"Türkiye’nin zor dönemlerinin emektarı, mutmain bir simayla ulaştı Rabbine, geçen hafta. Yalana, harama mesafe, alın teri, etrafına faydalı olma çabası, öğrenmeyi sürdürme… Asalet de başka hiçbir şey değil."
Güngörmüş, hırstan ve kötü duygulardan uzak, mütevekkil bir insan Şükrü Karabul. Esenler’in Kemer Mahallesi’nde, 952. Sokak’ta bir apartmanın 2. katında yaşıyor. Doğum tarihini kesin olarak söyleyemiyor. Kayıtlara bakılırsa 1338 doğumlu, yani galiba 1919’da doğmuş. Öyleyse doksan sekiz yaşında olması gerek; ama kendisi daha yaşlı olduğunu öne sürüyor. Ne de olsa 1938’de, komşu oğlunun nüfus cüzdanıyla İstanbul’a gelmiş genç bir adam olarak ve Atatürk’ün cenaze törenine katılmış.
Mektep medrese görmemiş, okul yokmuş ki… Namaz dualarını öğrenmiş köyde. Yol, tren de yok henüz. Nuri Demirağ’ın girişimleri var; anlatıyor. Toprak yok, iş yok. Sivas’tan yola çıkıp üç günde Giresun’a ulaşıyor delikanlı Şükrü, handa iki gece gemi bekliyorlar. Rıhtım olmadığı için deniz motoru açıktaki gemiye taşıyor İstanbul yolcularını.
Hemşehrileri tarafından karşılanıp ağırlanıyor İstanbul’da. Mahmutpaşa’da bir handa kalıyor. Rahat ettiği söylenemez. Bir yorganın yarısı altında, yarısı üstünde yatıyor han odasının bir köşesinde. 2-3 kişi bir araya gelip ev tutmak istediklerinde, bekarlara ev verilmediği gerçeğiyle karşı karşıya geliyor. “Çok çektik” diye vurguluyor.
Onunla daha oylumlu konuşup hayatını romanlaştırmak isterdim; adeta canlı, alternatif bir tarih. Ağır işitmek, yürüyememek ağrına gidiyor şimdi; hep emeğiyle yaşamış. Girip çıkmadığı iş kalmamış.
“Kulaklarım kapandı. Senelerdir bacaklarım tutmuyor. Şurada burada uşaklık, Mısır Çarşısı’nda hamallık… Okur yazarlık yok ki… Mahmutpaşa’da, Validehan’ın bulunduğu sokakta bir handa kalırdık. Yahudi’ydi patronum. Boya vernik fabrikası. Emekli oluncaya kadar 16 sene çalıştım orada. Perişanlıkla bu hale geldim.”
Menderes dönemine kadar kıt kanaat almış emeğinin karşılığını. Nerede iş bulursa orada yevmiyeyle haftalığına çalışırmış arkadaş grubuyla. Hamallığa başlamadan önce, 30 kuruş, 25 kuruş yevmiye çıkarınca sevinirlermiş işçi arkadaşlarıyla. Yaşadığı yoksulluğu okuma yazma bilmeyişine bağlıyor: “Harfleri tek tek tanırım ama birbirine çatamadım.”
Şimdi az çok tarafsız bir dille ifade ediyor hayatını zorlaştıran olguyu. Zamanında kim bilir nelerle karşılaştı!
1942’de askerlik şubesine başvurduğunda, okuryazarlığı olmaması yüzünden önceden yoklama yaptırma gereğini fark etmediği için asker kaçağı konumuna düştüğünü fark ediyor. Savunması kaale alınmıyor ve tam dört yıl Tarsus’ta askerlik yapıyor.
Ne var ki “asker kaçağı” damgası vurulmuştur bir kez. Zorlukla komutanını ikna edip 1 aylık hapis cezasından kurtuluyor ve terhisinin ardından memleketi Sivas’ın Gölova ilçesine bağlı Demirkazık köyüne dönüyor. Ailesiyle hasret giderdikten sonra iş bulmak ümidiyle İstanbul yoluna düşüyor, gelgelelim biraz para biriktirip memlekete döndüğünde, asker kaçağı olarak 1 aylık hapis cezasına çarptırıldığını öğreniyor.
Masum olduğu halde bu cezayı çekmek çok ağrına gitmiş. Bunun sebebinin okuma yazma olduğunu vurguluyor. Tarsus’ta bir ay hapis yattığı o süre içinde, demir parmaklıkların ardında çeşitli hakaretlere maruz kalmış. Adeta terörist muamelesi göstermişler. “Hangi mağarada yatıyordun, sen vatan hainisin” şeklinde hakaretler ediyorlarmış, bunları bir türlü unutamıyor. “Vatan için 4 yıl askerlik yapan adama bunlar nasıl söylenir?” Bu hakaretler çok ağrına gitse de hayata umudunu koruyor. “Umut,” sıklıkla altını çizdiği kelime.
Hapis günlerinin ardından memleketine döndüğünde, farklı zorluklarla yüzleşmesi gerekiyor. Vergilerin, özellikle de hayvan başına alınan vergilerin çok yüksek olması sebebiyle ailece sıkıntıya düşüyorlar. Neticede eşi ve 6 çocuğuyla İstanbul’a göçüyor. Yıl 1955. Hamallık yapıyor bir süre, ardından bir boya fabrikasında iş bulunca nispeten ferah bir döneme adım atıyor.
Bekarlık yıllarında İstanbul’u epey gezmiş dolaşmış. 1-2 sene bir saatçide çalışmış. Dükkanın sahibi olan Ermeni’den hoşnutlukla söz ediyor. Gün içinde bir şeyler alıp mağazaya bırakır, hafta sonunda adadaki evine getirmesini istermiş ondan. Adaya gittiğinde ise yemeğe kalması için ısrar edermiş. Karısına, “Sakın bizim yemeklerimizden verme, günahına girmeyelim, onlar bizim yediğimiz yemeklerden yemez” diye tembih ettiğini duymuş bir keresinde.
1947’de bir akrabanın aracılığıyla köylüsü Havva Hanım ile evleniyor. Ertesi yıl büyük oğlu dünyaya geliyor. 4 oğlu, 2 kızı var. Evlilik hayatının ilk yıllarında ailesi köyde yaşıyor, kendisi bir iki senede yanlarına gidiyor. Bir süresi yoktur ziyaretlerinin. Para bittiğinde İstanbul’a dönüyor. Neticede 1955’te ailesini de yanında getiriyor. Üç yıl Kadırga’da, otuz yıla yakın Bayrampaşa’da yaşıyorlar. Yetişkin oğullarının tercihi üzerine 1986’da Esenler’e yerleşiyorlar.
Niye Esenler peki?
“Kısmet buradaymış.”
Şükrü Amca astımdan muzdarip. Temiz havalı bir semtin arayışı içindedir aile. Emlakçıları dolaşarak giderek bütçelerine uygun bir ev araştırırlar. Esenler rağbet gören bir semt değildir o yıllarda, fiyatlar uygundur.
Karabullar’ın Kemer Mahallesi 950. Sokak’ta iki katlı bir ev inşa ediyorlar. Yıllar sonra üstüne iki kat daha çıkıyorlar. Orada uzun zaman ikamet ettikten sonra o evi müteahhite verip Kemer Mahallesi 952. Sokak’ta aldıkları eve geçiyorlar. Eskiden daha genişmiş evler bu semtte, 100-110 metre kare olurmuş genellikle. Şimdilerde 80-90 metrekare civarında daireler ve sıkışıklık nedeniyle asansör konulmuyor. Çocukların hepsi çalışıyorlar. Kağıt, hurda işleri yapıyorlar. “Çok çalıştılar, çok” diye vurguluyor. Ardından hüzünlenerek ekliyor: “Ben de çalıştım, o zamanlar gücüm vardı, kulaklarım kapandı şimdi, senelerdir bacaklarım, belim tutmuyor.”
Ne yazık ki artık yakın geçmiş zamanın dilini kullanacağım. 1991’de eşi Havva vefat edince, oğlu Cemil, gelini Şadiye Hanım ve torunu Esra ile yaşamaya başlamıştı Şükrü Amca. 5-6 senedir pek çıkmıyordu sokağa; yürüteçle dolaşıyordu evde. Hem İBB Sağlık Ekibi, hem de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sağlık Ekibi ayda bir kontrol için geliyordu evlerine.
Türkiye’nin zor dönemlerinin emektarı, mutmain bir simayla ulaştı Rabbine, geçen hafta. Yalana, harama mesafe, alın teri, etrafına faydalı olma çabası, öğrenmeyi sürdürme… Asalet de başka hiçbir şey değil.
“İbadet için belki yüz camide namaz kılmışımdır, Sultanahmet’e giderdik hanımla, Şehzadepaşa’ya, Süleymaniye’ye çok giderdik” dediğinde, gelini Şadiye Hanım bir alışkanlığını anlatmıştı: Pazar günü olduğunda sabah erkenden kalkıp temiz pak giyinir, camilere gidermiş; elinde teybi. Hutbeleri, vaazları kaydeder, akşam eve geldiğinde dinlermiş.
Duygulanmamak mümkün mü? Geç tanıdım Şükrü amcayı, neyse ki hiç tanımamış değilim.
Cihan Aktaş, 04.03.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.