15 Aralık 2016 Perşembe

SA3760/KY1-CÇ349: Bedel

"Evet işte elbise satan dükkan. Onun yanında beyaz eşyacı. Biraz yürüdükten sonra trafik ışıkları. Sağa sola dönmeden dümdüz yürüyeceğim. Ve sonra ara sayacağım. Saymasam da olur. Seferoğlu Fırınına geldim mi, zaten evi buldum demektir. İyi ki gündüz."


Beni Bayram çıkardı yoldan. Ben söz dinler birisiyim. Annemin, babamın, büyüklerimin sözünden asla çıkmam. Ve bu yüzden de, “Ne olacak ana kuzusu işte!” derler. Şuncacık suçum yoktu benim. Bayram çok yalancıymış. Onunla bir daha oynamayacağım. Ve evimize almayacağım. 

Bende de suç var.. işte annemin sözünü dinlemedim. Nasıl da yüzü kızarmadan yalan söyledi abisine. Güya ben demişim, “Hadi sinemaya gidelim!” Oysa kendisi söylemişti. Ben evin önünde kendi kendime oynuyordum ne güzel. Çamurdan kale yapıyordum. Annem izin vermişti. Üstümü başımı fazla kirletmeyecektim. Ellerimi ağzıma götürmeyecektim. 

Yanıma geldi az biraz yaptığım çamuru eşeledi sonra da, “Biliyor musun Güneş Sineması'nda çok güzel bir film oynuyor.. abim dedi. çok korkunçmuş.. birkaç defa seyretmiş. Arkadaşlarıyla konuşurlarken duydum. Öyle korkunçmuş ki.. büyükler bile korkudan bağırıyorlarmış. Adı da “Yedi Kilitli Mezar”mış. Yine gideceklermiş. Hadi biz de gidelim!” dedi. 

Şaka yapıyor sandım. Meğer ciddiymiş. 

“Annem izin vermez..” dedim. O da:

“Bizim evde oynamaya izin alırsın!” dedi. yani yalan söyle diyordu.

“Ama benim param yok. Babamla gittiğimizde bilet aldık. Babam biletsiz içeri kimseyi almadıklarını söyledi. Hem de yüz yirmi beş kuruş..” 

Bayram omuzlarını silkip güldü:

“Sinemanın bilet keseni abimin arkadaşı.. beni de tanıyor.. bizi içeri alır!” diye üsteledi. 

Anneme yalan söyleyecektim. Sonrada uzakta, çok uzakta olan sinemaya gidecektik. Sinema çok uzaktaydı. Ben yalnız başıma gidemezdim. Hem bilmezdim ki. Şu Bayram pek korkusuz. Üstüne üstlük benim yaşımda. Ama o biliyordu uzakları.. bildiğim en uzak yer evimizden iki sokak ötedeki “Seferoğlu Fırını”ydı. Oraya kadar gidebiliyordum. Birkaç kere annemle gitmiş yolu iyice öğrenmiştim ve evin ekmeğini ben alıyordum artık fırından. Babam şöyle bir göğsünü kabartıp,
“Demek benim bal oğlum büyüdü de ekmek getirir oldu!” demişti. Ve kucağına alıp hoplatmıştı. 

Büyümüştüm elbet. Ama annem yine de her ekmeğe gidişimde:

“Sağa-sola sapma..dosdoğru git. Sokağın başına çıkınca da kaldırımdan aşağı caddeye inme. Orası sokak gibi değildir.”

Öyleydi. Sokak gibi değildi. Bu caddeden çokça arabalar geçiyordu. Bizim sokaktan ise neredeyse geçmez gibi bir şeydi. Evden ekmek almaya çıkınca sağa dönerim. Sokağın başına kadar yürürüm. Sokağın başına kadar epey bir ev vardır. Sokağın başına gelince yine sağa döner, kaldırımdan yürürüm. Üç ara geçince fırına varırım. Boyum satış tezgahına yetişmez. Ayak parmaklarım üzerinde yukarı kaldırırım kendimi ve fırıncı amcaya, “Üç ekmek.. bu para kadar..hepsiyle!” derim. 

Fırıncı her zaman güler. Daha ben kapıyı açıp içeri girince yüzünde gülücükler belirir ve bazen, “Küçük beyimiz bu gün biraz gecikti!” der. Gerçekten gecikirim.. fırından bir önceki arayı geçmeden bir pastahane var. Bazen vitrindeki pastalara çikolatalara bakarım. Rengarenk oluyor. Fazlada durmam. Ama yine de biraz gecikirim. Bunu nasıl anlıyor bilmiyorum. Annem de anlıyor ve biraz öfkeli, “Ekmeğe gidiyorsun.. ne diye oyalanıyorsun!” diye çıkışır. 

Bazen de annem bir lira verir ve:
“Paranın üstü var! Yirmi beş kuruş!” der. 

Ben de fırıncıya söylerim:

“Üç ekmek.. paranın üstü var.. yirmi beş kuruş!” 

Fırıncı aynı güler yüzle:

“Aa evet! Bu bir lira..” der. 

Bazen de beni denemek için:

“İstersen dört ekmek vereyim!” 

Ben başımı sallar:

“Olmaz, derim.. bayatlar.. günah olur. Biz ekmek kırıntılarını çöpe atmayız.. kuşlara veririz!” 

Gülerek başımı okşar Fırıncı:

“Aferin!" der, "Aferin.. kuşlara vermeli ya! Günahtır.” 

Fırından çıkar, caddeye inmeden kaldırımdan yürür, üç ara sayar, sonra sola dönerim.. tabi ya ben yönleri çoktan öğrendim. Evden fırına giderken sağa, fırından eve gelirken sola dönerim. Şimdi ne yapacağım? Niye uydum ki Bayrama! Burası çok uzak. Babamla gelmiştim iki kere. İkisinde de dönüşümüz otobüsle olmuştu. Giderken babamla birlikte araları saymıştık.. tam on ara.. hep dümdüz gitmiştik. Fırını geçmiştik. Yürümüştük. Bir ara. Bir ara.. ve on ara sonra trafik ışıklarına varmıştık. Dümdüz ışıkları geçmiştik. Bize yeşil yanmıştı. 

Karşı kaldırıma geçince bir iki dükkan ötede –o dükkanlardan biri elbise satıyor, diğeri buzdolabı- babam buzdolabı satan dükkana “beyaz eşyacı” demişti. Beyaz eşyacının yanındaki dükkan elbiseci. Onun yanında da Güneş Sineması. Burası çok uzaktı. Babam iki kere getirmişti. Filmin birinde gerçek insanlar oynamıyordu. Adı Red Kit’ti. Çizgi filmmiş. Bu filmi ilk gittiğimiz filmden daha çok sevmiştim. Hem geç saatte de gelmemiştik. Oysa ilk götürdüğü film akşam yedide başlamış ve ben uyuklamıştım. İkincisi sabah onda başlamıştı. Ve hem de gece rüyalarıma girmemişti. Korkmamıştım. 

İlk gittiğimiz film yaşıma uygun değildi. Annem söylenip durmuştu. Babamla göz kırpışmıştık. Babam sesini çıkarsa.. öff.. kulağıma eğilip, “Dayak yemeden atlatırsak ne ala Küçük Bey!” demişti. Sinema dönüşü epey bir kızmış babama.. sabahta ikimize birden.. çünkü ben sabaha kadar bağırıp durmuşum.. 

Babam, “Biraz abartmıyor musun Hanım!” diye söylenmeye kalktı ama.. bin pişman oldu. Çaktırmadan kaçıp gitti.. tatildi. Babamın suçu yoktu aslında. Ben zorlamıştım. Gezmeye çıkmıştık. Annem de gezmede biliyordu. Cumhuriyet caddesinde çekirdek satanlar, mısır kaynatanlar.. bir sürü satıcı. Ve bir sürü bir oraya-bir buraya gidip gelen avare insanlar. İş çıkışı bir sürü insan böyle dolaşır dururmuş. Günün yorgunluğunu atarlarmış. böyle gezinmek dinlendiriyormuş insanı. Birkaç tanıdığına rastlamıştık babamın. Selamlaşmıştılar. Güneş Sineması'nın önü pek kalabalıktı. 

Babam, “İşte sinema dedikleri yer burası!” demişti.

Sinemanın adının yazıldığı levha rengarenk ışıklar saçıyordu. Seferoğlu Fırının'ın levhası gibi silik yazılı değildi. 

“Baba biz de gidelim mi?” demiştim. 

Durmuştu babam. Saatine bakmıştı. 

“Annen merak eder!” demişti. 

Ederdi elbet. Üstelemiştim.. 

Babamın gönlü olmasaydı sadece:

“Hayır!” derdi. Ya da:

“Olmaz!” derdi. Veya:

“Başka zaman!” derdi ve ben üstelememem gerektiğini anlardım. 

Bu yüzden de bana hep, “Benim bal oğlum da pek anlayışlı canım!” der coşkuyla sarılırdı. İşte babam da istiyordu ama cesareti yoktu. Üstelemem bu yüzden olmuştu. Omuzlarımı dikip, bir de  gülücük kondurmuştum suratıma ve “Ben gönlünü alırım annemin!” demiştim. Gülmüştü. 

“Söz mü?” demişti. 

“Söz!” demiştim. Babam kuyruğa girmiş bilet almıştı. Bir adam bekleme salonunun kapısında bekliyordu. Sinemaya gelenler aldıkları bileti adama uzatıyorlardı o da biletin yarısın koparıp geri veriyordu yarım bileti sinemaya gelenlere. Usül böyleymiş. Bekleme salonunda bir yer bulup oturduk. Bizden önceki matine –on yedi matinesiydi- daha sona ermemiş. 

Oturduğumuz koltuk iki kişilikti. Bizden ilerde de bir baba oğul vardı. O çocuk benden büyüktü. Kara gazoz içiyordu. 

Babam, “Gazoz ister misin?” diye sordu. 

Başımı salladım ve dudaklarımı büzerek:

“Kara gazoz alır mısın?” dedim. 

Babam kaşlarını hayır anlamında kaldırıp kısık sesle:

“Kara gazoz zararlı oğlum!” dedi. Beyaz gazoza fit olduk. 

Babam öyle diyorsa öyledir. Kara gazoz mutlaka zararlı olmalı. Babam yalan söylemez. Zil çaldı. Sinema salonunun kapıları açıldı. İçeri girdik. Sinema salonu alaca karanlıktı. Bir sürü sandalye vardı. Bizim bilet numaramız önlerdeydi. En arka numaralardan başlanıyormuş satılmaya biletler. Arkadan daha iyi görünüyormuş. Biz önden üçüncü sıraya oturduk. Kocaman beyaz bir duvara bakıyorduk. Perde deniyormuş o duvara. İkinci zil sesinden sonra tüm lambalar söndü. Ortalık zifiri karanlık olmuştu. 

Babama doğru yaslandım. Elimi koluna götürdüm. O da elimi tuttu. Ve kulağıma, “Korkma film başlıyor!” diye fısıldadı. Perde aydınlandı. Kocaman yazılar belirdi. Bu eylül geçsin bir daha ki eylülde ben de okula gideceğim ve bütün yazıları okuyacağım. 

Babamın sesinden daha kalın bir ses geldi perdeden:

“Gelecek Program.. sıfır sıfır yedi ceymis bond.. doktor no..  baş rollerde şan koneri.. sinemamızda." 

Bir şeyler daha söylemişti.. bir adam oradan oraya zıplıyordu. Birilerini dövüyor.. birilerini öldürüyor.. sonra yarı çıplak kadınlarla karşılaşıyor.. önce onlara sarılıyor sonra öldürüyordu. Kadınlar da onu öldürmek istiyordu. Herkesi döven adam yarı çıplak kadınlara sarılınca başımı eğip, gözlerimi yumuyordum. Ayıp şeyler yapıyorlardı. 

Annem:

“Ayıp şeylerle karşılaşınca başını öteye çevir veya gözlerini yum!” demişti. Öyle yaptım. Babam yumdu mu bilmiyorum. 

Aynı ses bu kere:

“Gelecek hafta.. Çirkin Kral.. başrollerde Yılmaz Güney..” diye gürledi. Yine bir adam, bu adam fotörlüydü, birilerini dövüyor.. birilerine ateş edip öldürüyordu. Sonra sessizlik oldu. Ve yavaş yavaş bir müzik yükseldi. Bir dağ resmi. 

Babam:

“Asıl film şimdi başlıyor!” dedi yine fısıltıyla. 

Yazılar yazdı. Müzik eşliğinde. Filmin adı Kayalar, Kan ve Kum’du. Atlılar üzerimize doğru geliyordu. Oturduğum koltukta eğildim.. bir elim babamın kolundaydı. Babam da korkumu yenmem için elimi avucuna aldı. Adamlar bir birlerine ateş ediyorlardı. Bir adamı yalnız bırakmışlardı. Bir yılanı öldürmüştü. Ayaklarını zincirle bağladılar.. o adam nasılsa kurtuldu.. ve önüne kim çıktıysa ateş etti..hiç hoşuma gitmemişti. İkinci bölüm başladıktan biraz sonra uyumuşum. Babam kucağına almıştı ve otobüsle eve gelmiştik. Hiç sevmemiştim.

Ben Bayram’a niye uydum ki? Bir de biletçi abisinin arkadaşıymış. Yalancı! Böyle arkadaş olur mu? 

Abisiyle karşılaşınca;

“Seyit getirdi ben Abi!” dedi. Şaşırdım.

“Bayram.. niye yalan söylüyorsun!” dedim. Abisi ona inandı.. yalancı. Ve bir de kulağımı çekti abisi. Hala kulağım acıyor. 

Kulağıma yapışıp, “Kardeşimi yoldan çıkarıyorsun demek serseri! Bir de utanmadan yalan söylüyor, iftira atıyorsun ha!” dedi. Asıl yalan söyleyen, iftira eden kendi kardeşiydi işte. 

“Serseri!” sözü daha kötü. Hem kötü söz sahibinindir. Bunu bilmiyor abisi. Bir de liseye gidiyor. Beni burada bırakıp bir güzel sinemaya girdiler. 

Hiç demediler ki, “Yolu biliyor musun? Kaybolmayasın!” Hayır. Böyle bir şey demediler. Neredeyse ağlayacağım. Oysa annem, “Sakın ağlama! Ağladığını görenler yardım bahanesiyle yaklaşırlar sana.. bilemezsin.” derdi.

Ağlamamalıyım. Ama işte.. önce elbise satan dükkanı geçeceğim. Sinemanın girişine sırtımı döneceğim. Sonra sola. Döndüğümde elbise satan dükkan olmalı. Evet. Yoksa yanlış yoldayım demektir. Evet işte elbise satan dükkan. Onun yanında beyaz eşyacı. Biraz yürüdükten sonra trafik ışıkları. Sağa sola dönmeden dümdüz yürüyeceğim. Ve sonra ara sayacağım. Saymasam da olur. Seferoğlu Fırınına geldim mi, zaten evi buldum demektir. İyi ki gündüz. 

Ya anneme ne diyeceğim? Doğruyu söyleyeceğim ama.. başta söylediğim yalan. İşte anneme yalan söyledim ve kulağımı çektiler. "Serseri" dediler.. ve bilmediğim bir yerde yapayalnız bıraktılar.




Cemal Çalık, 15.12.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları



Seçkin Deniz Twitter Akışı