıştı. Hemen olayla ilgili detayları emniyetten istedi. Tanık yoktu. genç güvenlikçinin evinde adamın anasının bile haberdar olmadığı bir çanta bulmuşlardı, çantadan yüz elli bin dolar çıkmıştı. Çanta havalandırmaya ustaca gizlenmişti ve fakat emniyetten külyutmaz bir ekip eliyle koymuş gibi bulmuşlardı ilk üstün körü aramada.
Kaan başını salladı, “Bir çocuğu daha harcadılar. Bir çocuğu daha!” dedi yüksek sesle. Hemen bu olayı üzerine gidilecek olaylar listesine ekledi. Kalp krizi geçirerek ölen Serdar babanın olayı en baştaydı bu listede. Geyikdüzü'nde örgütün infaz ettiği olay ve kayseri de bir tinercinin işlediği cinayet. Bunlar kalın kırmızı kalemle yazılıydı.
Makam odasının kapısı aniden açıldı. Kaan Ardıç sert bir biçimde kafasını kaldırdı. Yardımcılarından Muhsin kül gibi bir yüzle karşısına dikildi. Kaan da ürkmüştü. Berbat bir şey olmalıydı.
Çekinerek, “Hayırdır Muhsin’im” dedi. Muhsin ayakta sallanıyordu. Gözleri de dolmuştu. Yutkundu. Kaan yerinden kalktı adamı tutup koltuğa oturttu.
“Neler oluyor Muhsin..” diye bağırıp silkeledi adamı.
Muhsin güçlükle, “Pazar yeri.. Pazar yeri cehenneme döndü Efendim!” karşılığını verdi. “En az üç yüz kişi.. deniyor.. üç yüz kişi..”
Muhsin ağlıyordu. Üzerine bir titreme gelmişti. Öfke titremesiydi büyük bir ihtimalle.
“Görüntü var mı?” diye sordu adamın yanına çökerek.
“Ham görüntüler hazır. Büyük ekranda..” diyebildi güçlükle.
Muhsin bu kadar niye etkilenmişti? Ne olaylar yaşamış biri bu kadar kendini niye kaybetsindi ki? 160'lık ekranı açtı. Beyaz bir panelvan içinde on yaşlarında bir çocuk. Elinde patlatıcı düzeneği. Çocuk ağlıyordu. Ve bir kadın güvenlikçi.. aman Allah'ım! Muhsin’in eşiydi bu. Kadın çocuğu ikna etmeye çalışıyordu. Dudaklarından ne dediğini ayan beyan görebiliyordu. Kadın çocuğa pazardaki insanları, bebek arabalarını, yaşlı insanları gösteriyor bunu yapmaması için yalvarıyordu. Canının çok hem de tahmin ettiğinden daha çok yanacağını da söylüyordu, öyle dayanılmaz bir acı duyacaktı ki..
Çocuğun gözlerinden oluk oluk yaş geliyor ve sürekli “Huffaşeler tayy ediyor” diyordu. Bu ifritlerin kullandığı şifreli mesajlardan biriydi ve anlamı da “Fedai yakalandı” demekti. Çocuk yakalandığına mı ağlıyordu yoksa kendisini vaz geçirmeye çalışan bayan polisin söylediklerine mi bilinmiyordu.
Ve.. korkunç patlama. Arabanın minicik parçalara bölünüşü. “Üç yüz kilodan daha fazla olmalı” diyebilmişti güçlükle Kaan. Muhsin’in gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyor, ağlıyordu koca adam. kaçışanlar, yere kapananlar, kana bulanmış nice yerde yatan beden.
Kaan Bey telefon açıp acilen revirden bir eleman istedi. Sakinleştirilecek biri vardı. Kaan Muhsin’in elini tutmuş sadece sıkmakla yetiniyordu. Söylenecek bir söz yoktu.
“Hiç hayıflanma Muhsinim Rabia’nın öcü alınacak. Sana söz veriyorum. Rabia’nın ve diğer tüm bu ölenlerin öcü fena hem de çok fena alınacak. Söz veriyorum. Onları mahkemeye çıkartmaya hiç niyetim yok. Hem savcı hem yargıç hem cellat olacağım, söz! Bu böcekleri ezerken sen de tanık olacaksın! Söz!” diyerek adamı sakinleştirmeye çalışıyordu.
Revirden bir bayan doktor ekipmanlarıyla birlikte hızla içeri girdi. Bayan doktorun rengi de bembeyazdı. Kuşkusuz o da görmüş olmalıydı Pazar yeri olayını. Hemen Muhsin’in kolunu sıyırdı. Bir sakinleştirici iğne yaptı.
“Müdürüm” dedi Doktor.“Revire götürelim Muhsin beyi.. yatsa iyi olur!”
“Tamam!” dedi Kaan. “Gerekeni yapın doktor hanım..”
Doktor reviri arayıp sedye istedi. Çok geçmeden iki hasta bakıcı sedye ile içeri girdiler. Herkesin yüzünde bir hüzün bir öfke vardı. Kaan Bey kimse baksa kiminle göz göze gelse göz göze geldiklerinin yumruklarını sıktıklarına tanık oluyor, daha bir celalleniyordu.
Muhsin’i odasından götürmüşlerdi. Tilki Süleyman’ı aradı Kaan Bey. Tilki Süleyman elinde tepsi orta şekerli bir kahveyle odadan içeri girdi. Kapıyı kapatıp çalışma masasına doğru yürüdü. Karşılıklı oturuyorlardı. Tilki’nin de beti benzi atmıştı.
“Demek sen de gördün öyle mi?” dedi sıkıntıyla müdür.
“Evet!” dedi ağlamaklı bir sesle.“Keşke bakmaz olaydım.. hele bir bebek arabası”
Tilki Süleyman gözlerinden yaşların süzülmesine engel olamadı.
“Evet..” dedi Kaan “Yürek yakan manzaralar. Ve biz eli kolu bağlı duruyoruz. Bir arpa boyu yol alamadık. Bu patlayan üçüncü çocuk canlı bomba. Kahretsin ya.. en büyüklerinin yaşı 14 biliyor musun? Bu çocukları nasıl böyle bir canavara dönüştürebilirler ya! Bunlar da haysiyet diye bir şey yok biliyor musun Süleyman? Haysiyet, merhamet.. hiçbir şey yok. Bir vahşiden daha vahşiler. Birer yamyam! Süleyman Süleyman, Tilki Süleyman göster maharetini daha kaç bomba var böyle bilmiyoruz. Onları nasıl durdururuz bilmiyorum!”
Tilki Süleyman yutkundu. Sağ kolunun yeniyle gözyaşlarını sildi. Ve:
“Yunus Alkış’tan bir şey çıkmadı mı?”
Derin bir iç çekti Kaan Ardıç:
“Fiyaskoyla sonuçlandı. Keşke adamı kaçırmasaydık da davet etseydik. Plan program yapacağız diye, ya da ne bileyim seninle ikimiz onu ziyarete gitseydik.”
“Kaçtı mı?”
“Hem de nasıl.. kendi kendini dörtnala cehenneme postaladı şerefsiz. En iyi adamlarımı görevlendirdim.. düşün en iyi adamlarımı.. onlar ne yaptı. Gözlerinin önünde intihar eden kişiye mani olamadılar. Bir sakızla!”
Kaan Ardıç Tamim gazetesini uzattı Tilkiye.
“Şu genç güvenlikçi de onların işi, en kutsal şeyler üzerine yemin ediyorum ki bu ifritlerin işi...” dedi.
Tilki resimdeki adama baktı. başını salladı:
“İyi adamdı” dedi.
Kaan ayağa kalkar gibi yaptı:
“Tanıyor musun yoksa?” dedi.
Tilki içini çekti:
“Birkaç kere Serdar Baba'yla kahveye gelmiş çay içmişlerdi. Çok iyi biriydi. İçli, dürüst, öylesine temiz insana az rastlanırdı. Serdar babaya çaktırmadan bu merhuma kilitlenip bakmıştım. Çok üzüldüm. İyi bir insandı."
“Peki ne yapacağız Tilki.. sadece olayları izleyip üzülecek miyiz? Ne yapacağız?”
Tilki bir süre sustu:
“Abi” dedi heyecanla. “Serdar Baba son gelişinde ki bu rahmetli de yanındaydı, konuşma arasında ‘Şu Salih Çopur denen iti şöyle yarım saat misafir etsek var ya.. bütün düğümler çözülür.. ah o iti bir faka bastırsak demişti.”
Kaan Ardıç kaşlarını çatıp merakla, “Kimmiş, neyin nesiymiş, neredeymiş?” diye sordu.
“Serdar Baba bu adamın Kastinya’dan buraya geldiğini söyledi. Kastinya’da bir tinerci tarafından bu adamın yardımcısı öldürülmüş. O da buraya gelmiş. gerçi Serdar baba bu cinayetin mizansen olduğunu söyleyip durdu ya.. ne demek istedi bilemem. Şimdi de buradaymış. Colnar Aile Danışma Merkezinde bilgi işlemci miymiş ne? Onu buraya getiremez misiniz? Gidip orada sorgulamaya kalksak rahat olmaz.”
“Haklısın! Onu buraya nasıl getirebiliriz, nasıl getirebiliriz.. sen ocağa git de bana demli bir çay getir.. büyük fincanla olsun! Onu buraya nasıl getirebiliriz.”
Tilki Süleyman bir şey söylemeden odadan çıktı.
Kaan Ardıç hala kendi kendine “Nasıl getirebiliriz?” sorusunu sorup duruyordu. Koltuğunu pencereye doğru çevirdi. Altıncı katta makam odası elli metre ötedeki denizi çok rahat gören bir konumdaydı. Denizi olanca haşmetiyle izlerdi zaman zaman. Özellikle de rüzgârlı havalarda yapardı. Denizin şahlanışını, on katlı bir bina yüksekliğine ulaşan dalgaların kıyıya saldırısını tuhaf bir zevkle izlerdi. Sakin zamanlarda da başka bir güzelliği olurdu denizin. Bir çarşaf gibi görünürdü göze. Hafif buruşukları devinen mas mavi bir çarşaf. Şuan o anlardan biriydi. Sakin ve hafif dalgalı. Kıyısını hafif hafif döven denizden yardım umar gibiydi ülkenin istihbarat biriminin bir numarası.
Denizden bir yanıt.. “Onu nasıl getirebiliriz?” koltuğunu hafif hafif sallıyor, ufka diktiği gözleriyle bir şeyler bulmayı umuyordu. Birden hafif bir sırıtma ilişti yüzüne. “Evet!” dedi kendi kendine. “Evet.. Şendilya’nın emniyet müdürüne zarf atmaktan başka bir yol yok gibi!”
Hızla masasına doğru çevirdi koltuğunu. Masa telefonunun ahizesini kaldırdı, Fuat Sansar’ın telefonunu çevirdi. Telefonu üçüncü çalışta açtı Fuat Sansar. Fuat’ın sesi ne denli sıkıntılı olduğunu sezdiriyordu. Dile kolay kendi bölgesinde 150 kişinin öldüğü 300 kadar yaralının olduğu, yaralıların bir çoğunun da ağır, hayati tehlikesi olduğu bilgisiyle sıkıntılı olması doğal değil miydi? Belki de Yunus Alkış’tan ötürü sıkıntılıydı! Belki de patlamanın bu denli şiddetli olacağı kendisine söylenmemişti.
“Müdürüm..” dedi Kaan “Ben Kaan Ardıç, geçmiş olsun.. durum nasıl?”
“Teşekkür ederim müdürüm.. durum hiç.. hiç iyi değil!” karşılığını verdi.
Kaan Ardıç:
“Müdürüm elimizdeki bilgileri birleştirip araştırmayı derinleştirelim diye aradım. Sanırım canlı bomba bir çocukmuş..”
“Evet!”
“Ben..” dedi Kaan Ardıç ve sustu. Bir süre devam etti sessizlik.
Fuat Sansar merakla sordu:
“Evet.. siz?”
“Ben aslında önce Yunus Bey'e ulaşmaya çalıştım.. Yunus beye ulaşamadık. Sizin bir bilginiz var mı?”
Fuat Sansar telefon ahizesinin ses gelen bölümünü eliyle kapadı. Dudaklarını ısırdı. “Bu iblis Yunus’u niçin soruyor? Yunus denen salak dün geceden beri kayıp! Ne demeliyim? Kahretsin!” dedi kendi kendine sonra da telefona konuştu.
“Yunus’a dün geceden beri ulaşamıyorum. Eve de gitmemiş.”
“Biliyorum! Arabasını bizim merkezden üç sokak ötede çıkmaz bir sokakta buldu arkadaşlar. Aslında bulmak denemez, bir ihbarla. Sanırım bize ulaşmaya çalışıyordu. Canlı bombalarla ilgili bir ipucu mu bulmuştu? Bilemiyoruz. Siz aramış mıydı dün gece?”
Fuat Sansar hemen cevaplamadı. Belanın ayak seslerini duyar gibiydi. Bela “Geliyorum!" diyordu. Ne kadar az yalan o kadar yanılmasına mani olurdu.
“Dün gece bürosundan beni aradı. Ama bununla ilgili bir şey söylemedi. Bugün için biraz gecikebileceğini haber vermek için aramış. Bomba ile ilgili olduğunu nereden çıkardınız?”
Kuşkuyla sormuştu soruyu. Kaan Ardıç sinsi sinsi güldü, “Köftehor.. heyecanlandın mı?” diye geçirdi içinden.
“Bir çıkarım değil de arabasında telefonunu bulduk, bir de kapı cebinde buruşturulmuş bir kâğıt. Tuhaf şeyler yazıyor. Numaralar da var. Telefon numarası sandık önce ama değilmiş. Bir de bir isim var Salih Çopur. İsmin altına şöyle bir şey yazmış "Zenkata taşuşin Salih’e sor! Sizin birimde Salih Çopur diye biri var mı? Yahut siz öyle birini tanıyor musunuz?”
Salih Çopur isminden daha çok şifre ürkütmüştü Fuat Sansar’ı.“Zenkata taşuşin: takip ediliyorum!” Ağzı kurumuştu. Dudaklarını ısırdı. Her hangi bir şey söyleyecek durumda değildi.
“Müdürüm sizce Salih Çopur bir şeyler bilebilir mi? Hani muhbir falan olabilir mi? Siz o isimde birini tanıyor musunuz?”
Fuat Sansar’ın beyninde şimşekler çakıyordu. Tanımadığını söylese bulup çıkarıldığında niçin tanımadığı sorulduğunda akılcı bir tek açıklaması olamazdı. Tanıdığını söylemeliydi.
“Şeyy..” dedi Fuat. “Yüz yüze tanışıklığımız yok da Yunus ondan söz etmişti. Colnar Aile Danışma Merkezi’nde rehbermiş. Ha bizim Yunus son zamanlarda ailevi bir takım problemler yaşıyordu. Rehabilite için birkaç kere gitmişti. Belki hala gidiyordu bilemiyorum.”
“Anladım!” dedi Kaan Ardıç. “Müdürüm ne önerirsin? Kafam karma karışık.. dün gece mafya bir elemanınızı infaz etmiş onunla uğraşıyorduk. Derken şimdi bombalama ve kayıp bir emniyet yardımcısı. Birazdan başkan arar. Bilgi ister. Bilgilerimizi birleştirsek soruşturmayı derinleştirsek.. derim ben. Salih’i makamında ziyaret edip mi görüşsek buraya mı çağırsak! Karar veremedim. Sen ne dersin?”
Fuat içini çekti. Derin bir soluk aldı.
“Valla müdürüm ne diyeyim.. kendisiyle görüşün. Kendisi nasıl isterse. Madem bırakılan bir not var ve adı geçen kişi için sor, notu düşülmüş, sorulmasa niçin sorulmadı denir? En iyisi Salih Çopur’un kendisine sormak. Bir şey bildiğini sanmam da.. yine de sormak gerekir. Es geçmenin gerekçesi olmaz.”
“Teşekkür ederim, müdürüm. Ben de öyle düşündüm. Umarım Yunus Bey hayattadır. Ben Yunus Bey’in arabasında bulduklarımızın bir listesini sana göndereyim. Sen de son bombayla ilgili detaylı bir dosya hazırlayıp bana gönderirsen işleri hızlandırırız. Tekrar geçmiş olsun.” deyip telefonu kapattı.
Yeni bir numara çevirdiğinde Tilki Süleyman elinde bir tepsi büyük fincan çayla odadan içeri girdi.
Tilkiye eliyle oturmasını işaret etti.
“Dayı emniyetin tüm telefonlarını acil takibe alın. Hemen. Sansar’ın peşindeyiz. Aman gözünü seveyim dayı.”
Telefonu kapadı. Ellerini bir çocuk gibi sevinçten çırptı.
“Süleymanım.. Çopur bugün bizim buraya gelecek. Buraya gelecek!” dedi.
İkisinin de yüzünde hüzünlü bir tebessüm belirdi. İkisinin de gözleri dolu doluydu. Biri ya da bir şey dokunsa o anda gözyaşları boşanırdı.
Cemal Çalık, 21.11.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman