Uzmanların asimetrik veya hibrit bir savaş olarak nitelendirdiği içinde bulunduğumuz hareketlilikten dolayı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Milli seferberlik ilan ediyorum” diyerek birlik ve beraberlik çağrısında bulundu. Tüm dünyada, özellikle içinde bulunduğumuz coğrafyada kendini fazlasıyla gösteren kirli savaşın zirve noktası Metehan Demir’e göre 15 Temmuz darbe girişimi olsa da, planlanması on yıl önceye dayanıyor.
Yusuf Özhan, yaşadığımız sürecin başlangıcını Fırat Kalkanı Harekâtı’na bağlarken, Abdullah Ağar’a göre bu kirli savaşın miladı, hendek ve barikatlarla başlayan meskun mahal çatışmaları. Hendek ve barikatların ardından 15 Temmuz kanlı darbe girişimine gelene kadar, gerek PKK’nın gerekse de DEAŞ’ın saldırıları şehir merkezlerinde devam etti.
Fırat Kalkanı Harekâtı’nın başlamasıyla birlikte ülke içindeki hareketlilik de arttı. Beşiktaş’ta PKK’nın uzantısı TAK tarafından patlatılan bombayla 44 kişi, Kayseri’de PKK’nın patlattığı bombayla ise 14 kişi şehit oldu.
Halep meselesinde Rusya, İran ve Türkiye masaya oturacağı gün, FETÖ’cü terör örgütünün intihar saldırganı Rus Büyükelçisini öldürerek ülkeler arasında kriz çıkartmaya çalıştı. Öte yandan TSK’nın El Bab operasyonunda şehit haberleri gelmeye devam ediyor. Kirli ve çok cepheli bir savaşta büyük ülke olduğunu gösteren Türkiye’nin en büyük şansı, birlik ve beraberlik tecrübesinin çokluğu.
Üç cephede savaşıyoruz
Türkiye’nin ikisi ana olmak üzere üç cephede savaş ve teyakkuz halinde olduğunu söyleyen Metehan Demir, bu savaşın kısa soluklu olmayacağını, o yüzden çok dikkatli adımlar atılması gerektiğini söyledi.
“1984’ten beri yapılmayan, Dağlıca-Çukurca ekseninde terör örgütünün Kuzey Irak’a geçişinin tamamen engellenmesi, oradaki varlığının zorlu coğrafyada temizlenmesi anlamında çok büyük bir harekât yapılıyor. Artık Türkiye’ye gelip sızmalarla eylem yapılması neredeyse sıfıra yaklaştı. O açıdan, terör örgütü PKK ve bağlantısı TAK, şehirlerde, özellikle güvenlik güçlerine saldırı yollarını deniyor.
Öte yandan El Bab’da artık terör örgütüyle mücadeleden, bir terör ordusuyla savaş moduna geçildi. Çünkü terör örgütü DEAŞ, taktikleri, tecrübeleri ve elindeki mühimmat imkanıyla sıradan bir örgüt değil. Meskûn mahal çatışmalarını da beraberinde getirecek bir şehir savaşına doğru girdiğimizi zaten görüyoruz. Bizim milletçe el ele vermekten başka, seferberlik anlamında birlikte yürümekten başka çaremiz yok. Düşüncelerimiz içeride birbirinden farklı olabilir, birbirimizden nefret edebiliriz, ama dışarıda birlikte yürümeliyiz.
Üçüncü dikkate almamız gereken cephe de Musul’la başlayan Irak harekâtındaki cephede Türkiye’nin giderek pozisyonunu güçlendirmesi. Zamanla Irak da gündeme gelecektir. 15 Temmuz alçakça ihanet girişiminden sonra ağır darbe yiyen Türk Silahlı Kuvvetlerinin fedakarlıklarla yaptığı büyük bir başarıdır bu.”
TSK’nın neden Suriye’de olduğu anlatılmalı
Ülkemizde ve sınırlarımızda yaşananların tek sorumlusunun AK Parti yönetimi olduğunu her fırsatta dile getiren ülkenin muhalif kanadı, belli ki Türk askeri sınır dışına çıkmasaydı, güllük gülistanlık içerisinde yaşanacağını düşünüyordu. Metehan Demir’e, sınır dışına çıkmasaydık nelerle karşılaşabileceğimizi de sorduk:
“Özellikle El Bab’taki aziz şehitlerin ailelerini incitmemek, orada bulunan askerimizin aidiyet hissini kırmamak adına ‘bizim askerimiz orada boşu boşuna ölüyor’ gibi ifadeler kullanmamak lazım. Bizim askerimiz oraya gitmeseydi, şu anda kendi sınırlarımız içerisinde DEAŞ’la savaşıyor olurduk. Gitmeseydik DEAŞ’ın bölgede giderek yayılmasını ve başka güçlerle işbirliği yapmasının önünü alamazdık. Sınırımızın dibinde tehdidin ne kadar tehlikeli boyutlara ulaştığını her gün acı tecrübelerle görüyoruz. Şüphesiz şehitlerin acısı birçok tartışmayı gölgeliyor. Ümit edelim hiç şehidimiz olmasın. Bu tip acıların yaşanmaması için yeni tedbirler alınacaktır herhalde. Ama bu sürecin de komuta kademesi tarafından çok akıllıca yönetilmesi lazım. Çünkü her şehit geldiğinde kamuoyundaki tartışma artacaktır. O nedenle hükümetin ve TSK’nın neden orada olduğumuzu çok sakince ve detaylarıyla anlatması lazım.”
İnsanlık tarihinin en kirli savaşı
Türkiye’nin çok alanlı, çok zamanlı, çok katmanlı, çok aktörlü ve kimyasını bilmediği karma bir savaş durumunda olduğunu söyleyen Abdullah Ağar, hem doğrusal hem de asimetrik saldırılarla karşı karşıya olunduğumuzu ifade etti.
“Her devrin savaşının karakteri farklıdır, bu savaş da kendine özgü bir savaştır. Terminolojide ‘doğrusal olmayan savaş’ olarak geçer. Sizi hasım tutan iradeler, kendi fiziki güçlerini kullanmıyor. Daha çok bu topraklara ektikleri veya bu topraklardan yeşeren etnik, mezhebi veya meşrebi bir takım terör örgütlerini kullanıyor. FETÖ, PKK, DEAŞ bunlardan birkaçı. Önceden bu tür gerilla harbini küçük gruplar, güçlülere karşı yapardı. Şimdi güçlüler, küçüklere karşı yapıyor. Bu da büyük bir kirliliği, insanlık tarihinin en kirli savaşını beraberinde getiriyor.”
Medeniyet ve kavram savaşı da veriyoruz
2003 Irak işgalinden sonra mezhep savaşlarının körüklendiğini ifade eden Ağar, aynı zamanda medeniyet savaşı da veriyoruz diyor.
“Bugün Ortadoğu coğrafyasına baktığımız zaman, Müslümanlık iddiasındaki halklar ve toplumlar birbirlerini katlediyor ve şehit olduklarını söylüyor. Bu savaş aynı zamanda bir medeniyet ve kavram savaşı. Sadece toprak anlamında bir işgale girişmiş değiller. Ülkeleri kendi içinde çökertmeye, kendi içinde kırılganlık üretmeye çalışıyorlar. Bu anlamda diğer savaşlardan çok daha tehlikeli, çok daha karmaşık, mücadelesi çok daha zor. Bu kirli savaşın içinde Türkiye, hem dini hem mezhebi hem meşrebi hem etnik kimlik üzerinden sayısız saldırıya maruz kalmış bir ülke olarak, bir savaşın içerisinde olduğunu çok doğru bir biçimde tanımlıyor. Seferberlik kavramı bu tanımlamayla birebir örtüşüyor. Aslında bu noktada biraz geç kaldığımızı da söylemeliyim. Üstümüze üstümüze gelen bir süreçti bu. Iraklılar, Suriyeliler bu tuzağa düşürüldü. Bizi de bu tuzağa düşürmeye çalıştılar, biz de ısrarla “milli birlik ve beraberlik” cümlesi üzerinde duruyoruz. Çünkü bu işin panzehri, birlik ve beraberliktir. Kendi içimizde bir kırılma yaşamazsak, ne kadar canımız yanarsa yansın bölünmeyiz ve parçalanmayız.”
Hendek ve barikatlarla olmadı, darbe yaptılar
Bu hareketliliğin başlangıcı olarak kabul ettiği meskun mahal çatışmalarının cumhuriyet tarihinin en büyük isyan girişimi olduğunu ifade eden Ağar, şunları aktardı:
“Bir tane ilçede başarabilmiş olsalardı, bütün Türkiye’de büyük bir kırılmaya, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bir kopuşa, Türkiye’de de etnik kökenli bir iç savaşa sebep olacaktı. Askerimiz, polisimiz, jandarmamız, korucumuz büyük bir fedakarlıkla engelledi, başaramadılar. O olaylardan tam bir sene sonra devletin yıkılmasını, ordunun dağıtılmasını, vatanın parçalanmasını amaçlayan bir darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı Türkiye. Bu da o savaşın bir parçası. Orada da başaramadılar. Bu sefer çok yoğun, bileşik ve birleşik terör kuşağına girdik. Bu terör eylemlerini o minvalde değerlendirmek lazım. Sonra ekonomik manipülasyonlar ve yurt dışında yapmış olduğumuz operasyonlarda maruz kaldığımız sayısız farklı etkiyi de bunların içine ekleyebiliriz.”
İran ve Türkiye ortak akıl üretmeli
İslam dünyasının 1400 yıla damgasını vuran mezhebi bir kırılganlığı olduğunu söyleyen Abdullah Ağar, öncelikle İran ve Türkiye’nin ortak bir akıl üretmesi ve bu ortak aklın sahaya yansıması gerektiğini söylüyor.
“Kurallarını bilmediğimiz çok sert bir mücadeleyle karşı karşıyayız. Bir yandan devleti içten ele geçirmeye çalışıyorlar, bir yandan da toplumda etnik, mezhebi, meşrebi, dini, ekonomik, siyasi kırılganlıklar üretmeye çalışıyorlar. Darbe girişiminin kimyasında da siyasi kırılganlık var, TAK’ın yapmış olduğu eylemlerde de. Toplumdaki bütün farklılıkları, eleştirileri bir şekilde kırılganlık adına kullanmaya çalışıyor, sürekli oralardan vuruyorlar. Toplumda terörle mücadelede bilgi ve bilinç üretme konusunda zafiyet olunca, doğal olarak oyuna düşen çok fazla insan oluyor. Örneğin DEAŞlıların görüntülerinin hepsinde toplumda korku, dehşet, infial ve sorgulama yaratma var. Bir de öfkeleri, hırsları, nefretleri, toplumsal tabana yönelik yok etme duygularını kullanmaya çalışıyor. Aklı devreden çıkartıp, kontrolsüz duyguları ortaya çıkartmak amaçlı yapıyorlar bunu. Bunun adı Hibrit Savaşıdır. Toplum teröre karşı bilinç, aklıselim ve sağduyu üretmek zorunda.”
ABD ne kadar savaştaysa biz de o kadar savaştayız
Türkiye’de Sevr’den buyana yaşanan en büyük hareketliliğin görüldüğü zaman tünelinden geçtiğimizi ifade eden Yusuf Özhan, milli seferberliği gerektirecek tipte bir dönemde olduğumuzu ama bunun adının savaş olmadığını ifade etti.
“Savaş dediğimiz şey düzenli ordular ve ülkelerin millet meclislerinde bir düşmanı resmi olarak ilan etmesiyle gerçekleşir. Bu bakımdan ele aldığımızda Türkiye’de bir savaş yok. Amerika veya Fransa ne kadar savaştaysa, Türkiye de o kadar savaşta. Aynı şekilde ABD ve Fransa ne kadar milli seferberlik halindeyse Türkiye de o kadar milli seferberlik halinde. 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede, birçok terör örgütünün birlikte ve ortak sonuçlara hizmet eden faaliyet haline girdiğini görüyoruz. Devlet açsından terör, güvenlik güçleri açısından da terörle mücadele şeklinde bir mücadele yürütülüyor. Bunların sıklıkları ve şiddetleri de hesaba katılıp milli bir bilinçlendirme olarak da bakmak lazım seferberliğe.
2015 Temmuz ayında Türkiye kritik bir karar aldı. Suriye’de ve Irak’ta devam eden DEAŞ tehdidine karşı Amerikan koalisyonlarının operasyonlarına Türkiye’nin aktif bir şekilde dahil olmasına karşılık, DEAŞ’e karşı düzenlenen saldırılarda Amerikan uçaklarına İncirlik Üssünü kullanma yetkisi verildi. Türkiye bunun karşılığında başta Amerika ve daha genel olarak da koalisyondan, PKK’ya karşı yürütülecek operasyonlarda destek talep etmeye başladı. Bu noktada geride kalan Temmuz 2015 ile Aralık 2016 yılları arasına baktığımızda, karşı karşıya kalınan tehdit ve tehdit karşısında alınan önlemlerin boyutu, bize tablonun bir seferberlik şuuru olarak neden yorumlandığını gayet açık bir şekilde anlatıyor. "
Türkiye’nin adımları frenleniyor
"15 Temmuz sonrasında başlatılan Fırat Kalkanı Harekâtı seferberlik söylemine götürecek hareketliliğin miladıdır bana göre. Ondan öncesindeki mobilizasyon, iç güvenlik güçlerinin sürdürdüğü operasyonlardı. Şu anda Fırat Kalkanı operasyonu hem DEAŞ’e hem de bulunduğu bölgedeki YPG gibi diğer terör örgütlerine karşı güvenli bir yeşil bölge oluşturmaya ve burayı orta vadede bir istikrar alanı haline dönüştürmeye çalıştığını görüyoruz. Bunun Türkiye’nin orta ve uzun vadideki güvenliğine yönelik katkısı çok büyük olacaktır. Terör örgütleri, Türkiye’nin milli güvenliği için oluşturacağı avantajı zedelemek için terör eylemlerini farklı aralıklarda ve şiddette arttırdı. Yani Türkiye’nin orta ve uzun vadede huzurlu bir vaziyete kavuşup aynı stabiliteyi tekrar kurabilmesi için atmış olduğu adım frenlenmeye çalışılıyor.”
Sevda Dursun, 30.12.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Röportaj, Eleştiri
Sevda Dursun Yazıları
Takip et: @sevdadur
Sonsuz Ark'ın Notu: Sevda Dursun Hanımefendi'den çalışmalarının yayınlanması için onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 12.09.2015
İlk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat: