"Genç adam biri kolunda, diğeri ensesinde ne yapacaklarını bilemez bir halde iki akrep yakaladı. Önce ürktü. Gözlerine inanamadı. İki akrep. Sokmamışlardı onu. Bu nasıl olabilirdi ki? Oluyordu işte."
Akrep iriydi. İriliği yaşlılığına delildir akreplerin. Kocamışlığına. Yaşlı olduğuna göre anılar çöplüğünü karıştırıyordur sık, sık. Yaşlılık, kocamışlık anı çöpçülüğünden zevk alma demleridir.
Kendi çöpü kokmaz kişiye. Burnunu sızlatması kötü kokuşundan değil artık giyinemeyeceğindendir. Küçük gelir, dar gelir. Midesi kaldırmaz.. eline alacak kadar bir büyüklükten ıraktır.. gözleri ancak seçer. Elini uzatır un ufak olur. Zaman öğütmüştür. Hevesi kursağında kalır. Omuz silker, istemez görünür, çeker gider gibi yapar. Sonra yeni bir umutla koşar ve yine hüsrandır bekleyen. Kaç kez yinelenirse yinelensin, hep öyle sürer. Bıkmadan usanmadan karıştırılır bu çöplük. Belki, belki ufak tefek de olsa kullanabileceği sarılabileceği bir şey bulur umuduyla dalar çöplerin içine.. çocuklarını beklerken çöplüğü karıştırıyordu anne akrep.
Yaşlı ve yorgundu. Kocamış yüreği titredi çocuklarını görünce. Sevgiyle doldu bakışları. İçinde sönmeye yüz tutan ateş alevlenir gibi oldu. Titredi.
“ Ateş” adını verdiği çocuğuna çevirdi bakışlarını. Soylu bir bakışın parıltılarını gördü gözlerinde ateşin. Isındı anne akrep. Alevle yaptığı ilk dansı hatırladı coşkuyla. İçi ısındı. Sıcaklık kapladı tüm benliğini. Soğuktu ve fakat geçmişti üşümesi.
Ateş, anne akrebin baygın bakışlarıyla canlandı. Biraz daha sokulmak istedi annesine. Anne geriledi. Yavru akrep anlam veremedi annenin gerileyişine. Bakışlarla davranış arasında tutarsızlık vardı. Eğdi bakışlarını üzüntüyle. Son bir kez yalvarmalı bakışlar fırlatarak.
İkinci yavruya çevirdi bakışlarını anne akrep. Gözleri kamaştı. Kocası zehirlendiğinde, henüz soluk alırken, son nefesini vermeden önce doğacak üç yavrusunun da adını belletmişti eşine. Sıkı sıkıya tembih etmişti. Son arzusuydu. İlk arzusundan sonraki arzusuydu.
“İçin ısınacak!” demişti. Göğsünden ciğerlerine yayılan, ciğerlerinden dışarıya ağır ağır saldığı zehirli soluğu sakınarak dişisinden.
“Gözlerine değince gözlerinin içi ısınacak! Buluştuğumuz ilk günün, kanımızı kaynatan o ilk anın simgesi ATEŞ’i hatırlatsın. O anı hatırla. O an Ateş olsun. Ateşi öğret ona.”
Bir kerelik olan erkeğinin derinlerden gelen sesini ayan-beyan duyuyordu şu an. Kulaklarında çınlıyordu. Sarhoş eden tatlı bir ahenkle tane tane konuşuyordu. Geçmişte söylenmiş ve geçip-gitmiş değildi, şuan söyleniyordu. Kocamışlığını unutup dansa kalkışacaktı neredeyse.
İkinci yavruya baktığında gözlerinin kamaşması da yerli yerine oturuyordu işte.
“Ne bilge bir erkekmiş!” dedi sessizce kendi kendine dişi. İşte onun dediği gibi “Işık” koymuştu adını ikinci bebeğin. Ve gür bir ışık gibi gözlerini almıştı yaşlı akrebin, her ne zaman baksa alırdı gözlerini.
Erkeğinin sesi çınlıyordu:
“Işık de ikinciye! Işık. Gözlerimiz buluştuğunda nasılda kamaşmıştı her ikimizin de. Nasıl da yummak zorunda kalmıştık bir an. Kısacık bir an süzmüştük birbirimizi yumuluyken gözlerimiz. İşte o anın simgesi olsun ikincinin adı; IŞIK. Yek diğerini içmişti gözlerimiz. Birbirimize birbirimizi göstermişti o an. Işık olmayınca nasıl görebiliriz ki? Bizi birbirimize gösteren o an bizim ışığımızda. İkincinin adı Işık olsun.”
Sesi dalga dalga yayılıyordu genç bilge akrebin derinliklerinde karşılaştıkları mağaranın. Sonradan yurt edindikleri mağaranın. Tüm dünya o sesten ibaret olmuştu sanki, ölmek üzere olan erkeğin sesiyle. Gözleri doldu yaşlı akrebin. Görmeden daha çok mu sevmişti ikinciyi kendisi gibi? Pek bir hevesle söz ediyordu ondan. Pek bir coşkuyla. Nefes alıp-vermede zorlanması geçmişti. Yeniden hayat buluyordu sanki. Yeniden dönüyordu yaşama. Şaşırmıştı dişi akrep. Bir anlık bir şaşkınlık. Hani kendisi bile ürperirdi taşıdığı zehirden. Kendi damarlarında gezen zehirden ürkerdi. Korkardı. Bilirdi gücünü. Ya şimdi? Bir yanılsamaydı bu kuşkusuz. Yanılsama olmasını istemediği o kadar belliydi ki ölmek üzere olan erkeğe koşup sarılacaktı neredeyse.
Işık geçici bir güç vermişti erkeğine. Yeniden solukları düzensizleşti. Hırıltıya döndü. Artık konuşmada zorlanıyordu.
Derin bir nefes almış gücünün son kırıntılarıyla, “Üçüncünün adını HAYAT koy!” demişti. Susmuştu. Karnı inip kalkıyordu. Dişisine öfkeyle bakıyordu gözlerindeki parıltı söner gibiydi:
“Hayat de üçüncüye. Hayat! Kork ondan! Ölümün ve yaşamın, zevkin ve ıstırabın simgesidir O. Gücünü, varlığını, varoluşunu acı, zevk, ıstıraptan alandır O. Senin kanlı ellerini benim kanımı kendinde var edendir. Hayat de üçüncüye. Özlemi kavuşmayı ve ayrılığı kendinde birleştirendir.
Hayat koy adını üçüncünün. Ve kork ondan. Kork. Tetikte dur. Hep bir dikkatli ol. Hep bir uyanık ol! Gözlerini üzerinden ayırma. Sırtını dönme ona. Sakın dönme sırtını! Hayat de ona. Benim öfkem, benim kinim, benim öcüm, benim sevdam, benim hasretim, benim kavuşmam, benim ayrılığım onda toplanacak. Senin zehrin onda yaşayacak.”
Yaşlı akrebin bakışları hala ikincideydi. Başını hafifçe oynatsa ya da hafifçe kaydırsa gözlerini üçüncüyü görebilecekti. Görmek istiyordu onu. Onu da görmek istiyordu. Ama korku boğazında düğümlenmişti. Boğazını sıkıyordu korku. Işık'taydı gözleri hala. Işık umursamaz bir tavırla salınmaktaydı yuvada. Alevin bakışlarıysa inatla üzerindeydi annenin. Sevecen, sıcacık. Olduğu yerde öyle hareketsiz bakmadaydı annesine. Kırpmadan gözlerini. Belki kardeşi Işığı kıskanarak. Ve bu kıskançlığın sezilmesinden korkarak.
İşte anne bakışlarını yeniden çevirmişti kendisine. İlk günlerdeki gibi koşarak annenin kucağına gitmek istiyordu ya, tutuyordu kendini. Anne sanki onun düşüncesini seziyor ve kendini geri çekiyor gibiydi. Bir tuhaflık vardı annesinde bugün. Ya ışığın umursamazlığı? O hep öyleydi gerçi. Annesi en çok onu seviyor olmalıydı. Çünkü ne zaman ona baksa, Işık ne zaman yanına varsa annenin gözleri ışıl ışıl olur ve sarardı. Işıktan sonra geldiğini seziyordu Alev. Işığın yerinde olmayı ne kadar çok istiyorsa o kadar da üçüncü kardeşin yerinde olmadığına seviniyordu. Anneleri üçüncü ne zaman yaklaşsa bir bahaneyle uzaklaşırdı yanlarından. Ve üçüncü de farkında olmalıydı bunun ki diş bilerdi her birine..
Işık aşırı sevilmenin şımarıklığıyla ne denli pervasızsa sevgiyi görmeyen Hayat ta o kadar öfkeliydi. Damarlarındaki zehir öfkedendi. Baştan ayağa öfkeydi üçüncü. Baştan ayağa zehirdi. Ve bunu belli etmekten de zevk alıyor gibiydi. İki kardeş ve anne hep çekinirdiler ondan. Tedirgin olurdu her biri.
Anneleri üçünü bir arada niye toplamıştı ki bu gün? Neydi bugün? Anlatacak nesi kalmıştı ki annenin?
Anne akrep başını eğmişti. Tuhaf bir eğişti. Sanki utancından eğmişti. Onlara dansı anlatacaktı. Bir erkek akrebin başına gelecekleri ve dişi bir akrebin yapması gerekenleri.. istemese de yapmak zorunda oldukları şeyleri.
Alevi anlatacaktı anne başına topladığı çocuklarına. Zamanı gelmişti. Soylarının düşmanlarını anlatacaktı. Yaz ve Güzü, Ölüm ve Dirimi.. hiç de kurduğu gibi olmuyordu işte. Kendi annesini hatırladı. Ne kolay anlatmıştı annesi her bir şeyi. Vuslatın sarhoşluğuyla kendinden geçen erkeğin tam baş kısmına, ensesine vücudunda biriktirdiği zehri nasıl kuyruğuna süreceği ve oradan tüm şiddetiyle sarhoş erkeğin taa derinlerine nasıl zerk edeceğini.. annesi ne de kolay anlatmıştı. Bir çırpıda. Belki annesi de zorlanmıştı, bunu o an bilemezdi ki. Soramazdı ki. Sormamıştı da. Gözleri Alevle Işığın üzerinde gidip geldi.
Ve sesinin tüm otoriterliğiyle konuştu:
“Dinleyin!”
Hepsi bu kadar. Otoriter ses kayboldu. Maskesi düştü. Anlatamayacaktı. Beceremeyecekti. Yumdu gözlerini. Derin bir nefes aldı. Yeniden denemek istedi. Sesi kısılmıştı. Sanki saatlerce konuşmuş, bağırmış gibiydi. Yapamıyordu. Olmuyordu işte. Gözleri doldu annenin. Şaşkındı yavrular. Hayatın öfkesi öylesine kabarmıştı ki..
Anne gözlerini yumarak iniltili bir sesle:
“Gidin! Gidin artık! kendi yuvalarınızı kurun! Gidin!” diyebildi.
Yıkılmıştı, çözülmüştü, yavrularının gözleri önünde yıkıldığının, çözüldüğünün farkındaydı. Kursağındaki zehri ağır ağır kuyruğuna doğru sürdü. Yılların yorgunluğundan olsa gerek yavaş, oldukça yavaş kaldırabiliyordu kuyruğunu, kaldırdı, kaldırdı tam ense köküne ve hızla indirdi.
***
Genç adam biri kolunda, diğeri ensesinde ne yapacaklarını bilemez bir halde iki akrep yakaladı. Önce ürktü. Gözlerine inanamadı. İki akrep. Sokmamışlardı onu. Bu nasıl olabilirdi ki? Oluyordu işte.
Akrepler öylesine şaşkındılar ki genç adam bu şaşkınlıklarına güldü onların. Birden ayaklarının arasından hızla kamp ateşine doğru giden bir başka akrep gördü. Üçüncü akrep göz açıp kapayıncaya kadar atmıştı kendini ateşe. Başını salladı.. yakaladığı akrepleri yere bıraktı.
Bırakıldıkları yerde öylece duruyorlardı. Çaresizdiler.. genç adam eline aldığı bir çöple dürtükledi her ikisini de.. gitmek istemiyorlardı sanki. Genç adam aklınca diğer arkadaşları onları görüp de zarar vermesinler istiyordu. İki akrep ağır ağır ateşe doğru yürüdüler genç adamın şaşkın bakışları önünde alevlerin içine daldılar bir önceki yavru akrep gibi.