"Adam yutkundu. Karısı haklı gibiydi. Bu sığ denizde balina ne arardı. Ve fakat balina olmasa da kendilerinin sığabileceği büyüklükte bir balık olamaz mıydı? Niçin olmasındı? Bu yumuşak jölemsi mekânın başka bir açıklaması var mıydı?"
Kendi boylarında, sarışın, ela gözlü, zayıf yapılı, elmacık kemikleri hafif çıkık, kalkık küçük burunlu, ince ve uzun parmaklara sahip olan ayaklarının küçüklüğüyle övünen karısı, boylu boyunca sol tarafı üzerine yatıyordu. Sol eli başının altındaydı, sağ kolu ileri uzanmış bir şeyi kovar gibiydi ve uzanan bu kol da kaskatı kesilmişti. Kadın derin bir uykudaydı.
Uykuda mıydı baygın mıydı koca tarafından anlaşılmış değildi. Baygın olma ihtimali daha yüksekti. Kendisi de bir tür baygınlıktan ayılmamış mıydı? Öyleydi, öyle olmalıydı. Yoksa kendine geldiğindeki bulunduğu yeri nasıl açıklayabilirdi ki kendisine? Kimse açıklayamazdı.
Devasa bir nesnenin, bir mekânın, devasa ve yumuşakça -tıpkı jöle gibi olan- bir mekânın içindeydiler. Karısı ve kendisinden başka kimse yoktu. Evlerindeki salon büyüklüğünde bir yerdi burası. Hani ölçme imkânı bulabilse ölçerdi ve evdeki salonun büyüklüğüyle birebir aynı olduğundan farklı olmadığını görür kendinden emin olmanın verdiği duyguyla kasıla kasıla etrafına bakardı.
Ve belki şöyle bile derdi:
“Benim gözümden kaçmaz ya.. işte bir bakışta milimi milimine aynı olduklarını anladım. Göz değil metre. Ki elim de terazidir bilirsiniz!”
Ve fakat diyemedi. Kendi kendine bile böbürlenecek bir zamanda değildi. Vıcık vıcık olan ve kedi, köpek, sıçan, fare leşi gibi kokan bu yer kişinin böbürlenmesine mahal vermiyordu. -Allah’tan insan bir süre sonra bu kokuya alışıyordu da öyle nefes alabiliyordu. Yoksa nefes dahi alınmazdı. Öylesine kesif çürümüş bir koku içinde insan elbet nefes alamaz.- Etrafını incelemiş kokunun kaynağı görmeyi umut etmişti nafile.
Tabir-i caizse salonun tavanı diyebileceğimiz ve ağırlığı otuz kiloya yakın antika avizenin durduğu bölmede bir delik vardı, kocaman bir delik –ihtimal buraya oradan düşmüşlerdi- ve oradan arada sırada tanımlayamadığı cisimler düşüyordu ve belki şu leş kokusunun kaynağı da o delikti.
Bilemiyordu. Bilemeyecekti. Belki de şu ellerini yapış yapış yapan sıvıydı kokunun kaynağı. Jölemsi mekânın duvarlarından ağdamsı gibi bir sıvı iniyordu. Ve her tarafına bulaşmıştı. Evet, belki de bir süre sonra alışılan kokunun kaynağı bu sıvıydı. Sanki değdiği yeri ilk değdiğinde yakıyor gibiydi.
Korku dolu gözlerle ellerine, kollarına bakmış her hangi bir yanık belirtisi aramıştı. Boşunaydı. Değince sızlatan ağdalı sıvı korktuğu şey değildi. Nedense aklına asit gelmişti, hiç bilmediği, görmediği sadece filmlerden kitaplardan bildiği bir sıvı olduğuna hükmetmesinin nedeni değince sızlatmasıydı. Oysa sızlatan nice sıvılar vardı. Niye aklına limon suyu veya benzeri değil de asit gelmişti ki?
“Her şey bitti, her şey tamam geriye kaldı akla asidin niçin geldiği öyle mi? Ne tuhaf ne felaket birisin sen!” düşünceleri aklından geçerdi geçmesine, ama içinde bulunan korkunç ortam buna kuşkusuz engel oluyordu. Buraya nasıl gelmişlerdi? Kim getirmişti?
En son anımsadığı bir tekne gezintisine çıktıklarıydı. Eşiyle beraber romantik bir gün geçirmek, arada sırada –bu hemen her gündü neredeyse- “Hayatımızda hiçbir sürpriz yok! İnekler, yok tavuklar, yok kazlar, yok sürüngenler gibi yaşıyoruz!” diye sitem eden karısına hiç ummadığı bir sürprizi yaparak gönlünü almak istemişti.
Ve işte kendisinin de hiç ummadığı bir sürprizin en alasını –ki adam oldum olası sürprizleri hazzetmez, hatta karşılaştığı her beklenmedik şey karşısında neredeyse çılgına dönerdi- yaşıyor, yaşatıyordu. Karısı yavaş yavaş uyanıyordu. Çünkü uykudan uyanan bir insanın kıpırdanmalarına benzer kıpırdanmalar baş göstermişti kadında. Kadın uyandı. Doğrulur gibi yaptı.
-Biz hangi cehennemdeyiz, diye bağırdı, kireç gibi olmuş bir yüzle, dizleri üzerinde düşmemek için gayret gösteren ve korkudan iri iri açılmış gözlerle kendisine bakan kocasına. Güçlükle açmıştı gözlerini kadın. Açar açmaz afallamıştı, sanki kafasına görünmez bir el ağır bir cisimle vurmuş gibi olmuştu gözleri karardı.
Yeniden kendinden geçse de, bir ağırlık, sebebini anlayamadığı bir ağırlıkla yaptığı korkunç mücadeleyi kazanarak bir daha yeniden açmıştı gözlerini. Ağzında öyle acı bir tat vardı ki yeryüzünün en acı biberlerinden bir kaçını görünmez bir el tıkıştırmış gibi sandı. Vıcık vıcık bir yer.. peltemsi.. ellerine abanarak ayağa kalkmayı denediyse de birkaç denemeden sonra boşuna bir uğraş olduğu ortaya çıkmıştı.
Yerler kaygandı, duvarlardan da ağdalı sıvılar akmaktaydı. Kocasının işiydi bu. Bu kesin şu kireç suratla bakan ödlek mendeburun işiydi. Yine ne halt karıştırmıştı? Kadın da kendisi gibi –büyük bir güç harcayarak- dizleri üzerine doğrulmuş ve insanın iliklerine kadar işleyen sesiyle ünlemişti:
-Hangi cehennemdeyiz?
Susacak mıydı hayır. Öyleyse “Bir yanıt vermeliyim?” dedi kendi kendine adam. Ve fakat susmayı seçti. Hangi cehennemde olduklarını, bu cehenneme nasıl geldiklerini bilmiyordu ki.. ne desindi?
Başını dik tutmaya çalışsa da beceremedi elinde olmadan başı aşağı düştü. Bu kere suskunluğa istemeyerek sığınmıştı. Kadın bir yandan ayağa kalkmaya çalışıyor bir yandan da konuşmayı sürdürüyordu.
-Sana söylüyorum mendebur adam biz hangi cehennemdeyiz? Niye susuyorsun?
Adam ayağa kalkmaya çalışan ve haykırışlarla sorguya çeken karısına yanıt vermek yerine,
-Boşuna uğraşma ayağa kalkılmıyor.. ayağını bastığın yer çöküyor, diyebildi, bu uzun upuzun tümceyi kurumuş gırtlağına rağmen kurabilmiş ve sarf etmişti.
Kadın adamı dinlemedi, ayağa kalkmaya çalışmanın boşuna bir uğraş olduğunu hemencecik kavrayan kocasına inat –ki üçüncü denemeden sonra bırakmıştı- saymaktan vazgeçtiği denemelerini sürdürüyordu uyandığında tıpkı kendisinin verdiği sonuçsuz uğraşıyı! Hâlâ sürdürüyordu.
Adam ilk başta kendi kendine “Bu çabanın boş bir çaba olduğunu benim gibi birkaç denemeden sonra anlayacak vazgeçecek ve dizleri üzerinde durabildiği için şükredecek.” demişti.
Adamın dediği gibi olmadı. Kadın habire uğraşıyordu. Ne denli inatçı olduğunu unutmuştu karısının. Ve fakat nihayet dizleri üstünde durmaktan başka çaresi olmadığını kadın da anlamıştı. “Hayır, yani yüzüstü şu ağdamsı sıvı üzerine kapaklanıp kaldığını düşünsene bir. Kadın boşuna yormuştu kendini. Tamam, iki üç kere denedin baktın olacak bir iş değil öyle ise duruma adapte olman gerekir, bunu sana bir türlü öğretemedim be kadın!” diye bir uslamlamayı başka zaman olsaydı yapabilirdi ve fakat şimdi.. şimdi zamanı değildi.
-Niye susuyorsun bunak şey?, diye ağlayarak bağırdı kadın. Sağ ayağı üzerine abanmış o abandıkça ayağı da peltemsi zemine gömülmüştü. Güçlükle çıkardı yeniden dizleri üzerinde durdu. Adama baktı. Bir süre birbirlerini süzdüler.
Adamın yüzünde korku öylesine yer etmişti ki acıdı kadın. Adam başını salladı ürkek bir sesle:
-Bilmiyorum.. hangi lanet yerdeyiz bilemiyorum.. en son teknedeydik, diyebildi.
Kadın içinde bulundukları olumsuzluğa karşın o alaycı ses tonuyla:
- Aa.. neyse ki onu hatırlıyorsun.. ben ne demiştim sana.. ben ne demiştim sana ha.. binmeyelim demedim mi? Bu teknede bir tuhaflık var.. pahalı olduğu her halinden belli bir yatın günlük kirası bu kadar olamaz bu işte bir iş var demedim mi? Demedim mi lanet olasıca?, dedi.
- Dedin, dedi adam, dedin hem de yüz bin kere dedin.. ve fakat benden önce atladın güvertesine yatın.. de ki hayır..
- Nasılsa vazgeçmeye niyetin yoktu..
- Yoktu değil mi?
- Yoktu..
Kadın biraz yumuşar gibi olmuştu. Suçu –eğer ortada bir suç varsa- biraz –o da azıcığını- paylaşmaya yaklaşmanın bir sonucu gibiydi bu yumuşama imleri.
- Her ne haltsa, dedi kadın, etrafına korkulu ve kuşkulu bakışlar atarak, sence neredeyiz?
Adam kadının bakışları doğrultusunda etrafına bakınıyordu. Verecek bir yanıtı vardı var olmasına ama bir türlü aklı onaylamıyordu. Akıl onaylamayınca da sözcüklere dökemiyordu o yanıtı. Kadın adamı bir şeyler söylemeye var gücüyle zorluyordu.
- Neredeyiz?
Ağlıyordu da kadın. adam güçlükle yutkundu:
-Sanırım dev bir balığın, belki bir balinanın karnında, midesindeyiz, bilemiyorum.. ama kuvvetle muhtemel..
- Daha neler?, diye haykırdı kadın, zırvalıyorsun..
- En son bir yatta denizin ortasındaydık.. aklıma başka bir şey gelmiyor..
- Gelmez tabi, dedi kadın, ipe sapa gelmez ne varsa aklına o gelir.. sanki okyanusa açılmışız da balinaya denk gelmişiz.. senin aklın nerede? Şu kuş kadar aklınla seni bir de şef yaptılar ya ofise.. o ağırıma gidiyor.
Adam yutkundu. Karısı haklı gibiydi. Bu sığ denizde balina ne arardı. Ve fakat balina olmasa da kendilerinin sığabileceği büyüklükte bir balık olamaz mıydı? Niçin olmasındı? Bu yumuşak jölemsi mekânın başka bir açıklaması var mıydı?
- Ee.. sen ne diyorsun?, diyebildi ürkek bir tavırla.
- Yatın sahibi meymenetsizin tekiydi.. onun bir oyunu bu.. ikram ettiklerinden yiyip içmeyecektik. Belki de seri katildir.. kurbanlarını yatına ucuz fiyatla bindiriyor sonra onları uyutup buraya getiriyordur.
Adam karısının da kendisi kadar uçuk bir şeyler söylediğinin farkındaydı. Alay etmeden –ki böyle fırsatları hiç kaçırmazdı, ince ince alay ederdi dile gelen olmazlar karşısında ve fakat şimdi şuan, bu mekân yeri değildi, nasılsa daha nice fırsat çıkardı- şefkat ve sevgi dolu bir sesle:
- Yapma hanım.. sanki burası Amerika da seri katillerle karşılaşalım.. belki yat battı.. denize düştük.. sonra da bir şey –balina veya başka bir deniz canlısı olmasın- bizi çekip –bir burgaç, bir su akıntısı ne bileyim işte öyle bir şeyler- denizin altındaki bu mekâna soktu. Boğulmaktan kurtulduk.
Daha çok şey söyleyecekti adam ve fakat nedense aklına başkaca söylenecek söz gelmedi. Sustu. Birden şiddetli bir sarsıntıyla dengesini kaybetti, gözleri karardı, bir el, görünmeyen bir el kendisini şiddetle sarsıyor ve bağırıyordu;
- Ölüm uykusuna mı yattın herif.. kalk hele kalk.. evi su bastı ben sana bu gece berbat bir hava var etrafı bir kontrol et, dedim ama dinletemedim.. kalk.. kalk yağmur değil afat bu.. her taraftan sular fışkırıyor.
Adam süratle gözlerini açtı. Yataktaydı. Alelacele doğruldu, uykudan sıyrıldı. Rüya mıydı o yaşadıkları..
“Aman Allahım!” dedi fısıltıyla rahat bir nefes almayı ihmal etmeden. Yüzündeki memnuniyeti karısı fark etmesin diye terliklerini arar gibi yapıyordu. Zemin olduğu gibi suyla dolmuştu. Prizlerden fışkıran sular bile adamın rahatlamasını bozmaya yetmemişti.