7 Aralık 2016 Çarşamba

SA3729/KY1-CÇ342: Bir Sevda Masalı

Benim O’nu tanımam O’nun da beni tanımasını gerektirmiyor ki.  Ha bak bu anlattıklarım aramızda kalacak, tamam mı?” dedi ihtiyar adam elindeki boş bardağı hafifçe çay tabağına koyarken. 


“Bu anlatacaklarımda küçücük bir abartma olmadığını peşinen belirterek başlayacağım söze..” dedi İhtiyar Adam. “söz” sözcüğü ağzından çıkar çıkmaz yutkundu ve sonra öksürdü. Belki öksürmedi de boğazını temizledi. 

-Boğazını temizledi diyoruz zira İhtiyar Adam sık sık elinden kurtulamadığı –bu İhtiyar Adamın kendi yakıştırmasıydı- bir gıcıktan söz ederdi ve bunu her öksürdükten sonra yinelerdi. Öksürükleri kesilince sağ elini kaldırıp gırtlağına götürür, şehadet parmağıyla adem elmasına –ki İhtiyar Adamın âdemelması normalden bir hayli büyüktü- hafif hafif vurarak, “Nah şurada bir şey var.. sanki yapışıp kalmış bir ekmek kırıntısı yahut bir et parçası.. sözün özü elinden kurtulamadığım bir gıcık var tam burada. yoksa ciğerlerim sağlam, yani öksürüğümün temelinde ciğerlerime ait bir arıza yok.. elinden kurtulamadığım bir gıcık var hepsi bu!” derdi, bu kere de aynını yaptı.- 


Öksürdü. Sağ elini kaldırdı –buradan şu anlaşılıyor ki bu davranış İhtiyar Adam’da bir tik halini almıştır, yani böyle yapmamak elinde değildir.- şehadet parmağıyla âdemelmasına vurup elinden kurtulamadığı gıcığı dile getirdi-


İhtiyar Adam ve muhatabı Genç Adam bir kır kahvesinde oturmuş çay içiyorlardı. Genç adamın oldukça sıkıntılı bir hali vardı. Oturduğu yerde zoraki oturduğu her halinden belliydi. İhtiyar adam üçüncü bardak çayını yudumlayıp yarıya indirmişken Genç Adam ilk çayından üçüncü bir yudum bile almamıştı. 

-Normalde tersi olmalıydı. Yani Genç Adam sıkıntılı ve zoraki oturmamış olsaydı üçüncü bardağını –belki dördüncü bardağını- yarılar İhtiyar Adam da ilk bardağından bir yudum ya alır ya almamış olurdu. Belki de çayı sevmiyordur Genç Adam, böyle bir olasılığın uslara gelmiş veya gelebilmiş olmasında elbet bir sakınca yoktur. Ancak buna dair her hangi bir im elimizde olmadığı için sıkıntı ve zorakilikle açıklıyoruz Genç Adamın duruşunu, oturuş biçimini. Hani belki de Genç Adama karşı bir tavrımız olduğu sanılır diye bu açıklamayı zorunlu gördük. Ne hali varsa görsün, de diyebilirdik. Gelip geçenlerin, masalara yeni konan müşterilerin, daha önce –ikiliden önce- oturmuş olup da kalkanların ikiliye tuhaf bakışları da bizim sıkıntı ve zorakilik açıklamamızı destekler niteliktedir. Bu ikiliyi birbirlerine yakıştıramadıkları her halinden belliydi kır kahvesinin hem eski hem yeni, hem kıdemli hem kıdemsiz müşterilerinin. Oysa ortada yakışıksız bir durum da yoktu hani. Belki dede torun idiler, belki baba-oğul idiler –hani belki geç evlenmiştir, geç çoluk çocuğa karışmıştır İhtiyar Adam ve böylece de torun yaşında bir oğula sahiptir- belki uzak diyarlardan kalkıp gelmiş bir konuktu Genç Adam. Niçin ihtiyar adam değil de genç adam uzak diyarlardan gelmiş bir konuktur denildi, türünden bir soru usumuza düşerse Genç Adam’ın çekingenliğini, sıkılganlığını öne sürerek kimi uslara düşme olasılığı olan bu sorunun önünü almış oluruz, diye umuyoruz.


Hem eski hem yeni müşterilerin bu ikiliyi garipsedikleri o kadar açıktı ki, bunun aksini savunmak, aksini düşünmek büyük bir cesaret isterdi. Öyle büyük bir cesaret ki, ancak mitolojik kahramanlarda görünebilecek türden bir cesaret. Öyle bir cesaret gerçek yaşamda görülemeyeceğine göre.. bize düşen hem yeni hem eski müşterilerin bu ikilinin birlikteliğini garipsedikleri ifadesine güvenmektir, başka almaşıklar düşünmek ve uslara düşürmek yerine.- 


Genç Adam bir yerlerden bir işaret bekler gibiydi adeta. Adeta, “Tanrım.. Tanrım bir işaret, bir olay bir şey olsa da kaçıp gitsem! Kurtulsam!” der gibiydi. İhtiyar Adamın anlattıklarını dinlerken gösterdiği dikkatin aşırılığı, halinin yapmacıklığını ele verse de Yaşlı Adam durumdan habersizliği seçmişti. 


-Gerçekten habersizdi belki de. Belki de işi vurdumduymazlığa vurarak yapay da olsa Genç Adam ile aralarında bir ahenk kurmanın peşindeydi İhtiyar Adam. Hani Allah hakkı için aralarında ilk bakışta bir ahenksizlik görüldüğü de söylenemezdi. Yine de bir ahenksizlik olduğu tümden yadsınamazdı. Vardı bir yerlerde bir kopukluk.

Öksürmeler aksırmalar, boğaz temizlemeleri bitince ihtiyar kaldığı yerden anlatmaya devam edecekti. Etmeliydi. Etmeliydi zira adab-ı muaşeret kuralları bunu gerektiriyordu. İhtiyar Adam güngörmüş geçirmiş yol adap erkân bilen biriydi sonuçta. Buradan da şunu anlıyoruz ki anlatma ediminde yahut anlatma konusunda ihtiyar adamın başkaca seçeneği yoktur. Hani eğer bu konu yahut edimde İhtiyar Adamın muhayyerliği söz konusu olsaydı belki de anlatmazdı. “Peşinen.. belirterek.. söze..” dedikten sonra sessizliği seçip serin havanın keyfini çıkarmayı seçerdi. Belki bu keyif çıkarma edimine sıkıntıdan patlamak üzere olan genç de katılırdı.- 


İhtiyar Adam anlatma konusunda muhayyer olmayınca anlatmaya kaldığı yerden devam etti. 

Anlatmaya başlamadan önce bir kez daha –önlem amaçlı- öksürdü –yahut boğazını temizledi- âdemelmasına şehadet parmağıyla bir iki kere vurdu, elinden kurtulamadığı gıcığı andı ve “Bu anlattıklarım ve de anlatacaklarım” dedi İhtiyar Adam gözlerini gencin gözlerine adeta mıhlayarak, “Aramızda kalacak. Aramızda kalmalı. Ağzından herhangi bir kimseye kaçırır, örneğin bir arkadaşına, örneğin bir aile ferdine, örneğin kasaba, manava ve daha nice kimseye söylersen gevşekliğini ilan etmekten başka bir işe yaramış olmaz. Yaramaz. Ve gevşek kimseyi de kimseler sevmez.” 


Sustu İhtiyar Adam, kaşlarını çattı, dik dik baktı Genç Adam'ın yüzüne. Sanki Genç Adam'ın gevşek olup olmadığını araştırır gibiydi. Karşısında masumane bakan, pırıl pırıl bu yüzde, alnında bir tek çizik olmayan, yanaklarında bir tek sivilce izi olmayan bu yüzden bir şey okumak mümkün müydü? Hayır anlamında başını salladı İhtiyar Adam. 


“Tuhaf!” dedi ve, “Ne tuhaf kimse gevşek insanları sevmez ama yine de insanlar gider gevşek adamları bulur anlatır. Hani gevşek adamları bulup anlatmazsa bu kadar dedikodu nasıl piyasada dolaşır ki? Tedavülde olan bunca dedikodu anıların gevşek insanlara anlatıldığının kanıtıdır benim için. Her neyse senin gevşek biri olmadığını biliyorum. Ve bu yüzden de korkmadan anlatıyorum işte. İtiraf edeyim ki resim yapma yeteneğim hiç yoktu. On yedi-on sekiz yaşlarındaydım. Lise yılları yani. Dediğim gibi hiç resim yapma yeteneğim yoktu bunu ben alenen, kuşkuya yer bırakmadan biliyordum, ben bildiğime göre işin uzmanı, uzmanları da hemencecik ayrımsardı bunu. Yani ben öyle sanıyordum. Meğer değilmiş. Dinle..” dedi Genç Adamın kolunu dürterek.. “Dinle bak bak.. ben resimde yeteneksizim bunu biliyorum.. bütün çıplaklığıyla biliyorum ve uzmanlar da hemencecik görür, bilir sanıyorum.. derken resim dersimize hem alaylı hem mektepli bir öğretmen –ki daha önceki resim dersimize fen dersi öğretmeni giriyordu, şimdi gelen ise hem ünlü bir ressamın atölyesinde çalışmış hem de güzel sanatlar akademisi resim bölümünden mezun olmuş, böyle dedilerdi, günahı diyenlerin boynuna- lakabı da Deliydi.” 


İhtiyar Adam kendi kendine sayıklar gibi “Bak görüyor musun.. öğretmenin adı uçup gitmiş aklımda.. bir lakabı kalmış.” 


İhtiyar yeniden susmuştu ve Genç adam da çişi gelmiş biri gibi sallanıp duruyordu. Dokunsan ağlayacaktı. İhtiyar Adam üçüncü bardak çayın son yudumunu da ağzını şapırdatarak içti, boş bardağı sertçe tabağa koydu. Bu tavrın garsona bir tür seslenme olduğu yargısında bulundu Genç Adam. 


Genç Adam utana sıkıla bulunduğu yargıya daha nokta koymamışken garson elinde sıcak, dumanı tüten bir bardakla masalarında bitiverdi. İhtiyara gülümseyerek boş bardağı alıp dolu bardağı bıraktı. Genç Adam garsonun kendisine sert sert baktığını, hatta tiksinerek baktığını anlamıştı. Garson haklıydı –garsona haklılığı veren Genç Adamdı-


İhtiyar Adam dördüncü bardağa başlamışken kendisi daha birinci bardak çayla adeta oynuyordu. Bu apaçık kınanılacak, tiksinilecek bir durumdu. Soğumuş yarım çayı bir yudumda içip boş bardağı garsona uzattı, uzatırken korku ve utançtan oturduğu yerde daha bir büzüldü. Kendisini affettirmek istediği o kadar belliydi ki Garson gülümsemişti bu acemiliğe.


“Deli lakaplı resim hocamıza bir ad verelim ki karışmasın..” diye sürdürdü konuşmasını İhtiyar Adam. “Senin aklından bir isim geçiyor mu?” diye sordu Genç adama. Genç Adam başını sallamakla yetindi. İhtiyar adam umursamadı zaten öylesine sorulmuş bir soruydu 


–Burada dikkatli bir okuyucunun şöyle dediğini duyar gibiyiz “acaba yazar niçin retorik bir soruydu diye yazmadı? Retorik sözcüğü usuna gelmedi mi? Yoksa retorik sözcüğü burada yersiz mi düşüyor? Evet kanaatimizce retorik sözcüğü burada yersiz düşüyor. Dikkatli bir okuyucunun da bildiği yahut anımsadığı gibi retorik sorular yanıtı soran tarafından bilinen sorulardır. Burada İhtiyar Adam yanıtını bilmiş olduğu bir soruyu sormuyor. Zaten resim dersinin hocasının adını bilmiş olsa “tüh.. lakabı aklımda kalmış..” demezdi. Peki ya niçin “öylesine sorulmuş bir soru” denmiştir. Öylesine bir soru denmiştir çünkü İhtiyar Adam bu ve benzeri hiçbir sorunun yanıtını hiçbir zaman genç adama bırakmayacak bir karakterdedir, bunun böyle olduğu çoktan anlaşılmış olmalıydı. Dense ki “Nasıl çoktan anlaşılmalıydı?” deriz ki “içilen çay sayısı ortadadır.” Burada herhangi bir bağıntı kuramayana bir bağıntı kurmasını sağlamak bizim işimiz değil.-


Öylesine sorulmuş soru üzerinde çok kısa bir süre duran İhtiyar Adam gözleri parıldayarak, “Biz O’na Deli Rüstem diyelim.. belki de unuttuğum ad da tam budur. Her neyse.. öldüyse Allah rahmet etsin.. yaşıyorsa Allah selametlik versin –çok çok büyük bir ihtimalle ölmüştür, ben nerdeyse seksenime dayandım, o çoktan yüzü aşmıştır yaşıyor olsa- daha ilk derste yakama yapıştı. Yakama yapışmasının nedeni, eskilerin deyimiyle esbab-ı mucibesi derse ait hiçbir enstrümanın bende olmayışı. Sınıfta herkesin resim kâğıtları önlerinde. Kiminin elinde b sınıfı bir kara kalem, kiminin h sınıfı.. –Allah için alaylı resim dersi öğretmenimiz, yani fen dersimizin öğretmeni işini ciddiye alan biriydi ve resim dersine ilk girdiğinde bize kalem çeşitlerini anlatmıştı hem de göstererek. Gösterdiği kalemlerin renkleri –dış renkleri- aynı olsa da içleri b, h, hb gibi farklılıklar taşıyordu, bunu ondan öğrenmiştik.. Allah rahmet etsin –bak onun rahmetli olduğunu kesin biliyorum, zira defnedilirken –belki otuz yıl önce- ben de oradaydım, tabutunu taşıdım, üzerine birkaç kürek toprak attım- rahmetlinin sesi şuan –yumuşak sevecen bir sesi vardı- kulaklarımda çınlıyor “boşuna masraf etme.. senin resim yeteneğin yok..” demişti ben de masraf etmemiştim. Gerçi heveslenmiştim ilk derste anlattığı malzemelere.. bak aynen, sözcüğü sözcüğüne şöyle demişti “Resim kalemleri sertlik derecelerine göre sınıflandırılır. Üç guruba ayrılırlar. B sınıfında olan kalemler yumuşaktır ve koyu renkler elde etmek için kullanılır, en yüksek derecesi dokuzdur. H gurubundaki kalemler ise serttir ve eskiz çalışmaları için daha uygundur. Yeni başlayanlar için 2B, B, HB ve 2H dereceleri uygun olabilir. Hangi numara kalemlerin tercih edileceği ihtiyaca göre değişebileceği gibi, zaman içinde edinilen tecrübelere göre de şekillenebilir. Kimi karakalem çizerler resimlerini oldukça koyu tonlarda yapmaktan hoşlanır, kimisi ise açık tonlarda çalışmayı sever. Yani, bu birazda tarz ve zevk meselesi.” Her neyse bu anlatılanlar bende de bir heves doğurmadı değil. Eh o yaşlarda insan hemen her şeye heves duymuyor değil. Söylediği malzemeleri belki herkesten önce aldım. Eksiksiz. Düşün ki kalemleri açmak için –resim kalemleri kalem açacağı ile açılmazmış, öyle demişti, bu iş için özel zımparalar vardı, almasanız da olur, dese de ben aldıydım. Yumuşak bir silgi. Ve bir top da 35x50 resim kâğıdı. Tabi resim kâğıdımızı tutturacağımız bir kontrplak, resim kâğıdını kontrplaka tutturmak için bir kıskaç. Tekmilini alıp hazır etmişim. İkinci derste –alaylı öğretmenin ikinci dersi- öğretmenimiz “Okulumuzu çizeceğiz!” demişti. Herkes harıl harıl okulu nasıl görmüşse çizmeye başladı. Herkesten önce bitirdim. Öğretmen yanı başımda dikilmiş bir süre bakmış sonra da –elinde olmadan- basmıştı kahkahayı. Okulun çatısını, çatısında bacayı bile çizmiştim. “Çatıyı bacaları gördün mü de çizmişsin?” dedi attığı kahkahadan fırsat bulur bulmaz. Görmüştüm. Fakat resimdeki bacalar okul kadar vardı ve dumanlar da düz bir çizgi şeklinde göğe yükseliyordu. Üstüne üstlük merdiven yapmıştım ama merdivenlerin bittiği yerde bir kapı olmalıydı –ki vardı- ben kapıyı da unutmuştum. Olmadığı açıktı. “Sen boş ver” demişti öğretmen. “Boşuna masraf etme!” ondan sonra da boş verdim. Resim bir yetenek olunca yeteneği olmayana zorla resim yaptırmayı zül kabul ediyordu fen hocası ve zayıf da vermiyordu. İkinci dönem her şey değişti. Hem de her şey. Deli Rüstem resim dersinin öğretmeni olarak derse girmişti ve ben ikinci döneme kadar –lise ikinci sınıfın ikinci dönemi- Ferahnaz’ı da görmemiş, bilmemiştim. Deli Rüstem’in gelişiyle Ferahnaz’ı gördüm, bildim. Deli Rüstem “senin niye resim kâğıdın, kalemin yok!” demiş, sağ favorime asılmıştı. Pek bir canım yanmıştı. İşte o sırada Ferahnaz yetişti. “Hocam bende fazla kâğıt fazla kalem var!” demişti. Hafif bir tokatla yerime otururken Ferahnaz en ön sıradan bir arkada oturduğu sıradan kalkıp elinde kâğıt ve kalemi en arkada, sırtını duvara vererek oturan bana getirdi. Ah o geliş.. acımı unutmuştum. Deli Rüstem’e “Senin yeteneğin yok, boşuna masraf etme!” dendi diyemedim. Artık başımdan ayrılmıyordu Deli Rüstem. Her ders en arkada gözleri bende. Olmuyor. O da burnundan soluyor. Ferahnaz da arada bir dönüp dönüp bana bakıyor. Yani ben bana baktığını sanıyorum. Deli Rüstem’e bakacak değildi ya. Bir heves bir heves düşmüştü ki içime.. gözlerimi yumduğumda Ferahnaz’ı görüyordum. Açıkken zaten görüyordum. Deli Rüstem’in arada bir enseme indirdiği şaplakla kendime geliyordum. Ben yeteneğim olmadığını bilsem de Deli Rüstem inat etmişti. Benden bir ressam çıkartmaya ahdetmişti adeta. “Baştan savıyorsun.. bilerek yapıyorsun! Gayret etsen olacak!” deyip duruyor. Birkaç hafta geçti ve o gün geldi. “Haftaya herkes kentin kurtuluş gününü çizip gelecek!” dedi Deli Rüstem.. Kentimizin kurtuluş günüydü sözünü ettiği hafta -12 mart- “Çizip gelmeyen boşuna okula gelmesin.. bakın derse girmesin demiyorum.. okula gelmesin!” diye tehditler savurdu. Fena döverdi. Hem pek fena döverdi. Ne yapacaktım? Aklımda Ferahnaz.. Ferahnaz’ın önünde dayak yenilmez ki? Ferahnaz’ın huzurunda ezilinmez ki? Ferahnaz’ın önünde aşağılanılmaz ki? Aldım önüme bir resim kâğıdı. Tutturdum kontrplaka ve başladım sağdan sola, soldan sağa çizgiler savurmaya.. bir aşağı, bir yukarı.. aralara karaltılar.. eğri büğrü iki paralel çizgi.. arası karaltı.. bir dereye benzetmeye çalışıyorum. Dağlar tepeler.. güya tabyayı çiziyorum.. sağına yatmış, soluna yatmış, kiminin kafası olmadığı cesetler, onlar da karaltı.. hani bunları –kafası kolu kopmuş insanları, dereleri, tepeleri- aklımdan geçiriyorum da kâğıda döktüklerim karaltı.. çekinerek, utanarak da olsa verilen ödevi yapmış olmanın övüncü, gururuyla gittim okula. İlk ders resim dersi.. –Allah için Deli Fuat dengesiz mengesizdi ama verilen ödevi öyle ya da böyle yapana ses çıkarmaz, baştan savma gibi olanlara biraz daha dikkat et, derdi. Hepsi o kadar. Ben de buna güvenerek gelmiştim okula.- Deli Rüstem tek tek sıraları dolaşıyor.. milletin önündeki resimleri inceliyor.. arada bir uzaktan da olsa benim sıraya bir göz atıyor, önümde duran kâğıdı merakla görmeye çalışıyordu. En son bana gelecek. Bazen kendi kendime “Lan bu adam olanca hıncını bana kusmak için mi en sona bırakır?” derdim. Bana öyle geliyordu. Ferahnaz’ın sırasında epey bir zaman geçirdi Deli Rüstem.. derken ağır ağır bana doğru gelmeye başladı. Yüreğim ağzımda. Kalbim Ferahnaz’la göz göze geldiğimiz için mi gümbürdeyerek çarpıyor yoksa iki sıra önümdeki Deli Rüstem’in yakınlaşması mı anlamış değilim. Deli Rüstem gelip sıramda durdu. Bir süre baktı. Baktı. Hala bakıyor. Baktıkça nefes alış verişleri hızlanıyor. Ben büzüldükçe büzülüyorum. “Kalk ayağa!” diye kükredi adeta. Ayaklarım titreyerek kalktım. Okkalı bir tokat indirdi. Resim kâğıdımı yere attı. Yerde baktı bir süre. Sonra başını bana kaldırıp baktı. Sonra birden sıramın üstüne çıktı oradan baktı. Millet de bakıyor. Deli Rüstem sıradan inip tekrar bana yaklaştı. Ben geri gitmeye çalışsam da duvar var.. nereye gideceğim? Deli Rüstem kulağıma asıldı. Kulağımı bırakıp kucakladı. Anlamıyordum. Delinin yapıp ettiğini nasıl anlar ki bir insan. “Biliyordum! Biliyordum!” beni bırakıp tekrar yerdeki resme baktı.. sonra bana dönüp öfkeli bakışlarla bir süre süzdü ve ağzından tükürükler savurarak “Doğru söyle.. bunu sen mi yaptın?” dedi. Kısık, bitik, ölgün bir sesle “Evet!” diyebildim. O gün Deli Rüstem benim müthiş bir ressam olduğumu ilan etmişti. Artık ben okulda herkesin parmakla gösterdiği bir ressamdım ressam olmasına ama yeteneğim olmadığını biliyordum. Daha kesin öğrenmiştim. Deli Rüstem’in bende ne gördüğünü bilmem ama o gördüğü şeyin gerçekliğine inanıp Ferahnaz’ın portresini bodrumda ışık alan bir bölmeye çizmeye uğraştıkça bir delinin saçmalığı olduğuna hükmettim. Olmuyordu. Yaptığım hiçbir eskiz ne imgelemimdeki Ferahnaz’a ne elimde, kalbimin üstünde taşıdığım vesikalıktakine benziyordu. Mademki ben yüzyılda bir görülen ressam yeteneğine sahiptim Ferahnaz’ın güzelliğini, eşsizliğini, biricikliğini –öyle sanıyordum ki Ferahnaz’ın kendisi bile bunun ayrımında değildir- resmedebilmeliydim. Deli Rüstem yanılıyordu yahut benimle eğleniyordu. Ve fakat bu durumla uğraşacak değildim. Vakit dardı dünyayı Ferahnaz’dan haberdar etmeliydim. Madem çizgi ile resmedemiyordum, gösteremiyordum öyle ise söz abanmalıydım. Sözcüklere kapılanmalıydım. Öyle yaptım. Heyhat edebiyat öğretmenimin söyledikleri de fosmuş. O dememiş miydi “yazmaya müthiş bir yeteneğin var, sakın boş verme, sürekli yaz!” Hoş bu sözü, bu yargıyı da Deli Rüstem’in gelişinden, Deli Rüstem’in beni ressam ilan edişinden sonra duymuştum. Deli Rüstem edebiyat öğretmenimin de aklını çelmiş olmalıydı. Güya Ferahnaz’ı sözcüklerle betimlemeye çıktım. Yazıyorum. Okuyup yırtıyorum. Yazıyorum, buruşturup çöpe atıyorum. Sözcükler yetersiz, ya sözcük dağarcığım, ya sözcük bilgim yetersiz ya sözcüklerin kendisi yetersizdi. Yalan yok hem Deli Rüstem’e hem edebiyat öğretmenin küfrediyor lanetler savuruyordum. Sonra yeniden yazmaya koyuluyordum; Hafif dalgalı, siyah saçlar. Nasıl hafif? Bir yaprağın hafifliğinde mi? Pamuğun yahut ipeğin hafifliğinde mi? Böyle mi anlatacaktım gördüğüm, tanıdığım güzelliği, benzersizliği, biricikliği, eşsizliği? Ceylan sekişli, ahu bakışlı.. bildik benzetmeler.. kötü benzetmeler.. oldukça kötü benzetmeler.. Allah’tan akıl edip “kiraz dudaklar, elma yanaklar, üzüm gözler” gibi şeyler yazmıyordum. Yine de bıkmadan usanmadan sığınıyordum sözcüklere; koyu kahverengi siyaha yakın gözler. Pembeye yakın dudaklar, beyaz, inci gibi beyaz düzgün dişler.. diye yazdığımda ne demiş oluyordum? Onun gözlerinin rengini bırak anlatmayı yaklaşmış mıyım? boyu ne fazla uzun, ne kısa.. orta boylu.. yumuşak buğday tenli. Kaşları ne ayrık ne fazla bitişik, ne çok kalın, ne çok ince. Kirpikler gözlerin üzerinde usta bir nakkaşsın elinden çıkmış sundurma.. ve hafif çıkıntılı  Elmacık kemikleri. Yuvarlağımsı bir yüz. Ve o yüzle birebir örtüşen, sırıtmayan o yüze daha bir aydınlık katan o yüzle tam bir ahenk sağlayan, o yüze mütenasip hafif kalkık bir burun. İnsanı kendinden alıp götüren, susuzluğunu gideren billur bir ses.. insanı sarhoş eden bir ses.. o ses o okka gibi ağızdan çıkan o sesle tüm dünya titremiyorsa o dünyanın eksikliği.” Diye yazıyor yazdıklarımı okuyor sonra da öfkeyle; “Şimdi ben Ferahnaz’ı mı anlattım? Bu anlatılanlar Ferahnaz’ın kaçta kaçını anlatabildi?” diyordum ve yırtıp atıyordum. Hayır Ferahnaz anlatılamazdı. Ferahnaz’ı anlatacak, yüklenecek bir sözcük bir çizgi yoktu, olamazdı.. Ha sahi yıllar yıllar sonra karşılaştım Ferahnaz’la. Saçları hala hafif dalgalıydı. Gözleri yine siyaha yakın kahverengiydi. Elmacık kemikleri, burnu, kaşları, kirpikleri, teni.. her şeyi aynıydı.. da benim şimdi gördüğüm Ferahnaz ile o Ferahnaz’ın arasında korkunç bir benzersizlik vardı. Torun tombalak sahibiydi benim gibi. Bir toplantıda karşılaştık. Arkasını döndü, tanımazlıktan geldi. Niye öyle yaptı bilmiyorum. Hani diyelim ki benim bir zamanlar ona vurulduğumu biliyor da bir terslik olur falan diye böyle yaptı. Kendine güvenen biri öyle yapar mı? Bir zamanlar –gençliğimde, tıfıllığımda- şöyle bir şey vardı; diyelim sen bir bayandan yahut bir bayan senden bir şey istedi diyelim, diyelim istenen kalem, silgi olsun, hemen “aa falan benden silgi istedi bana aşık!” “aa filan bana kalem verdi beni seviyor!” E iyi de birader senin bir eksiğin vardı istedin, istediğini veren de insanlık gereği o isteği yerine getirdi, bundan bir acayiplik, bir tuhaflık, başka bir durum niye çıkarıyorsun? Aslını istersen ben de o anlayışın kurbanı oldum. Hani anımsarsan Deli Rüstem favorilerimi çekiştirip “Senin kâğıdın, kalemin nerede” diyordu da Ferahnaz kendisinde fazla olan kâğıdı-kalemi vermişti.. Sanırım Ferahnaz torun tombalak sahibi de olsa da o anlayıştan kurtulamamış. Yok yani şimdi günahına girmeyelim bana öyle geliyor da olabilir. Hani bakarsın orada ondan bir şey isterim, ne bileyim, şu tuzluğu –yemekli bir toplantıydı- verir misin, yahut şu ketçabı uzatır mısın? Derim. O da verir. Ben de bunun üzerine bir densizlik yaparım.  Hadi diyelim ben bir densizlik yaptım senin yanıtın hazır olmaz mı? Örneğin ben onun yerinde olsaydım ve bana bu vakitte, ergenlik dönemine ait densizlik yapılsaydı hiç çekinmeden “ee el kızı bu.. insanı çarptı mı bir daha kendine gelmez çarptığı..” derdim.. gülünür geçilirdi. Nedense O arkasını dönüp gitti. Belki de gerçekten beni tanımadı. Çıkaramadı. Tanınacak, çıkarılacak bir yanımdan eser kalmamış da olabilir. Benim O’nu tanımam O’nun da beni tanımasını gerektirmiyor ki.  Ha bak bu anlattıklarım aramızda kalacak, tamam mı?” dedi ihtiyar adam elindeki boş bardağı hafifçe çay tabağına koyarken. 


Genç Adam başını salladı, utanarak “Bir lavaboya gidebilir miyim?” dedi. İhtiyar Adam'ın yanıtını beklemeden hızla yerinden kalkıp “WC” yazan yere doğru hızlı adımlarla yürüdü.





Cemal Çalık, 07.12.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları


Seçkin Deniz Twitter Akışı