"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Yedi
-2-
Karşılıklı oturuyorlardı araçta. Güneş batmak üzereydi. Genç muhafız dik bir biçimde oturmuş, elleri dizinde bakışları zeminde bir heykel gibi duruyordu.
“Senin adın ne genç adam?” diye sordu Ardıç.
Genç tok bir sesle “Oğuz Çentik” diye yanıtladı.
“Seni daha önce büroda görmedim. Yenisin galiba!”
“Evet!”
“Görev yerin neresi? Dayı seni nereden buldu?”
“Tören Timindeyim Efendim! Geçici görevle geldim!”
Kaan Ardıç başını salladı. “Belli!” dedi kendi kendine. Sonra da genç adama sordu;
“Dayı seni nereden buldu?”
“Öz Dayımdır Efendim!”
“Hah!” dedi Kaan, “Demek hemşeriyiz. Erzinya’lı olduğumu biliyor musun?”
“Evet Efendim!”
“Anlaşıldı Oğuz.. kışlada kısa künye saymayı nasıl bırakacaksın? Azıcık rahat ol.. oturuşunu şöyle bir değiştir! Emir komutadan çık oğlum.. Dayınla da böyle misin?”
Genç adam söylenenler karşısında ne diyeceğini bilemez haldeydi. Karşısındaki sivil kıyafetli biri olsa da rütbesi albaydı. Ve bir üst rütbeli karşısında sivil yaşamda da nasıl durulması gerektiğine dair aylarca süren bir eğitim almıştı. Üstünüz size rahat olmanızı söylese de istifinizi bozmamalıydınız. Rahatınız bile hazır ol vaziyetinde olmalıydı. Bu kişi isterse en yakın akrabanız olsun.
“Oğuz!” dedi müsteşar. “Söylediklerimi duyuyor musun. Şu ellerini dizlerinden çek. Başını kaldırıp bana bak!”
Genç adam ellerini dizlerinden alıp göbek hizasına çekti. Sol eli sağ elinin avucundaydı. Başını da kaldırmış çakmak gözlerle albaya bakıyordu. Dimdikti. Oturuş şeklini bozamazdı. Albay güldü.
“İki saat gidiş iki saat geliş.. dört saatlik yolculuk seninle çekilir mi bilmiyorum? Yanlış seçim mi yaptık ne dersin Oğuz!”
Hiç renk vermiyordu genç adam.
“Uçmaktan korkar mısın? Diye sormayacağım. Tören Timinde olmasaydın sorardım da. Neler yaptığınızı bildiğim için, sormuyorum. Henüz uçağa binmedik, tehlikeli bir iş yapacağız. Belki gittiğimiz yerden dönemeyebiliriz ve istersen gelmeyebilirsin. Biraz aceleyle oldu. Zorunlu değilsin yani. Ne diyorsun?”
Genç adam yine aynı tok sesle ve kısaca cevap verdi;
“Emrinizdeyim Efendim!”
“Anlaşıldı la Çentik. Sizin sülale böyledir.. ağzınızdan kerpetenle laf alınır. Neyse ki dayın size çekmemiş. Oğlum kısa cevaplar istemiyorum. Şuan ikimiz bir yol arkadaşıyız. Burada üst ast yok.. rütbe falan yok. Birbirine sahip çıkacak iki yol arkadaşı. Anladın mı?”
“Anladım Efendim!”
“İyi halt ettin.. anlamış mış..” gülerek dedi. “Dur hele aklıma iyi geldi, lan tellek iki koridor ötede Dayın ölümüne çatışmaya girdiğinde sen niye müdahale etmedin. Ayakların mı bağlandı?”
Oğuz’un yüzünde ilk kez tebessüm belirmişti. Nihayet adam ast üst ilişkilerini kıracak gibiydi ve bunun nedeni müsteşarın kullandığı “tellek” sözcüğüydü. Tellek sözcüğü Erzinyalılar arasında oldukça meşhurdu ve çok samimi, çok candan arkadaşlardan başkası başkasına söyleyemezdi. Söyleyen şiddetli bir kavgayı göze alıyor demekti. Ölümüne bir kavgayı gerektiren bir sözcüktü. Sözcüğün tam anlamıyla tellek sözcüğünün söylenmesi kan dökülmesine yeter de artardı bile ve fakat iki candan arkadaş arasında söylenmesi de bu ikilinin aralarında müthiş bir dostluğun birbirlerini ölümüne kollayıp gözetleyeceğinin, birbirlerini sırtlayacaklarının işaretiydi. Arkadaşı, dostu için kendisini gözünü kırpmadan feda edeceğine yeter kanıttı. İki Erzinyalı birbirine tebessümle baktılar.
Müsteşar “Eee.” dedi başını sallayarak.
“Kıyamet kopsa nöbet tuttuğun kapıdan bir milim bile ayrılmayacaksın. Ayrıldığını görürsem ayaklarını kırarım, dedi efendim!” diye yanıtladı. Resmi konuşma tavrından uzaktı.
“Laf!” dedi Ardıç.. tipik Erzinyalı bir karakteri canlandırıyordu şimdi Ardıç.. karşısındakini kızdıracak, yok yere gürültü şamata çıkaracak, sonra bir bardak çaya fit olup oyun sona erecekti. Ve fakat makam aracındaydılar Erzinya da bir kahvehanede değil.. Oğuz da hazır gibiydi bu yapmacık kavgaya, dilbazlığa. Otomobil durdu. Araçtan çıktılar.
“Neyse.. geldik. Dediğim gibi Oğuz can.. gelmeyebilirsin..” sustu ve gülerek sürdürdü konuşmasını “Dayına da söylemem.. ne ödlek biri olduğunu varsın bilmesin.” Oğuz kaşlarını çattı. Ardıç genç adamın çatık kaşları ardındaki muzip duruşu fark etmişti.
“Beni başınızdan savabilirsiniz.. Ben de Dayıma hiç de uzun yol arkadaşı olmadığınızı söylemem.” dedi gülerek. Ardıç genç adama bir el ense çekip kendisine çekti. Genç oldukça güçlüydü. Gücünü gösterip sonra kendini bıraktı. Genç adamı kucakladı Ardıç, kulağına,
"Benim uzun yol arkadaşlığımın olup olmadığını bugün bilemezsin.. bugün yolculuğumuz kısa sürecek! Ama söz.. bakalım sen katlanabilecek misin tellek!”
Oğuz albayı sert bir biçimde kucakladı. Biraz daha sıksa kaburgalarının kırılacağını sezdi. “Yavaş lan..” dedi “Kaburgalarım lazım bana.”
Ayrıldılar. Şoför hazır ol vaziyetinde kucaklaşan adamları izliyordu. İki adam önünde durdukları hangarın kapısını açıp içeri girince şoför de arabaya binip geldiği yöne doğru sürdü.
Kaan ve Oğuz hangardan içeri girdiler. Kendilerini uçacakları uçağı kullanacak pilot karşıladı. Selamlaştılar. Pilot iki konuğunu uçağa biniş merdivenine kadar götürdü. Uçağın kapısı açıktı. İki yolcu hızlı adımlarla merdivenleri çıkıp uçağa bindiler. Yerlerini aldılar. Bir süre sonra pilot da uçağa bindi ve uçağı hangardan çıkardı.
Kaan Ardıç, Oğuz Çentik’e:
“Böyle bir uçağa daha önce binmiş olamazsın. Çünkü henüz testleri bile tamamlanmadı. Yaklaşık 3 bin kilometre yol alacağız. Ve uçağımız da saatte 2400 küsur yol alıyor. TU-344 tamamen yerli yapımı.”
Oğuz gülerek, “Efendim, ilk uçuş testini ben yaptım!” dedi. Kaan Ardıç kaşlarını kaldırdı. İnanmamış gibiydi. Tören Timi elemanı bir pilot muydu?
“Nasıl yani.. tören timinde değil miydin?” diye sordu şaşkınlıkla,
“Daha önce pilottum efendim. Test pilotu. Beğenmediler beni!” sırıtarak cevapladı.
“Ne oldu da beğenmediler?”
“TU-344 oldukça pahalı bir projeymiş. Bir helikopter gibi kalkıp yine bir helikopter gibi piste inen oldukça modern oldukça pahalı bir uçak. Ve ben de gereken itinayı göstermiyormuşum. Çok alçaktan mı uçuyormuşum.. ne.. pilotlarda görülmesi istenmeyen durumlar görmüşler.. sanırım uzmanlar bende intihara eğimlilik gözlemlemişler..” omuzlarını silkip müsteşara baktı, olanca sevimliliğini takınarak.
“Peki sen nasıl açıklıyorsun davranışını?”
Boynunu büktü:
“Cesaret yoksunluğu diyorum ben.. nihayetinde bu uçak bir casusluk uçağı, yeri geldiğinde zemine bir parmak yakın uçabilmeli.. yoksa ne işe yarar?”
“Haklısın!” dedi Kaan Ardıç. Bu habere sevinmiş ve epey bir rahatlamıştı. Oğuz adamın rahatlayışını fark etmişti, uçağa bindiklerinden beri az biraz tedirginlik sezmişti albayda. Uçuş korkusu, diye yorumlamıştı önce, ama şimdi eski albay duruyordu karşısında. Ve bu da başka bir şeylerin olduğunu düşündürtmüştü. Çekinerek ve kısık bir sesle;
“Bir terslik mi var Efendim?” diye sordu. Kaan Ardıç gülerek;
“Artık yok!” diye yanıtladı. “Artık yok! Nereye gittiğimizi biliyor musun?
“Hayır efendim!”
“UCA’ya Penisilinya’ya.”
“Anladım efendim. Paket işi mi?”
“Evet! Değerli bir paket. Yalnız indiğimizde ben uçaktan çıkıp gittiğimde gözün pilotun üstünde olsun! Anlaşıldı mı?”
“Anlaşıldı efendim!” dedi eski Oğuz uçağa geri gelmişti.
Uçak büyükçe bahçeli bir konağın helikopter pistine indi. Pilot kokpitten çıkıp yolcuların yanına geldi kendinden emin bir sesle;
“Güzel bir yolculuktu efendim! Verilen koordinatlara sağ salim vardık!” dedi. Kaan adama sahte bir tebessümle bakıyordu.
“Teşekkür ederim kaptan!” dedi. “Yalnız ben yanımızda silahlı kimse olmamasını tembih etmiştim. Şimdi siz silahınızı Oğuz beye teslim edin!” dedi. Pilot anlamamış gibi baktı müsteşara:
“Silah mı?” diye sordu.. yanlış bir soruydu, bunu fark edip sözü hemen farklı bir yöne çekti:
“Efendim her ihtimale karşı.. nihayetinde değerli bir konuk taşıyacağım söylendi. Boş bulunmak hiç de hoş olmaz, diye düşündüm!” pilot parkesinin açıp suikast silahı glock’u kılıfından çıkarıp Oğuz’a uzattı.
“Teşekkür ederim!” dedi müsteşar. “Düşünceli olmak her zaman iyi olsa da, açık emirlerin her zaman önceliği vardır.”
Pilot sırıtmak zorunda kaldı. Oğuz silahı alıp kemerine soktu.
Müsteşar Oğuz’a:
“En fazla yarım saat içerdeyim. Eğer yarım saati geçer de gelmezsem hemen çekip gidiyorsunuz. Hem de hiç vakit kaybetmeden. Aşağı inip biraz hava alabilirsiniz.”
Pilota baktı:
“Uykunuz açılır!”
Oğuza göz kırptı. Uçağın kapısı açıldı. Yanaştırılan merdivenden ağır adımlarla aşağı indi.
Uçağın indiği yerde ellerinde otomatik silahla altı-yedi kişi kadar onları bekliyorlardı. Kaan tek başına adamların içine girdi. Ellerini kaldırdı. Adamlar üstünü aradı. İki kişinin refakatiyle konağa doğru çimenler üzerinde yol aldılar.
Bir süre sonra pilot ve Oğuz da uçaktan çıktı. Merdivenlerin başında durup birer sigara yaktılar. Silahlı adamlar elleri tetikte silahların namluları üzerlerine yönelik onları gözetliyordu. Acaba merdivenden inmek isteseler ne olurdu? Kapıda gözükür gözükmez silahların namluları üzerlerine çevrildiğine göre olacaklar belliydi.
“Bir adım daha atmayın!” der gibiydiler. İki adam konuşmadan sigaralarını tellendirdiler. Müsteşar ve yanındaki adamlar gözden kaybolmuştu.
Kaan Ardıç ifritin karargâhındaydı. Bekleme odasına almışlardı. Kuşkusuz bekleteceklerdi. Ama ne kadar? Bunu kestiremiyordu. Yine de bu bekleyiş sabaha kadar sürecek değildi. Beş on dakika sonra kapı açıldı önde Salih’ül Emre arkadan üç yardımcısı salon girdiler. Kaan Ardıç hiç istifini bozmamıştı. Oturduğu koltuktan kalkmamıştı bile. Salih’ül Emre pis pis sırıtıyordu. Yardımcılarının yüzündeki şaşkınlık görülmeye değerdi. Salih’ül Emre bir sandalye çekip Kaan Ardıç’ın karşısına geçti.
“Biliyor musun bana haber ulaştırdığında –yardımcılarını gösterip- bunlar inanamamıştı. Kuş kafese kendi ayağıyla niye gelsin? Demişlerdi. Ben de kuş bu.. kim bilir.. belki acıkmıştır..” dedim..” sağ elini kaldırdı şehadet parmağıyla Tahir Kirmani’yi işaret edip;
“Şu Tahir varya.. hah işte o inandı. Diğerleri hile dedi. Uydurma dedi. Hele halefimden bunu hiç beklemezdim.”
Ümid Buzurga dik dik bakmıştı. Ümit başını önüne eğmiş hazır ol vaziyetinde bekliyordu.
İfrit bu girişten sonra kendisinden emin olmayanları aldatıp, bariz hata işleyenleri ise korkuyla ürperten o şeytani bakışlarını Kaan Ardıç’a dikti.
“Evet bay kuş.. seni buraya, senin cehennemin olabilecek bu yere hangi rüzgâr attı?”
Kaan adama tiksinerek baktı. yüzünde en ufacık kaygı, korku, ürperti yoktu ve olmayacaktı da. Kendinden bu kadar emin oluş, korkusuzluğu Salih’ül Emreyi şaşırtmasına şaşırtıyordu ancak kendinden de emindi. Karşısında duran düşmanı burada savunmasızdı. İsterse lime lime eder, isterse karılık bile yaptırırdı. Ve yaptırmalıydı da. Bu küstahlığının cezası olurdu. Önce karılık yaptıracak sonra çarmıha gerecekti. Gerekli bilgileri elde ettikten sonra da ekilmişe parça parça postalardı.
“Yazık!” diye sürdürdü konuşmasını. “Ben senin için öyle güzel planlar, öyle güzel mevkiler tasarlamışken sen tuttun bir solucanın hizmetinde olmayı seçtin. Oysa benim kim olduğumu gerçekten bilseydin..”
Kaan Ardıç eliyle susturdu adamı,
“Bana bak bay Emre” dedi aşağılayarak. “Senin kim olduğunu herkes biliyor.. sen insanlık düşmanı bir ifritsin. Vatan haini, bıyığı yeni terlemişler karşısında dizlerinin bağı çözülen uçkur düşkünü bir itsin!”
Salondakiler adeta şok olmuşlardı. Ümid Buzurg elini ceketinin arkasına götürdü. Kaan bu hareketi görüp adamı işaret etti:
“Bu çomarına söyle elini götürdüğü yerden çeksin, ahmaklığının cezasını kıyamete kadar çekmek istemezsin!”
Salih’ül Emre kıpkırmızı kesilmiş, pörtlek gözleri daha bir açılmıştı. Adamına işaret etti durması için. Ümit Buzurg elini çekti ve eski haline elleri göbeğinde bağlı öylece durdu.
Salih’ül Emre bir anlam veremiyordu. Ne demek istiyordu bu adam? “Hadi kanına susadığını anladık da kıyamete kadar ceza ne demek? Hem de ben?” diye düşündü. Hırıltılı bir sesle;
“Evet bay kuş dilinin altındaki baklayı çıkar? Buraya niçin geldiğini öt bakalım!”
Kaan Ardıç yanında dikilen adamları gösterip,
“Öncelikle şu adamlar bizi yalnız bıraksın. Baş başa konuşalım. Sonra da sen kararını ver!” dedi buyurgan bir ses tonuyla. Salondaki yardımcılar bir hoca efendiye bir müsteşara bakıyorlardı. Ne demekti bu? Acaba tek başına kalıp.. hoca efendi adamlarına baktı çıkmalarını işaret etti.
Adamlar inanamıyorlardı. Tahir Kirmani hariç diğerleri yerinde durdu. Ümid Buzurg kısık bir sesle;
“Ama efendim!” diyebildi.
Salih’ül Emre başını salladı;
“Kendi halefime bile söz geçiremedikten sonra benden ne köy olur ne kasaba! Hüseyin, Tahir Ümid bundan böyle halefim değildir. Hatta bundan böyle bu arkadaşı çevremde görmek istemiyorum!” dedi.
Üç adam şaşkınlık ve tedirginlikle salondan çıktılar. Ümid Buzurg yıkılmıştı. Hoca efendi şaka yapmıyordu. Onun için yol burada bitiyordu. Bundan sonra ne olacaktı? Kuşkusuz yeryüzünde soluk almasına imkân yoktu artık. Belki kendi ayağıyla gelen kuşla birlikte sabaha çıkamayacaklardı. Belki kuş.. kuş belki ona yardım edebilirdi. Eğer o da kuşa yardım ederse. İçinde beliren bu umut azıcık rahatlamasını sağlamıştı. Tahir ve Hüseyin daha şimdiden kendisine tiksinerek bakıyorlardı. Tetikte olmaya karar verdi.
Salih’ül Emre gözlerini yenide müsteşara çevirdi.
“Seni dinliyorum bay kuş.. işte yalnızız!”
Kaan Ardıç cep telefonunu çıkardı. ekranı açtı. Ve hoca efendinin filmini açıp hoca efendiye uzattı. Hoca efendi kaşlarını çatarak telefonu aldı. Az kalsın telefonu elinden düşürecekti. Bu görüntüler.. bu olamazdı. Eli ayağı, dudakları titremeye başlamış, sol gözü habire seğiriyordu. Müsteşar adamın elinden telefonu usulca aldı ve iğrendiğini sezdirerek konuşmaya başladı;
“Şimdi beni iyi dinle insan bozuntusu.. yarım saat içinde beni getiren uçağa yardımcılarınla ve örgütünle ilgili bilgi ve belgelerle bineceksin. Şakamonya’ya gideceğiz. Havaalanında bir basın toplantısı düzenleyeceksin. Ülkede gerçekleştirdiğin cinayetleri, yolsuzlukları ve kimsenin bilmediği nice pislikleri ve şu son canlı bomba olayını itiraf edip Şakamonya halkından özür dileyeceksin. Ben de itibarını kıyamete kadar saklanmasını sağlayacağım. Aksi takdirde itibarın, kâinat imamlığın, ahlaki faziletlerin ve daha uydurduğun nice şeyin zerresi olmadığını insanlar söyleyip duracak. Ama dediğimi yaparsan sadece bir iktidar savaşına kalkışmış ve yenilmiş biri olarak anılacaksın. Seçim senin!”
İfritlerin lideri kendinden geçmiş gibiydi. Bütün emeklerinin bir kül yığınına döndüğünü görüyor, bir çıkış yolu bulamıyordu. Bu görüntülerden daha ne kadarı vardı acaba? Bu nasıl olmuştu? Bunu hangi hain gerçekleştirmişti? Ya çıkış yolu! Kuş doğru söylüyordu. nihayetinde iktidar savaşını kaybetmiş biri olarak anılmak vardı? İtibarsız biri olarak.. hayır bu olamazdı. Bunu soyuna yapamazdı. Seçilmiş bir soydan geldiğini, son kâinat imamı, mehdi olduğunu ilan etmişti. İnsani hiçbir zaafı olmayan, ölmüş ne kadar seçkin insan varsa kendisini hemen her gün ziyaret ettiğine inandırmıştı bağlılarını. Belki bağlı olmayanlardan bile inanan vardı. Bunu yıkamazdı! Bu yıkılamazdı.
“Ben gelmek istesem de.. artık kendi başıma karar veremiyorum..” diye güçlükle konuşmaya çalıştı.
“Siz de bilirsiniz.. artık yularım UCA’lı yetkililerin elinde.”
Kaan Ardıç rahat bir nefes aldı. Adam direnmeyecekti.
“UCA sizi teslim etmeyi kabul etti. Orada bir sorun yok!”
“Hazırlanmam uzun sürecektir. En az dört beş saat!” dedi ağlamaklı bir sesle Salih’ül Emre.
Kaan Ardıç saatine baktı;
“25 dakikamız kaldı.”
Salih’ül Emre yaş dolu gözlerle müsteşara baktı. Son bir gayretle:
“Blöf yapıyorsun!”
Kaan Ardıç omuzlarını silkti,
“Bakın bayım” dedi. “Benim ölümü göze alarak buraya geldiğimi anlamış olmalısınız. Eninde sonunda öleceğiz. Hele bizim işte.. ama siz.. siz ölmekle bile kurtulamayacaksınız! Öyle görüntüler var ki.. aman Allah'ım! Bir ifrit için bile hazmedilemeyecek görüntüler. Yatak odana kamera senin fikrin miydi? Sonradan izlemek için? Ah hele o kamçılı, jartiyerli görüntüler!”
Kaan Ardıç şimdi blöf yapıyordu. Hem de çok tehlikeli bir blöf. Kendisine gelen raporlardan birinde, bir fotoğrafta görmüştü jartiyeri.. adamın çorap satılan bir mağazada fotoğrafı çekilmişti. O fotoğrafta yan bakış güzel yakalanmıştı. Sergilenen jartiyerlere çaktırmadan bakmıştı ve o bakış kayıt altına alınmıştı. Son sözleriyle adamın hepten bittiğini görünce aynı yere yumruklar atmayı sürdürdü.
Salih’ül Emre zorlukla ayağa kalktı. Salondan çıkıp gitti. Yarım saat geçmeden uçağa binmişlerdi.
Salih’ül Emre ve üç yardımcısının elleri kelepçelenmişti. Ümit Buzurg’un yüzündeki sevinç görülmeye değerdi. Kaan Ardıç bunu hafızasına kaydetti. Ümit çok işine yarayacaktı elbet.
Kaan Ardıç Salih’ül Emre’nin karşısına geçti.
“Şimdi sana basın toplantısında söyleyeceklerini başlıklar halinde söyleyeyim. Birincisi ülkedeki faili meçhuller. İkincisi iktidar hakkında uydurduğun yolsuzluklar, üçüncüsü neredeyse barışla sonuçlanacak iki halk arasında başlattığın savaş, dördüncüsü de ülkemizin aleyhine yaptığın casusluk faaliyetleri. Aralarını nasıl doldurursan doldur. Kendinin teslim olduğunu belirt. Niçin teslim olduğun sorulduğunda da son canlı bomba olayının boyutunun seni kahrettiğini söyle. Pişmanlık sonucu geldin.”
“Beni konuşturmazlar!” dedi Salih’ül Emre “Havaalanı tehlikeli olmaz mı?”
“Meraklanma! Gereken önlemler alındı.”
Salih’ül Emre başını salladı “Siz işbirliği yaptığım yapıları bilmiyorsunuz ki!” diye karşı çıktı.
“Meraklanma.. hem de hiç meraklanma!” diye yineledi uçak havalanıp son sürat uçmaya başladığında.
Bir saatlik uçuştan sonra uçak hava boşluğuna düşmüş gibi sarsıldı. Sonra aniden irtifa kaybetmeye başladı. Salih’ül Emre’nin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Düşüyorlardı.
“Dedim sana!” diye bağırdı. “Meraklanmayayım öyle mi? hadi kolay gelsin!”
Kaan Ardıç ve Oğuz kokpite koştular. Kapı kilitliydi. Oğuz gizli anahtarın yerini biliyordu. Hemen yere eğildi. Kokpit kapısının sağına hamle edip eğildi. Eğilirken camdan pilotun paraşütle süzüldüğünü gördü. Küfretti içinden. Müsteşar da görmüştü. O da içinden lanetler savurdu. Uçak bu hızla yere çakılacaktı.
“Oğuz bir çıkış yolu var mı?” diye sordu heyecanla!
Gizli anahtarı çevirip kokpit kapısını açan Oğuz gülerek ayağa kalktı:
“Olmaz mı albayım!” dedi, kapıyı açıp içeri daldı. Pilot koltuğuna oturup kontrolü ele aldı. Müsteşar hemen yanı başında duruyordu. Uçağın dengesini sağladı.
“Her şey kontrol altında, efendim, yalnız izin verirseniz bizim paraşütçü rahat rahat inmesin!” dedi gülerek.
“Nasıl? Ne yapacaksın? Görebiliyor musun ki?”
“Bizden yavaştır, efendim.. kanatlarımıza takabilirim paraşütünü..”
Müsteşar ağzını açmadan uçağın burnunu hızlı bir biçimde aşağı çevirdi saniyeler içinde paraşüte varmışlardı. Kaan Ardıç sadece bakmakla yetiniyordu. Pilotun dehşetle açılmış gözleri yeterince söz söylüyordu.
Cemal Çalık, 30.01.2017, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman