"Bugün artık herkes kabul ediyor ki, Cumhuriyet, kurulduğundan beri belli bir yaşam tarzını vatandaşlara makbul vatandaş olabilmenin bir yolu olarak dayattı. Büyük şehirlerden kasabalara varıncaya kadar ülkede her yeri kaplayan bir devlet yönlendirmesi tecrübe edildi. Günümüze doğru yaklaştığımızda 2002’de AK Parti’nin iktidarından sonra başörtüsü yasaklarına karşı verilen mücadelenin başarıya ulaşması, başörtüsüne karşı ‘direnen’ laiklerin kendini yenik hissetmesine yol açtı."
Yılbaşı gecesi Reina'ya yapılan hain saldırı sonrası “yaşam tarzı müdahalesi” tartışmaları tahammül sınırlarını zorlayarak farklı bir boyut kazandı. Belli fay hatlarını derinleştirmekle görevli olan terör, bu saldırıyla toplumu birbirine düşürmeyi amaçlamıştı. Zira bu tartışmalar yeni bir şey değildi. AK Parti iktidarından sonra yaşam alanlarına müdahale edildiğini savunan bir kesim, gezi eylemleri boyunca da benzer argümanları savunmuştu.
Öte yandan Cumhuriyet tarihinden beri belli bir yaşam tarzının dayatılmasından muzdarip dindar kesim, 28 Şubat’ın yasaklarının izlerini silmeyi başaramamıştı bile. Yaşam tarzı müdahalesi deyince, sahnede başından örtüsü çekilen, ikna odalarında ‘modernleşme’ seanslarına tabi tutulan ve en doğal hak olan okuma hakkının ellerinden alındığı başörtülü kızların akıllara gelmesi bundan.
Birçok yasak kalktığı halde hala normalleşemediğimiz kesin. “Öfke duygusu tam olarak çözülebilmiş değil” diyor Ümit Aktaş bu yüzden. Bu tartışmanın yapay polemiklere kurban edildiğini savunan Necdet Subaşı gibi Asım Öz de yaşam tarzının, dedikodusundan haberdar, özünden mahrum olduğumuz bir tartışma olduğunu savunuyor.
Toplumsal hayatın her anında baskılar döneminden geçtiğimizi söyleyen Yıldız Ramazanoğlu, Avrupa’daki kısıtlamaların burada olmadığını da sözlerine ekliyor. Nurhayat Kızılkan, Cumhuriyet’ten itibaren belli yaşam tarzının dayatıldığına değinerek, geldiğimiz noktada her iki tarafın da radikallerini uyarmasından yana. Necla Koytak ise “Katı uygulamalardan geçtik, artçı sarsıntıları göğüslemek zorundayız” diyerek, uzun süredir herhangi bir yaşam tarzı müdahalesine şahit olmadığı halde, medyanın köpürtmesine işaret ediyor.
Hala normalleşebilmiş değiliz
Laik kesimin AK Parti iktidarına itiraz için mahalle baskısı, yaşama tarzı endişesi gibi argümanları geliştirdiğini söyleyen Ümit Aktaş, toplumda normalleşmenin sağlanamadığı kanaatinde.
“Aslına bakarsanız on beş yıllık iktidarına rağmen AK Parti hâlâ geçmişte muhafazakâr kesimler üzerinde yapılan baskıları bile tam olarak ortadan kaldıramadı. Geçmişte yaşanan ve üstelik de belli bir ‘modernlik’ durumunun ısrarla başkalarına dayatılmasının neredeyse bilimsel bir doğruluk addedildiği bir tarihin oluşturduğu katılaşmaların refleksleri ve buna dayanan hınç duygularının öfkesi henüz tam olarak çözülebilmiş değil. Yani bu açılardan toplumda bir normalleşme henüz tam olarak sağlanamadı. Terör ise bu tip sosyolojik çatlakları dikkate alarak, bu fay kırıklarını daha da derinleştirmeye çalışabilir ve hatta doğrudan bu uyuşmazlık noktalarından da yola çıkabilir. Ama bunu doğrudan içsel bir çatışma ekseni bağlamında okumak, iç çatışma eksenlerinin neredeyse her mevzuyu dahil ettikleri çatışmacı mantıklarına malzeme taşıma çabasıyla ilgili. Ancak özellikle siyasal gerilimler, çatışmaları yumuşatmak yerine, bu gerilimleri bir avantaja dönüştürme çabası içerisinde olduğundan, farklı çatışma eksenleri ve alanlarını da asimile etmektedir.
Yaşam imtiyazlarını paylaşmaya hazır değiller
Tabi gerek bu uyuşmazlıklar durumunun, gerekse bunun giderilmesinin tüm sorumluluğu iktidara da yüklenemez. Zira muhafazakâr kesimlerin üzerindeki o edilgenlik, kendi durumlarını normalleştirecek bir sivil inisiyatifi engellediği gibi; laik kesim de kendi ‘aydınlanmışlık’ profilinin hakkı olarak varsaydığı iktidarda olma imtiyazının anti-demokratik bir seçkincilikle maluliyeti üzerinde kendisini bir özeleştiriden geçirebilmekte değil.
Tam da bu nedenle, laik kesim olarak bilinen sosyoloji, kendi yaşamsal imtiyazlarını başkalarıyla paylaşmaya henüz tam olarak gönül indirememekte. Üstelik bu hiç de hak edilmeyen aydınlanmışlığın bir ulusçu ve hatta ırkçı damarla beslendiği de göz önünde tutulursa, Türkiye’deki bu garabetin katlanmışlığının vahameti daha da bir aydınlanır. Dolayısıyla bu tip söylemlerin ortaya çıkmasındaki asıl etken, bu saldırıların niteliğinden ziyade, toplumumuzdaki asimetrik duruma ve bu durumun oluşturduğu aşırı hassasiyetlere bağlanabilir.
Türkiye, herkesin yaşayabileceği kadar geniş
Onun ötesinde ise her iki kesim açısından da kendi yaşamsal alanlarını başkalarıyla paylaşma konusunda sorunlu yönler bulunmakta ve bu tip olaylar, bu hassasiyetleri bir kere daha açığa çıkarabilmekte. O nedenle ortaya çıkan her olayda bir kere daha kendi mevzilerini tahkime yönelmek yerine, bu tip çatışmacı pozisyonların karşıdaki lehine terk edildiği bir toplumsal barışa ve anlayışa yönelmek, Türkiye’nin ve şehirlerin herkesin yaşayabileceği denli geniş olduğunun bilincine vararak, dünyayı başkaları için cehenneme çevirme güdüsünden artık vazgeçmek gerekmekte. Bu tip olayları bir bahaneye dönüştürerek iç çatışmaları körüklemek ve farklılıkları ayrılıklara dönüştürmek yerine, acılarımızı hafifletmenin ve gidişatı olumluya doğru çevirmenin imkânları üzerinde konuşmaya çalışmak daha doğru bir tutum olacaktır.”
İnanç ve düşünce her alanda tacize uğradı
Yaşam tarzına müdahale başlığı altında çeşitlenen tartışmaların yapay olduğunu düşünen Necdet Subaşı, konunun polemiklere kurban edilerek ele alındığını öne sürüyor.
“Toplumlar farklı yaşam tarzlarına fırsat veren ortak bir gündelik hayat tasavvurundan beslenir. Geçişler, eşikler, sınırlar toplumun ortak muhayyilesiyle dengelenir. Müslim-gayri müslim ayrımının Osmanlı kimliğinde buluşan aidiyeti bu bağlamda hatırlanmaya değer.
Günümüzde yaşam tarzlarına ilişkin müdahale iddiası sosyal bilimsel bir perspektif içinde ele alınmıyor. Devleti ve siyasi iktidarı hemen her tercih ve uygulamasında mahkum etmeye ağırlık veren muhalif yapılar, olası çatışma ve gerilim alanlarının çetelesini tutarak bütün mesailerini bu alanlarda üretecekleri kaosa harcıyor.
Bugün Anadolu sathında yaşam tarzlarının bırakın bir çatışma zemininin parçası olmasını, bir farkındalıktan bile söz etmek çoklukla güçtür. ‘oruç yiyenleri dövdüler’ repliğiyle piyasa yapan bir zihniyet muhafazakarlığın kalesi sayılabilecek Anadolu taşrasında bile bu türden örnekleri arayıp bulmak yerine, doğrudan senaryosunu kurgulayıp ortaya sürmeyi daha doğru buluyor.
Herkes oyunu gördü
Yaşam tarzına müdahale konusunda artık belki de hiç hatırlanmaması gereken örneklerin çoğuna en başta inançlı insanlar yabancı değil. İnanç ve düşünce hürriyetinin en bariz temsilleri gündelik hayatın hemen her alanında tacize uğradı, mahkum edilerek itibar kaybına maruz bırakıldı.
Hoşgörüsüzlük, klinik sorunlar, azgelişmişlik ve bir medeniyet dairesine mensubiyet duygusunun zayıflığı, ham yobazı da kaba softayı da gündelik gerçeklik içinde tanınır sima haline getirmektedir. Bugün bu kategorilerin yaslandığı zeminde hemen her siyasi tasavvurdan örneklere rastlamak mümkün.
Yılbaşı kutlamaları üzerinden kamuoyunda gündeme gelen tartışmalar ve nihayetinde bu gerilimin ürettiği ortamı kucaklayan Reina saldırısı, ince dikkatlerle gerçekleştirilmiş bir operasyondur ve amacı kamusal alanda yana yakıla üretilmiş bir gerilimden besleniyor imasında bulunarak toplumu birbirine düşürmektir. Bu kumpas durumdan en çok mağdur olacak kitleler kadar, sıradan apolitik unsurlar da tepki göstermişlerdir. Oyunu gören herkestir, yapılan sözüm ona yaşam tarzı istismarlarını vesile edinerek toplumu birbirine düşürmektir.”
Özgürlük ve demokrasi adına baskı ve yağmalama
Bir Müslüman’a yakışır şekilde incelikli hak ihlallerini dert edinen Yıldız Ramazanoğlu, yaşam tarzı müdahalesi tartışmasına şu ifadelerle katkıda bulunuyor:
“2. Dünya Savaşından sonra yazılan İnsan Hakları Beyannamesi iddia edildiği gibi evrensel olamadı çünkü bütün insanların değil sadece belli yaşam tarzındaki insanların haklarına dönüştü. Bu zafiyet modern Avrupa yaşamının haklarla paralel olarak evrenselleştirilmesinin, insanlığın önüne uyulması zaruri bir norm olarak konulmasının sonucuydu. Bu yüzden benzerim olmayanların bana benzetilmesi, uygarlaştırılması adına ülkeler işgal edilebilir, halklar esir alınabilir etiğini geliştirdiler. Özgürlük demokrasi ve insan haklarını ileri sürerek gelenlerin, bu kavramları baskı, yağmalama ve yıkım için nasıl birer maskeye dönüştürdüğü apaçık görüldü.
Avrupa’daki kısıtlamalar burada yok
İslam dünyası da ak kaşık değil elbette, Medine Vesikası’ndaki o geniş yüreği muhafaza etmek her zaman mümkün olmuyor, birçok yerde insanların içine sinen bir yaşam sürmesinin önünde engeller var. Mesela karşılıklı mezhep dayatma, kadınlara sürekli rol biçme gibi. Türkiye’de ise farklı inanç ve kültür mensuplarının kendi medeni hukuku içinde yaşayabildiği Osmanlı milletinden, toplumsal hayatın her anında baskılar dönemine geçtik cumhuriyet elitlerinin bağnazlığı sayesinde. Son yıllarda bunlar aşıldı ve herkes içine sindiği gibi yaşama hürriyetine kavuştu. Fakat bu genel durumun ötesinde incelikli hak ihlalleri mevcut olabilir, insanlar kendini nasıl hissediyor, bunu ifade ettiklerinde dikkate almak lazım.
Öte yandan geçtiğimiz günlerde İrlanda’daydım ve sıklıkla gördüğüm ‘bu bölgede alkol almanın cezası 500 pounddur’ tabelaları beni şaşırttı gerçekten. Evimin karşısında çocuk parkı var ve bir tek çocuk ve ebeveyn gidemiyor, çünkü ülkemizde sanırım her yerde tiner, alkol, uyuşturucu kullanmak serbest. Avrupa’daki kısıtlamalar burada yok. Yaşam tarzı meselesi çok boyutlu olarak içtenlikle ele alınmalı ve belli uzlaşmalara dayanmalı. Bunun için ötekini dinlemek, anlamaya çalışmak ve talepler arasında dayatmalar değil dengeler oluşturmak lazım. Bireyin hak ve özgürlüğü ötekinin ve toplumun hukuku ile çatıştığında izlenecek yollarla ilgili kadim tartışmalar var ve bu mesele düşünce dünyasının temel konularından biridir.”
Reina patlamasının öncesinde yaşam tarzı operasyonu
Yaşam tarzı tartışmasının modernleşmeye başladığımız yıllardan itibaren her zaman var olduğunu söyleyen Nurhayat Kızılkan, siyasetin doğası gereği de bu karşıtlıkların üzerinden siyaset yapıldı diyor.
“Yaşam tarzı tartışması bu defa bir terör olayının hemen arkasından başlatılınca, hiç de hoş karşılanmadı ve toplumda bir uyanışa vesile oldu. Çünkü patlamanın öncesinde ve hemen sonrasında medya ve sosyal medyada belli bir gündem tesadüf etti(?) veya bir operasyon yapıldı, artık hangisine inanırsanız.
Bugün artık herkes kabul ediyor ki, Cumhuriyet, kurulduğundan beri belli bir yaşam tarzını vatandaşlara makbul vatandaş olabilmenin bir yolu olarak dayattı. Büyük şehirlerden kasabalara varıncaya kadar ülkede her yeri kaplayan bir devlet yönlendirmesi tecrübe edildi. Günümüze doğru yaklaştığımızda 2002’de AK Parti’nin iktidarından sonra başörtüsü yasaklarına karşı verilen mücadelenin başarıya ulaşması, şehir mekanlarında başörtüsüne karşı ‘direnen’ laiklerin kendini yenik hissetmesine yol açtı. Ama laik kesim içinde düşünmeyi terk etmeyen bir kesim, laik değerleri savunmak için, laiklik nam ve hesabına hareket edildiğini iddia etmekle beraber, aslında kendi menfaatleri için laikliği araçsallaştırdıklarının kendileri de farkına vardı. Ve başörtüsü karşıtlığında aşırıya gidildiğini ikrar ettiler.
Her kesim kendi radikalini uyarsın
Ancak, başörtüsü konusunda belli bir yumuşamadan ve yasakların aşamalı şekilde kalkmasından sonra, medya ve sosyal medyanın da yardımıyla tekrar aşama aşama aynı konumlarına, başörtüsü hariç, geri döndüler. Bu geri dönüş her iki tarafın da radikallerinin katkısı ile gerçekleşti. Yani, bir yandan, radikal laiklerin kendi yaptıkları yaşam tarzı düşmanlıklarını ‘normal’ karşılayıp, sadece karşı tarafı suçlaması, öte yandan, dindar kesimler içindeki radikal söylemlerde bulunanlar ve diğer mutedil dindarların bu radikallere yeterince ses çıkarmaması. Bu ses çıkarmayış, laik kesimin ‘laiklik tehlikede’ korkularının algısının -ki böyle bir tehdit aslında yoktu, bu sadece bir algıydı- artmasına yol açtı ve laik kesimin radikalleri tarafından çok güzel kullanıldı. Bu aslında, ‘bizim yaptığımızın aynısını bize de mi yapacaklar’ korkusuydu! Radikaller korku pompalayarak amaçlarına yaklaştılar.
Bütün yayın yapan kurumların, radikallerin etkisi altından çıkması gerekiyor artık. Her iki taraf da birbirinin yaşam biçimine saygı duymak zorunda. Laikler arasındaki tehlike artıyor algısının yükselmemesi için, her iki tarafın radikallerine, Türk toplumunun aslında aşırılıkları sevmediğini, her zaman itidalden yana olduğunu hatırlatmak lazım. Toplumsal barış için her iki tarafın da, kendi radikaline, yine kendi üslubunca bir şekilde bu durumu iletmesi gerekiyor. Radikallerin mutedilleri domine edebileceği raddeye asla gelmemeli.”
Katı uygulamaların artçı sarsıntıları bunlar
Farklılıklara rağmen insana saygının en temel insani değer olduğunun altını çizen Necla Koytak, her birimizin bununla yükümlü olduğunu ifade ediyor. “Saygı yetmez, muhabbetle kucaklaşmalıyız” demeyi de ihmal etmiyor.
“Yaşam tarzı, zihnen ve kalben benimsediğimiz inanç temelli hakikat anlayışımızın, değerler manzumemizin ve hayat görüşümüzün davranışlarımıza, tutumlarımıza ve tercihlerimize yansımasıyla şekilleniyor. Giyim-kuşam, yeme-içme, eğlence vb. yaşamın her alanında inancımızdan beslenen duyarlıklarımızın belirlediği formlar, biçimler, usuller geliştiriyoruz. Bu çerçeveden bakarsak yaşam tarzına müdahalenin, özünde inanç özgürlüğüne yönelik bir tehdit ve saldırı olduğunu görürüz. Bu kabul edilir bir şey değildir. Ben Müslümanım. Benim inandığım din tüm insanlık için sadece bir tekliftir. Bu teklifi tercih etmenin temel şartı özgürlüktür; insanın dinini, yaşam tarzını seçme özgürlüğüne müdahaleyi hiçbir şekilde onaylamaz.
Ne yazık ki, zaman zaman kendi amaçları için insanlara hükmetme, onları belirli bir kimliğe dahil etme hakkını kendilerinde gören iktidar sahipleri olduğu gibi zaman zaman da kendi inancını, meşruiyet anlayışını farklı yaşam tarzlarına dayatan sıradan insanlar da bu müdahaleyi yapabiliyor. Bu tehdit algısının en önemli nedeni, yakın geçmişte, yıllar boyu ülkemizi yönetenlerin toplumu modernleştirme sürecinde halkın yaşam tarzına yaptığı sert ve katı müdahalelerle ilgili toplumsal tecrübe yekûnudur.
İntikam yerine empati geliştirmeliyiz
Geçmişte bu müdahaleyi şöyle veya böyle yaşamış olan kesimler için intikam veya rövanş gibi olumsuz duygular yerine farklı kesimlere empatiyle yaklaşılmasının temel bir ilke olarak benimsenmesi sağlanmalıdır. Uzun zamandır şahit olduğum bir yaşam tarzı müdahalesi olmadı. Zaman zaman yaşanan tek tük vakanın medyada günlerce abartılı bir şekilde ve kışkırtıcı bir dille yer aldığını gördük. Cumhuriyet’ten itibaren yaşam tarzına müdahale edilen kesim, İslam dinini referans alan bir kimliğe sahipti. Laik diye tanımlanan kesim ise genellikle Batılı yaşama biçimini benimseyen ve toplumun bu yönde dönüşmesinden yanaydı. Bu durumda laik kesimin bu müdahalelere karşı durması zaten boş bir beklenti olurdu. ‘İnsan Hakları ve özgürlükleri’ gibi kavramlarsa batı dışı toplumları dönüştürmenin enstrümanları olarak kullanılmak içindi!
Bu konuda sosyoloji alanının dünyaca ünlü yıldız ismi Prof. Dr. Şerif Mardin’in tespiti ufuk açıcıdır: ‘Türkiye’de modernleşme projesi, halkın İslam’dan uzaklaştırılma projesi olarak uygulanmıştır.’ Bu kadar katı bir uygulamanın / travmanın / depremin içinden geçmiş bir toplumuz. Artçı sarsıntıları da göğüslemek zorundayız.”
“İrtica” edebiyatında sahicilik sorunu var
Günümüzde yaşam tarzı müdahalesini sadece siyasi erke hamlederek okuma biçiminin son derece yanlış olduğunu savunan Asım Öz, gönüllü olarak izin verilen müdahalelerin göz ardı edildiğini söylüyor.
“Hayatımız o kadar müdahaleye açık ki, doğrusu bunu nasıl tanımlayabiliriz emin değilim. İşin tuhafı az buçuk siyaset üzerine bir şey okuyan herkes müdahale mantığını kabul etmeden herhangi bir konuda söz almanın zor olduğunun da farkındadır.
Oysa kapitalizmin, modernitenin kendisi bitimsiz bir müdahaleye dayanır. Hatta toprağı bol olsun Zygmunt Bauman’ın üzerinde durduğu gibi gözetim toplumunun içindeyiz. Mobeselerden sosyal medyaya kadar artık tüm hayatımız adeta teknolojik gözetimin 1984 romanı gibi. Gelgelelim yaşam tarzı söylentisinin rol makyajı için yeterli vakit ayıramayanların unuttuğu bir şey bu… Gözetim ve yönlendirme altındayız.
Gazetelerin çok sayfalı bol ilanlı hafta sonu eklerinde, televizyonlarda, sosyal medya ve internette sürekli ne yesek, ne okusak, nereye gitsek, ne alsak diyerek yayımlanan kılavuzlar var. Bunlar sayesinde yapılan büyük bir yönlendirme var. Şimdi yaşam tarzından söz açılmışken bunlar göz ardı edilebilir mi? Üstelik gönüllü olarak bu süreçlere katılanların, hayat tarzına müdahale meselesini ısrarla birkaç adli vaka üzerinden gündem konusu yapmalarında sizce de bir abeslik yok mu?
Bireysel paçozluklar bir tarafa Reina gibi olayları Türkiye’ye teşmil etmeye çalışmak gerçekten tehlikeli gerilim demek. Toplumun önemli bir kesiminin kuvvetli bir siyasî tehdit ve muhalefeti bastırma unsuru olarak gösterilmesine zemin hazırlayan irtica edebiyatını hatırladığımızda, bunda bir sahicilik sorununun olduğu da son derece açık. Dahası böyle bir sermayenin ne anlama geldiğini uğradıkları sembolik şiddetten dolayı İslâmcı çevreler daha iyi bilirler. Dolayısıyla yaşam tarzı, dedikodusundan haberdar, özünden mahrum olduğumuz bir tartışma…
‘Örümcek kafalı’ diyen medyaya dikkat
Öncelikle bu medyanın vaktiyle kesintisiz bir damar olarak sürmesini sağladığı ‘takunyalı’, ‘örümcek kafalı’, ‘gerici’ gibi başlıklarını, karikatürlerini, köşe yazılarını tekrar hatırlatmak lazım… Ayrıca Avrupa’da meydana gelen İslâm’ı ve peygamberimizi tahkir eden yayınlara demokrasi ve eleştiri hakkı zaviyesinden bakan medyanın yönlendirmesi konusunda dikkatli olmak gerektiği açık.
2007’lerden itibaren yaşam tarzı müdahalesi anlamında kabartılan husumetleri, muhafazakâr mahalle baskısı söylentilerini ve bunlara akademik taşeronluk yapan çalışmaların dışında aklıma pek bir şey gelmiyor. Tam tersine bu süre boyunca Cumhuriyet mitinglerinden laiklik ikazlarına, AKP kapatma davasındaki gerekçelerden köşe yazılarına kadar hükümete sürekli psikolojik baskı uygulandı. Hatta başörtüsü meselesinde bile çoğu zaman adım atılamamasını kendi iktidarları için ferahlatıcı bir gösterge şeklinde ele alıp, Atatürk ilkeleri, laiklik ve kamusal alan uyarıları yapıldı. CHP’nin meclis kürsüsündeki hatipleri, tipolojik bir figür olarak Kamer Genç’in konuşmaları buna şehadet eder. Asıl baskıyı ‘suç bastırma’ adı altında yine buna benzer çığırtkanlar yaptı.”
Sevda Dursun, 19.01.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Röportaj, Eleştiri
Sevda Dursun Yazıları
Takip et: @sevdadur
Sonsuz Ark'ın Notu: Sevda Dursun Hanımefendi'den çalışmalarının yayınlanması için onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 12.09.2015
İlk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat