11 Aralık 2016 Pazar

SA3745/KY1-CÇ346: Yağmur Duası

"Avni ağlıyordu. Secdeye kapanmış ağlıyordu. Ağladıkça ferahlıyordu. Utangaçlığın, mahcubiyetin hepsinin altında kibrin, kendini beğenmenin, hor görünün olduğunu fark etmişti."


Avni önünde uzanan bozkıra boş gözlerle bakıyordu. Bir de kura’da burayı çektiğinde tebrik etmişti il müdürü;

“Tebrik ederim.. çok güzel, çok sakin bir yerdir Çığlık Kasabası.. hayırlı olsun!” 

Sahte bir tebessümle karşılık vermişti diğerleri gibi:

“Teşekkür ederim!” 

Adında meymenet yoktu ya neyse! Çığlık Kasabası. Bir hayalperest, bir romantik için ilginç bir addı kuşkusuz. Ama kendisi için hiçbir anlamı yoktu. Hiçbir şey çağrıştırmıyordu. Çığlık Kasabası Lisesi’nde göreve başlayacaktı. İlk göreve çığlıkla giriyordu. Tren yolculuğu ne de uzun sürmüştü. Ne de yorucu olmuştu. 

Bir yüksekokulun resim bölümünü bitirmiş, bir kuruma başvurmuştu. Başvurusu kabul edilmişti. Kuraya alınmıştı ve kurada da Çığlık Lisesi çıkmıştı. Hepsi bu kadardı olan bitenin. İçinde her hangi bir heves yoktu.  Bir sevinç. Büyütüp besleyeceği bir ideal kırıntısı olsun yoktu. Bir zamanlar yüreğinde coşku yer etmişti. Sanki bu coşkunun üzerinden yüz yıllar geçmişti. Oysa daha üç belki iki yıl öncesi vardı içinde bir şeyler. Hele lise sıralarında, lise öncesi.. pek ateşliydi. Ve yetenekliydi de. Kararını vermişti ressam olacaktı. Göreni parmak ısırtan resimler yapardı.

“Bizim Avni öyle güzel resimler yapıyor ki..” derdi babası. Birileri misafirliğe geldiğinde evlerine. Daha ilk bardak çaylar içilmeden, daha sunulan yiyeceklerden ikinci lokma ağza alınmadan yaptığı resimler üzerine tetkikler yapılırdı.

“Avni oğlum getir dosyanı da resimlerine bir baksın Naci Amcan!” 

Utana sıkıla, birazda sevinçle öfkenin karışımı duygularla gider yatak odasındaki gardırobun en altındaki gözde duran resim dosyasını getirirdi. Süklüm püklüm dururdu resimlere bakanın yanında. Başı önüne eğik. Resimler gelmeden önceki tepkilerini gözlerdi konukların. İlk gördüğü tutulmaya çalışılan gülüşlerdi. O alaycı tebessümü ilk o zamanlarda tanımıştı. 

Haklıydı konuklar. Henüz görmemişlerdi. Ve hemen her konuk gittiği evde evin yetenekli çocuklarının ürünleriyle karşılaşmak zorundaydı. Bu bir teamüldü. Eh hemen her ailenin çocuğunun-çocuklarının yeteneklerini sergilemekten ayrı bir haz alması doğaldı. Baba koltukları kabararak yaslanırdı oturduğu yerde. Azıcık dikkat edilse babanın o an herkese nasıl da tepeden baktığını, nasıl da boyunun birkaç santim daha uzadığı görülürdü. Anne tevazuun koynunda gururla gezinirdi o an. 

Konuk çaresizdir. Yeme içmeye yönelik ikramlara itiraz hakkı vardır, “Lütfen ısrar etmeyin.. çok yedim-çok içtim.. valla rahatsız olurum!” gibi sözleri söylemekten çekinmezdi konuk. Tersine canı istese bile istemezliğini ilan etmeliydi nezaket bunu gerektiriyordu.

“Ah teşekkür ederim.. gerçekten ısrar etmeyin.. almayacağım!” 

Ya burnunuza dayanan yetenekler.. nasıl diyebilirsiniz ki:

“Bunlar bir çocuk için bile abuk-sabuk şeyler.. sıradan, vasatın bile altında.. eline kalem alan her çocuk bir şeyler çiziktirir.. biraz büyüdü mü bu kere dev bir şair olur.. yazar olur. Alleme olur kendince. Ama aslında bir halt yok. Heveslenmeyin. Boşu boşuna cesaret vermeyin. Heba etmeyin çocuklarınızı. Bırakın onlar oyun oynasın. Bir kuş alın. Bir it alın. Bir kedi yavrusu verin kucağına.” 

Denmezdi. Denemezdi. Ama açlık saklanırdı. Saklanmalıydı. Ne de görgüsüz şu falan.. ne vurdumduymaz feşmekan. Öyle ise mideyle olan istekler belli edilmemeliydi.  Kendi başına da gelmişti Avni’nin. Üniversite son sınıftaydı. Araya hafta sonu girmişti. Parasız kalmıştı. Barakadan bozma tek göz odaya sahip evinde kıvranıp durmuştu akşama kadar. Bakkala gidecek yüzü yoktu. Veresiye defteri epey kabarıktı ve bakkal Veysi pazartesine kadar müsaade etmişti. 

“Borcunu ödemeden zırnık bile vermem!” demişti güya şaka ediyormuş gibi. İki üç günlüğüne borç alacak kimseyi bulamamıştı. Evden para ancak Cuma günü yatırılmıştı. Ve pazartesine kalmıştı. Pazartesi alabileceğini umuyordu.

“Anne babama söyle telefon havalesi yapsın!” diye tembih etmişti. Olmamıştı. Akşamı bekledi. Cenk’lere gitmeye karar verdi. Yürüyerek on dakika çekiyordu evleri. Saat sekizde akşam yemeği yenirdi. Suyla idare etti. Sekize on kala yola çıktı.  Bahçe kapısını açtı.. yemek kokularını çekti içine. 

Geri dönüp gitmeyi bile düşündü. Tesadüfen o vakitte gelmiş olacaktı.. hadi bir tadına bakalım, denilecekti.. ya sofrayı görür görmez saldırırsa.. açlık hiç bu kadar köpekleşmemişti. Bu kadar yakmamıştı canını. Acaba anlaşılıyor muydu? Anlaşılır mıydı? İlk kez gelmiyordu ki Cenk’e. Ayda bir iki kere uğrar çayını içerdi. Misafirperverdi ailesi. Baba İsmail çocuklarıyla fazlasıyla övünendi. Anne daha bir usturupluydu bu övünçte. Cenk içtendi. Liseli kız kardeşi Feride pek neşeli ve sevecendi.

Gurbete geldiğinin ikinci günü karşılaşmıştı Cenk'le okulda. Cenk buralıydı. O da kayıt olacaktı. Aynı fakültenin müzik bölümünde okuyacaktı. Bir anda kaynaşmışlardı. Öğrenci yurduna kayıt yaptıramayınca şimdiki kaldığı yeri bulmuştu Cenk. Hiçbir lüksü olmamasına rağmen hoşuna gitmişti. Yalnızlığı severdi Avni. Kalabalıkta sıkılırdı canı. 

Kapıyı çaldı. Cenk ağzında lokmayla açtı kapıyı. Kolundan tuttuğu gibi doğruca salona.. sofra başındaki aile ağızlarındaki son lokmaları bitirmeden:

“Hoş geldin!” dediler. Asiye Hanım kalkmaya yeltendi:

“Gel Avni Bey, bir tabak getireyim!” dedi. 

Avni telaşla:

“Lütfen rahatsız olmayın.. ben biraz önce yedim.. Allah aşkına oturun.. varsa çay içerim!” karşılığını verdi. 

Bu konuşan kimdi? Avni konuşan kendisine diş biliyordu ama.. faydasız. Cenk çoktan tutup götürmüştü bile odasına. Midesinde kramplar oluşmuştu. Sancıyordu. Ama işte teklif geri çevrilmişti. Ve Cenk “şekersiz çay”ı bırakmıştı sehpanın üstüne.. ne olurdu bari şekersiz çay olmayaydı. Bunu olsun unutaydı ev sahibi. Her ayrıntıyı böyle aklında mı tutardı insanlar? Hem biraz daha ısrar etmeleri gerekmiyor muydu yemek için? Evden çıkarken nasıl da isteyebilmişti Cenk'ten parayı.. ve nasıl da dayanmıştı İsmail amcanın kendi yaptığı yeni resimlere bakmaya.. 

Bir gün söyleyecekti:

“İsmail Amca gelin siz resim yapmakla vakit öldürmeyin.. başka bir şey yapın.. ya da bana göstermeyin! Bakınca kramplar giriyor mideme.” 

Diyemedi. O vakit, mezun olup o şehirden ayrılıncaya kadar gelmedi. Bir daha da görüşemedi. Söyleyemedi. Acaba kendi evlerine gelen konuklardan böylesi bir durum yaşayan olmuş muydu? Hafızasını yokladı! Hatırlamıyordu.

Çığlık Kasabası'nda tren durdu. Alabildiğine bozkır topraklar.. neredeyse bir tek ağaç yok gibiydi. Kasabanın ortasından suyu bitmek üzere bir dere geçiyordu. Derenin kenarında sıska kavak ağaçları.. meydanın ortasındaki Büyük Otel’in yanında biçimsiz bir ceviz ve dut ağacı dışarı atılmış masalara gölgelik vazifesinden başkaca gördükleri bir özellikleri yoktu. 

Dışarıdaki gibi içeride de masalar boştu. Büyük Otel.. iki katlı kagir bir bina. Alt kat kahvehane. Üst katta karşılıklı dört oda.. her bir odada üçer yatak. Tek kişilik oda sormuştu otelciye.. otelcinin suratında müstehzi gülüşleri doğurmuştu, “Burada tek kişilik oda ne gezer.. Beyim!” demişti. 

Kimse yoktu. Zaten olmazdı da. Arada bir treni kaçıran köylüler kalırdı ertesi günkü tren için. Köye gidip gelmektense.. onlar da söylene söylene yatak ücreti öderlerdi. Hele yazın dışarıda sabahlardılar. Odalar kıştan kışa insan görürdü.

Otel sahibi kimliğini istedi Avni’nin. Niye geldiğini öğrenince kendini toplama ihtiyacı duydu. Yerine geldiği öğretmenin kaldığı evin de sahibiydi. Okulun yanındaydı ev hemen. Saygıyla ikram edilen çayı içti. Konuşmayı sevmezdi ki Avni.. sorulara bırakmıştı yine. Otelci iğneden ipliğe her şeyini öğrenmişti işte. Kalacağı eve götürme teklifine dört elle sarıldı. Kalktılar. Öyle bir hızla kalkmıştı ki dengesini yitirmişti. Utanarak:

“Tren insanı pek yoruyor!” dedi. 

Otel sahibi:

“Evet", diye onayladı, "Bilmem mi? Askere gittiğimde neler çekmiştim. Hele o zaman lokomotif kömürlüydü üstelik.. zulümdü Öğretmen Bey, zulüm!”

Kasaba bitkiden yana ıssızdı ıssız olmasına ama sanki insandan yana da ıssızdı. 

“Ev aha şurası! Öğretmen Bey.” diye taş bir bina gösterdi. Kasabanın diğer evlerinden farkı daha yeni gözükmesiydi. 

Avni:

“Ya Dayı kasaba niye ıssız?” diye sordu eve vardıklarında utana sıkıla. 

Otel sahibi kapıyı açarken:

“Yağmur duasına çıktılar.. istersen gidelim!” dedi.

Yağmur Duası. Geri çevirmek için bahanesi de vardı Avni’nin, ama ayıp belledi ve “Olur! Hiç görmedim..” diye karşılık verdi sahte bir hevesle. Ev, iki göz, oda, tuvalet ve bir avludan ibaretti. 

Odanın biri hem yatak odası hem oturma odasıydı.. diğeri mutfak olarak kullanılıyordu. Bavulunu avluya bıraktılar. Otel sahibi anahtarı Avni’ye uzattı. Kapıyı kilitledi. Birlikte otele geri döndüler. 

“Sen biraz otur da Öğretmen Bey, ben hemen geliyorum!” dedi Avni’ye bir çay verdi. Şekerli çay. Güldü kendi kendine. Otelci dudak büktü bu gülüşe. Tıpkı izlediği kovboy filmlerindeki terk edilmiş kasabalara benziyordu Çığlık Kasabası. Bir iki evin penceresinden gördüğü yaşmaklı başlar olmasa diyebilirdi;:

“Burası bir film stüdyosu olmalı.” 

Otelci çayını yarılamadan traktörle çıkıp gelmişti. Avni isteksizliğini belli etmeden bindi. Toprakta derin çatlaklar vardı. Güneydeki tepeye doğru gidiyorlardı. Kuraklık bütün acımasızlığıyla sergiliyordu kendini. Sıska tek tük küçükbaş hayvanlara rastladılar. Ve karnı kemiklerine yapışmış bir iki köpek..

Tepeyi aştılar. Karşıda büyük bir kalabalık duruyordu. Hayvan ve insan kalabalığı.. çocuklar. Kundaklı bebeler. Herkes diz çökmüştü. İki yeni gelen sessizce en arkada yerlerini aldılar. Toplu halde namaz kılınmıştı. Selam verdiler. Kırk yaşlarında tertemiz yüzü kedere banmış biri en öndeydi. Gözleri ışıl ışıldı. Kalktı yüzünü kalabalığa çevirdi:

“İçimizde bir tek haram lokma yemiş olan varsa ayrılsın.. bir gönül kıran, bir hayvanı olsun inciten varsa Allah rızası için ayrılsın.. bu sözler tövbe etmişler için değil elbet. Pişman olanlar için değil. Gününü tövbe ile geçirenler için değil.”

Avni başını yere eğmişti. Onun gönlü de bu topraklar gibi çoraktı. Bu topraklar gibi verimsizdi. Tövbeyi bilmiyordu ki.. yüzü kalabalığa dönük adam ağlıyordu.. çocuklar, bebeler ağlıyordu, koyunlar, kuzular da ağlıyordu sanki.. yaşmaklı kadınlar, yaşlı, genç kim varsa ağlıyordu. 

Adam ağlayarak sürdürdü konuşmasını:

“Şimdi ne olur.. ne olur çıksın aramızdan zerre kadar günah işleyip de tövbeyi unutan. Hiç günah işlememiş bile olsa.. tövbeyi unutan çıksın ya da şimdi tövbe etsin.” 

Sustu. Uzun bir süre sustu. Ağlayanlar inliyordu şimdi de. Avni gözlerini yumdu. Yüreği kabardı. Adam yeniden başlamıştı söze ve sırtı kalabalığa dönüktü bu kez:

“Rabbim gökten bir ölçüyle suyu indiren sensin. Sen onunla kupkuru ölü memleketlere hayat verirsin.. göz yaşı da rahmettir.. bize verdiğin yağmurdur. Sana açtık ellerimizi.. işte gözyaşlarımız.. işte bebelere varıncaya kadar içimize rahmetin hayat veriyor.. dışımızdaki toprağa da hayat ver! Rahman ve Rahimsin! Allah’ım sen gökten bir ölçüyle yağmur indirir ve onu yeryüzünde durdurursun. Gidermeye de güç yetirensin. Biz günahkâr kullarını bağışla! Rahmetini gönlümüzden eksik etme! Amin.”

Avni ağlıyordu. Secdeye kapanmış ağlıyordu. Ağladıkça ferahlıyordu. Utangaçlığın, mahcubiyetin hepsinin altında kibrin, kendini beğenmenin, hor görünün olduğunu fark etmişti. 

Şimdi o içindeki kibir heykeli büyük bir hızla erimeye başlamıştı. Omuzları sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağladı.



Cemal Çalık, 11.12.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları



Seçkin Deniz Twitter Akışı