"Ş. Leyla olmasa da yaşamımı, varoluşumu, soluk alışımı anlatan, kayıt altına alan bir ayraçtı. Oluşla yok oluş arasındaki bir ayraç. Gece ile gündüzü bir eden ayraç."
Birkaç kez –emekli olmadan önce- üstlerinden uyarılar almıştı bu hususta. “Yaşar bey siz bankamızı temsil ediyorsunuz. Bankamızla ilgili toplantılarda, törenlerde bu konuya azami dikkat göstermelisiniz. Evinizde barkınızda nasıl konuşursanız konuşun, ama lütfen toplantılarda bir daha “tekaüt” ve benzeri sözcükleri duymayalım.”
Bu sözleri, bu uyarıları kaç kez kaç değişik müdürden dinlemişti sayısını unutmuştur, desek abartmış sayılmayız. Üstlerinin ikazlarına elinden geldiğince uymuş sızlanmamıştı bile. Ve işte altı aydır keyfince konuşuyordu, dedikleri gibi sabrın sonu selamet imiş. Bilgisayarın açılmasını beklerken bunları düşünüyordu Yaşar Bey.
Günün hemen her bu saatinde –sabah saat 10.30- bilgisayarı açar e-maillerini kontrol ederdi. Tıpkı bir zamanlar –yıllar yıllar önceydi bu- posta kutusunu kontrol etmek gibi bir şeydi. Gerçi posta kutusunda olanların yeri bir başkaydı. Her şeyden önce dokunabiliyordunuz, belki –belki değil kesin- kokluyordunuz.
Okumak için bir hevesle zarfı açarken elleriniz –bazı kişilerden yahut kurumlardan gelen mektuplarda böyle olurdu- titrer, bayılacak gibi olurdunuz. Ya şimdi.. soğuk bir ekranda sadece okunabilme vasfına –ah bu sözcük- sahip e-mail. Ne yazımında içtenlik, ne zorlanmışlık hali.. bazı mektuplar olurdu ki adeta yazarla-sözcüklerin cenk ettiğini haykırırdı.
Kaleme abanarak yazıldığını mektup kâğıdının neredeyse yırtılacak raddeye gelişinden çıkarırdınız. İçinizi ısıtırdı mektuplar. Bazen elinizi yaktığı olurdu. Yüreğinize oturan cinsten mektuplar da olurdu. Hele kurumlardan –örneğin icradan- gelenler nefesinizi keserdi. O mektuplar bile şu e-mailler kadar soğuk değildi onlar da bile bir sıcaklık vardı.
Bazı mektuplar olurdu isimsiz.. ve açtığınızda şöyle bir takım tümceler “Bu mektubu yedi kere yazıp tanıdığınız yedi kişiye gönderirseniz evinizde bereket artar. Borçlarınızdan kurtulursunuz. Evde kalmış kızınız varsa tez zamanda yuva kurar. Mahpus yatan bir sevdiğiniz varsa umulmadık bir afla kurtulur. Bu satırlara inanmayıp yapmayan nicesinin evi yandı, trafik kazasına kurban gitti..” v.s v.s.
Böyle mektuplar aldığı çok olmuştu Yaşar Bey'in. İlk zamanlar inanır gibi olmuş hatta altıncı mektubu yazdıktan sonra durup düşünmüş ve sonra da bu muzipliği yapanın zekâsına selam çakıp yazdıklarını ve gelen mektubu yırtmıştı. Ya şimdi?
Hani o zaman bu tip mektupların bir maliyeti vardı. Yedi zarf alacaksınız, diyelim yirmi beş kuruş olsun –en son aldığı zarf yirmi beş kuruştu- neredeyse iki liraya yakın. Eh kâğıt da.. ve sonra postaya.. bir liradan aşağı posta gönderemezdiniz. Bu masrafı herkes karşılayacak değildi elbet. o yüzden yarım yamalak kalmıştır bu muziplik. Ya şimdi?
Böyle bir muziplik yapılmaya kalkılsa tüm dünyaya yaymak işten bile değildi. Artı hiçbir masrafı da yoktu. siz ister e-mail atın ister atmayın bilgisayarınız internet hattınız varsa zaten masraf yapmışsınız. Yaşar bey dudak bükerek tek tek e-maillerini kontrol etti. Reklam oldukları belli olanları hiç okumadan, açmadan sildi. Normal “gelen kutusu”ndaki e-mailler bitince “spam” kutusuna da baktı. e-mail hizmeti sağlayan servis kendi kafasına göre spam olmayan nice e-maili spam sayıyordu, bunu çoktan fark etmişti. Maillerden birinin başlığı tuhaftı.. tıpkı “bu mektubu çoğaltın” mektupları gibi. Birden bir heyecana kapıldı ki sorma gitsin. Hani ellerinin titremesini engellemek için neredeyse iki üç dakikasını vermiş gibiydi.
“Bu maili çoğaltıp yetmiş kişiye gönderirseniz..” gerisini okumadı. Gözleri yaşarmıştı. Sevinçten ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Çoğaltılıp gönderilmesi istenen metni okumaya başladı.
LEYLA İLE MECNUN
-der beyan-ı sebeb-i te’lif-
-1-
Epey bir zaman önce kendisini duyuran, duyurmakla kalmayıp adeta bizi buna zorlayan yaşanmışlıkların kendilerini bildirme hevesi, daha doğrusu arzusu –daha doğrusu arzusu diyoruz zira kanaatimizce (zannımızca değil, kanaatimizce) heves ve arzu farklı vasıflara sahiptirler, heves’in kökeninde sevk-i tabi’lerimiz varsa, arzunun kökeninde ise sevk-i iradi yatar, dolayısıyla arzusu demek daha isabetli bir deyiş olmaktadır- maşager-i kâri’nin –duygulu okuyucunun- hissiyatına matuf bir hekâtın anlatılmasını iktiza ettiriyor idi. Ve fakat daha karar aşamasında -bunu kalbinde bütün ağırlığıyla duyan her kişinin yaşayacağı gibi- belki yazıya dökülecek devrin, belki dönemin, belki kesitin, belki bir anın, belki bir saatin yahut belki bir günün, belki bir ayın seçimi bir sorun olarak karşısına çıkıyor idi yazarın yahut yaşamışın. Çıkmıştı. Çıktı. Çıkıyor. Çıkacaktır da. Madem böyle bir sorun adem-i vücuttan sıyrılıp vücuda gelmiştir bu sorunun halli nasıl olacaktı? Yaşanmışlıkların hangisini niçin önce anlatacaktı yazar, yahut yaşayan?
İlk akla gelen elbet ciyadet ve küşeyiş –tazelik ve açıklık- olacaktır ki buna kimse itiraz etmeyecektir yazılsa yahut anlatılsa ve fakat hilaf-ı adet bizim yazarın, yahut yaşamışın adeta meziyyeti idi ki bu hal burada da zuhur etmişti. Elbet erbab-ı rağbet –istekliler- ciyadet ve küşeyişin ölçütlüğüne fittirler, öyle de olmalılar ama yazar yahut yaşamış ciyadet ve küşeyişin hassa-i dilfirip –gönül aldatan nitelik- olduğuna iman eylemiş idi ve bu iman ile adeta sarhoş idi.
Bu sarhoşluktan onu ayırmak namümkün gözükse de cehdi elden bırakmamak akla daha bir münasip geliyordu. Münasip gelse de sorun yalnız bu kadar da değildi. Birden bire belirdiği sanılsa da –ki öyle olmadığını tanıyan hemen herkes bilir- bir başka sorun da huzurda sıkıntılı bir biçimde dönenip duruyor idi. Anlatış ne kadar sürmeli? Tulûdan guruba kadar mı sürmeliydi yoksa gurub’tan tulû’a kadar mı?
Bu da yazara yahut yaşamışa ehemmiyetli bir sorun olarak gelmekteydi. Hem anlatırken sada-yi muhrik bir ses ile mi yoksa titrek bir sada ile mi anlatılmalı? Öyle ya sunum hemen her şeyde önemlidir ve dahi önemli de olmalıdır. Hem hangi yönüne vurgu yapmalı? Hangi yönünü öne çıkarmalı? Dilber-i tabii'liği mi öncelenmeli? Yoksa, yoksa ne kadar bedayi tasavvuru mümkün ise kaffesini camidir, deyip mi başlamalı söze?
Yazar yahut yaşayan bunun ila nihaye uzayacağını bu uslamlamanın bir fasit daireden öte bir anlamı, gerçekliği olmadığını derk edip fehmedince vazgeçip susmayı tercih edeceğine hükmetmeye birkaç adım kalmış iken nasıllığı bize ve elbet tüm maşager-i kari'lere meçhul olan bir güç yahut itki ile birden aşka gelip şu sözleri söylemeye yahut yazmaya başladı.
Yazıp söyledikçe içinin ivicaçlı –yılankavi- yolları aşılıyor, ivicaçlı yollar aşıldıkça içinde bir saha-i dilrüba –iç açıcı yer, alan- beliriyor git be git anlatılmaz bir huzur kesbediyordu.
Belki yazan yahut yaşayan bunu sezdiği için bizim hükmümüzün –hani bir uslamlama yapmıştı nasıl ve nereden anlatmaya yahut yazmaya başlanacağına ve bu uslamlamanın bir fasit daire olduğunu derk edip fehmedince vaz geçeceği hükmüne götürmüştü ya bizi- batıl olmasını dahi umursamayarak yazmaya yahut söylemeye başlamıştı.
O başladı biz sustuk. Ve fakat suskunluğumuz birtakım hissiyata sebep olmuş olmalı ki yazan yahut yaşayanın cemalinde ummadığımız bir sıkıntı gördük. Görünen sıkıntının kaynağı olduğumuz sanısı bizi ziyadesiyle hem pek ziyadesiyle azaba duçar kıldı. Heyhat bizdeki azap o muazzep ruhun helecanına galebe mi çalar ki? Boşuna.
Yine de sanılmasın ki yazarın yahut yaşayanın muazzep ruhundaki helecanın mebdei temaşa-i letafettir yahut şahit olduğu yahut bizzat vasıl olduğu buse-i nermindir. Bu husustaki bilgimizin nakıslığı sizlerce de –yani duygulu okuyucularca- malum olduğuna göre gerçek bir suskunluğa bürünüp yazana yahut yaşayana kulak verelim. Zira O –yaşayan yahut yazan- başlamıştı biz susmuştuk.
-2-
Daha dört beş –belki iki üç- yaşlarında bile baktıkları yerde birbirlerini görmüşlerdi. Birbir seslerini duymuşlardı. Birlikte büyümüşlerdi, yani ahretlik, aynı zamanı tüketmişti Leyla ile Kays –kuşkusuz Kays o yaşlarda Mecnun olarak anılmıyor, bilinmiyordu- . Aynı mektepte aynı toprağa diz büküp oturmuşlardı. Aynı seslerin imgesi harfleri birlikte terennüm etmişlerdi. Aynı yanlışları yapmış aynı sevecenlik ve bilgiçlikle birbir yanlışlarını düzeltmişlerdi.
Yani Leyla ile Mecnun daha tıfılken, daha küçücükken birlikte gülmüş, birlikte ağlamışlardı. Birlikte yanmışlardı. Birlikte kasırgalara, tufanlara karşı koymuşlardı. Birlikte duymuşlardı çaresiz çığlıkları, haykırışları, birlikte koşmuşlardı ceylanların ardından, aynı ceylan yavrusunu kucaklamışlardı, aynı gözeden kana kana içmişlerdi. Aynı güzergâhta ayak izlerini bırakmışlardı. Aynı umarsızlığı duymuş, aynı bekleyişleri seçmişlerdi. Aynı yağmurda ıslanmış aynı güneşte saçlarını kurutmuşlardı.
Oysa Ş. ile ben ayrı soyda, ayrı boyda, ayrı zamanda ayrı mekânda dünyaya geldik. Ne birlikte bir pınar gördük ne birlikte bir dere geçtik, ne birlikte kayan yıldız avcılığına, eleğim sağma tanıklığına erdik. Ayrı doğduk, ayrı büyüdük. Ayrı masallar dinledik, ayrı türküler söyledik, ayrı şiirler ezberledik.
Yok! Ş. hiç şiir ezberlemedi. Ezberlediyse de ben bilmiyorum. Ayrı artistleri, ayrı filmleri izledik. Ayrı renklere, ayrı çizgilere, ayrı seslere tanık olduk, hiç birbirimizin varlığına tanık olmadık ne okul sıralarında ne kaldırım taşlarında taa karşılaştığımız yıla kadar, nasıl olsun ki Ş. Leyla değildi ben de mecnun!
Ş. karşılaştığımızın ayrımında bile olmamıştı. Saçlarında eğleşen bakışlarımı hissetmemişti. Edası karşısında nutkumun kesildiğini, boğazımın kuruduğu bilmemişti. Hoş bilmeye de niyeti yoktu. Gerçekten. Yanımdan saçlarını savurarak geçip gitmişti. Belki bastığı yeri görmekteydi, karşıdan gelenlerin, esen rüzgârların ayrımındaydı. Paytonların sesini, sımışka satan çocukların ünlenişini duymuş, onları görmüş bir beni bilmemiş ben görmemişti. Bu halden zerre kadar alınmış da değildi. Kendisini gören gözlerin, kendisini duyan kulakların varlığı bir coşkuya neden olmaz mı? Olur. Fark edilmek her insanı heyecanlandırır, ayaklarını yerden kestirir. Ve fakat o hiç tınmadı yanımdan geçip giderken.
Dedim ya Ş. Leyla değildi ben de Mecnun.
Ve fakat yeminle ben O’nu hep bildim O beni bilmese de. Ben hep O’nu andım O beni anmasa da. Ben hep O’nun ismini söyledim, O’nun ismini haykırdım, O benim adımı hiç işitmemiş olsa da. Yeminle ben her zaman tüm varlığımla O’nu duyumsadım O beni duyumsamasa da.
Ve fakat şu da bir gerçek ki Ş. Leyla değildi ben de Mecnun. Ş. Leyla olmasa da ben mecnunluğa meyyaldim. Bak bu kaskatı bir gerçektir. Yani mecnunluğa meylim olduğu. Ya Ş.?
Ş. Leyla olmaya meyilli değildi. Hem Ş. niçin Leyla olmaya meyilli olsundu ki? Leyla da kim oluyor? Ş. elbet Ş. idi! Ş. Leyla değildi ben de Mecnun.
Ş. Leyla olmasa da yaşamımı, varoluşumu, soluk alışımı anlatan, kayıt altına alan bir ayraçtı. Oluşla yok oluş arasındaki bir ayraç. Gece ile gündüzü bir eden ayraç.
Cemal Çalık, 02.12.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü