21 Ocak 2017 Cumartesi

SA3888/KY20-MEK56: Taşın Ruhu

"Duvar biteviye yenileyip duruyor, kayıt ediyor, hapsediyor, saklıyor bir daha ki sefere belki zaman ayırıp İNSAN'ı ve HAYAT'ı fark edersiniz diye..."


Taşın ruhuna, duvarın nasırlı, kırış kırış, taştan sert yüzüne sinmiş bu paralayıcı hüzün yoldan geçen kaç kişinin dikkatini çekiyor bilmiyorum. Ama bu yoldan, bu eski duvarın önünden her geçtiğimde ruhumu esir alan bu bakışlara takılıp tökezliyorum. İnsan boyundan biraz yüksekçe, on metreden biraz fazlaca bir uzunlukta, eski, sanırım tarihi bir yapıdan arta kalmış olduğundan kimsenin yıkmaya cüret edemediği, biraz korkular tarafından korunmuş, korkuların korumasında ki her şey gibi sadece gün yüzünde ve görünen yüzünde korunur gibi yapılıp her gün bir tarafından eksilen bu taş kaba taş duvar, civarda ki duvarlardan oldukça farklı.

Duvarın civarına yaklaştığımda sanki manyetik bir alana girmiş oluyorum, bakışlarımı, kulaklarımı adeta kendine sabitleyen, ellerimi kendine çeken, etraftaki gürültüden, koşturmacadan beni koparıp bir başka boyuta taşıyan konsantre bir insani duygu yığını, sadece duygu da değil bunları ifade eden sayısız göz, fısıldayan dudak ile karşı karşıya geliyorum.

İşte bakın; şu sağda ki küçük çatlağın sağ üst kısmından belli belirsiz görünen çipil bir çift çocuk gözü, muhteşem bir bayram sevinci ile donanmış, kim bilir hangi yüzyıldan buraya bakıyor, zaman umurunda değil, geçmiş ve gelecek ile bir işi yok, içinde bulunduğu bir tek anın sonsuzluğu içinde biteviye çoğaltarak kendini yeniden ve yeniden yaşıyor, ilk bakışta bir resim gibi ama hayır capcanlı ve etrafta olup bitenin farkında olarak yaşıyor o derin, kapsayıcı ve bulaşkan sevincini, sizi takmıyor, umursamıyor, görmezden geliyor sizi.

Ah bu duvar, ah bu duvar ve çatlaklarında sakladığı muhteşem yaşam...

İşte şu yan tarafa bakın, benim sol omuz hizama denk gelen, üzerinde kim bilir ne zamandan kalma bir boya katmanının belli belirsiz maviliği ile insanın beyhude çabasını tiye alan şu küçük çatlağın kenarından hafifçe aşağıya sarkmış bir çift kadın gözü, daha alttan bu gözlerin sahibine ait olduğu kuşkusu yaratan, koyuna sokulmuş bedbaht narin eller... dudakları dok bu gözlerin ve koyuna sokulmuş narin ellerin, ama hiç durmadan sizden tarafa bir intizar, bir şikayet, kuşkularla bezenmiş bir huzursuzluk intişar ediyor. 

Biraz tedirgin oluyor insan bu bedbin kadın gözünden, ama üst üste, üst üste o kadar çok göz ve dudak, el ve savrulmuş saç, çıplak omuzlar, insanı yaralayan sırların sahibi o kadar çok yüz dolaşıyor ki duvarın üzerinde, insan bir süre sonra merak duygusunun peşini bırakıp duvarın kendi doğal ritminde size sunduklarının peşi sıra gitmek durumunda kalıyor.

Tıpkı çok kalabalık bir caddede yürümek gibi, siz yavaş da yürüseniz karşınızdan, sağınız ve solunuzdan size aldırmadan kendi doğal ritmi ile dev bir kalabalık, büyük oranda yüzler, gözler, saçlar, bazen omuzlar, belki özellikle görülmek için çaba sarf eden insan göğüsleri, sırtları, kalçaları ve diğer organlar, her biri size bir şey fısıldıyor, her biri sizin nezdinizde bir anlığına var olup sonsuzcasına yitip gidiyor sonra.

Ama işte bu duvar bir avcı gibi, buradan geçen her şeyi yakalamış sanki, bir sonsuzluk içinde yeniden ve yeniden çoğaltarak bu duvarın içinde yeni bir yaşam formu kurmuş adeta. 

Bakın işte, hemen yanda, ben tam gözlerimi alıp sola taşıyayım derken adeta gözlerimi elleriyle tutup kendine çeken bu genç adamın derin bir ıstırap ile dolmuş erkek gözlerine bakın. Nasıl bir ateş ile yanmakta olduğunu ifadeye yetecek bir kelimem yok bağışlayın, ama bu kurumuş âteşin gözlerdeki ifade, bu hayata her şeyi ile meydan okuyan, ölümü sırtına yüklenip yaşamın kafasında paralayan bu cesur adamın ateş parçası gözlerinde bu ıstırab neden? 

Hemen her anında derin ipuçları sunan bu genç adam, yüzyıllar öncesinden şimdiye bir güçlü inanç ile perlediği bir sırrı fısıldıyor. Kendi ölümünü bile isteye ve cesurca inşa eden bu kahramanın şaşırtıcı sırrı ne ola ki?

Şimdi bu birkaç yüzyıllık duvarın önünde, insanların rahatsız edici bakışlarına aldırmadan, ellerini uzatan bu eski zaman kardeşlerinin ellerini tutuyorum, gözlerinde ki acıya bir ortak arayan annelere, saçlarına bir dokunuş arayan yetim çocuklara, hayatın kenara savurduğu kimsesizlere, doygunca yaşayıp yine de gözleri arakda kalmış olan şu amcalara, mutmain ev kadınlarına, çarşıdan pazardan dönerken üç yüzyıl sonrasına bir selam yollayan şu mübarek teyzeye biraz zaman ayırıyorum, nasıl bir hareket oluyor bilseniz duvarın kırış ve katmanları arasında...

Her biri kısacık bir an da olsa, bir başkası tarafından fark edilmeyi, bir başka zihnin içinde kısacık bir zaman aralığında var kılınmayı, soluksuz geçen onyıllar sonra bir derin soluk almayı nasıl şiddetle arzuluyorlar. Bakın duvarlara, siz de sık sık duvarların içine bakın, eskimiş sıva katmanlarını kazıyın bazen, üst üste sürülmüş boya cidarlarını kaldırın parça parça, oralarda saklı ne çok insan yüzü göreceksiniz...

Şimdi o duvarların içinde saklı insanları gördünüz mü?

Hemen yanda ki kanepede oturan şu mazbut kadına bakın, oyuncakları ile oynayan şu sarı, çirkin kızı gördünüz mü, ya hemen pencerenin dibinden, sokakta hızla yürüyen şu kızgın delikanlıyı?...

Duvar biteviye yenileyip duruyor, kayıt ediyor, hapsediyor, saklıyor bir daha ki sefere belki zaman ayırıp İNSAN'ı ve HAYAT'ı fark edersiniz diye...



Mustafa Ekici, 21.01.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar 



İlk Yayınlandığı Yer: Haber 10

Seçkin Deniz Twitter Akışı