"Küçük devletler, iddiasız ve gevşek zeminler üzerine kurulu sıradan ülkeler korkulara sığınabilir, ama İslam Milletinin çelik çekirdeği olarak gözü gibi koruduğu bu devlet korkular ile hareket edemez."
İstiklal Harbi ve evvelini hazırlayan süreç İslam Milleti’nin emperyalist sömürgeciliğe karşı topyekün bir direnişi ve kısmi de olsa zaferidir. Kısmi diyorum çünkü bugün İslam coğrafyasında yaşanmakta olan kanlı ve ağır parçalanmışlık, geri çekilmemiz sonucu sömürgeci güçlerin yüzyılın başında ele geçirdiği topraklarımızda kurduğu sömürge düzeninin doğal sonucudur.
Muazzam büyüklükteki Mısır, Mağrib dünyası, Körfez, Balkanlar ve Kuzey coğrafyamız bir yana, Osmanlı mebusanının akıllıca bir şekilde üzerine and içtiği (Misak-ı Milli) doğu sınırımızdaki coğrafya, adına Türkiye dediğimiz devletin içine hayati bir şekilde ve dolayımsız nüfuz eden özelliklere sahiptir.
Bu direkt ve sıcak, konjonktüre göre çok yıkıcı veya yapıcı nitelikler arz eden etki dolayısı ile emperyalizmin çokça ilgilendiği, çokça mesai harcadığı bir coğrafi, etnik, kültürel hamuleden bahsediyorum. Türkiye’ye dayatılan Batılı siyasal tasarım yazık ki on yıllarca bu muhteşem birikimi bir yük olarak tanımlayan siyaset perspektifiyle yönetti. Lazım olduğunda hoyratça kullandı ama çoğunlukla görmezden gelerek ötekileştirdi, ayrıştırdı. Lakin devleti oluşturan temel unsur olan milletimiz bu derin ilişkiler ve köklerden asla yüz çevirmedi. Yaşanan her felaketle yeniden ‘sınır’ dışında kalan bu öz evlatlarına kucak açtı, güç yettiremediğinde kendi imkanlarıyla hal çaresi aradı.
Bosna böyledir, Çeçenistan, Bulgaristan Müslümanları, Kosova böyledir, Halepçe katliamında Kürdistan böyledir, Doğu Türkistan, Mısır, Kudüs, Filistin böyledir ve en son Suriye köy köy, kasaba kasaba böyledir. Bu liste modern Türkiye’nin ‘sınırlarının’ dışında kalan bütün topraklarımız ve o toprakları kanlarıyla vatan kılan İslam Milleti evlatlarının yaşadığı her yer olarak uzatılabilir.
Her devlet bir siyasal tasarımdır. Birçoğu güçlülerin, emperyalistlerin dayatması, çok azı küçük ittifaklar ve çıkarların zorunlu kıldığı siyasal mekanizmalar ve şüphesiz bir kısmı milletleri var eden derin kökler ve yayılan dallara dayanan organik, güçlü ve capcanlı varlıklardır. Bu siyasal mekanizmalar/organizmalar iç ve dış çeşitli çıkar ve baskı grupları, ideolojik kamplar, liderler, kurumlar eliyle bir kalıba sokulmaya zorlanır, bazen başarılı da olur bu zorlamalar.
Gönül coğrafyamız
Türkiye, etki alanı ve tarihten gelen ama hala dipdiri olan, biteviye kendini yenileyen büyük bir medeniyetin merkezi olarak, gövdesi kendisinden kat be kat büyük olan, gücünü bu derin ve köklü medeniyetten alan bir devlettir. Siyasal mekanizmaları ne derse desin, nerelere savrulursa savrulsun, bu topraklar üzerinde kendini yeniden ve yeniden var kılan muhteşem insani birikim ile dünya üzerindeki ilginç devletlerden biri belki de en ilginç olanıdır.
1930’larda belli belirsiz başlayıp, 40’tan sonra oldukça cüretkar biçimde dayatılan Batılı bir Türk ulus devleti olma projesi, günün sonunda milletin derin ve devrimci direnişiyle doğal mecrasına dönmek zorunda kalmıştır. Bu doğal mecra başta üzerine yemin edilen topraklar ve halklar, devamında siyasilerin naif biçimde ‘gönül coğrafyamız’ dedikleri dünyanın neredeyse üçte birine tekabül eden mazlum halkların tamamıdır.
Osmanlıca; gramer ve mantıkları tamamen yabancı iki dilin, Arapça ve Farsçanın Türkçe omurgaya giydirilmiş olması ile meydana gelmiştir. Bu tek başına bir ontolojik varlık zemini olarak dilin, milletimiz tarafından nasıl kurgulandığının, nasıl kapsayıcı, birleştirici, yakınlaştırıcı olduğunun, geniş bir halk/kültür/dil çeşitliliğinden muhteşem bir yeni varoluş çıkardığının harika bir örneğidir.
İslam Milleti dediğimiz gerçek işte tam da bu dil metaforundaki gibi iç içe geçmiş, varlıklarını, özgünlüklerini koruyarak yeni ve eşsiz bir ontolojik varoluş ortaya çıkarmış ihtişamın adıdır.
Kısa kesintilerle bin yılı aşkın bir süredir bu coğrafyalarda değer üreten, refah ve barış üreten siyasa, İslam ile kesintisiz bir irtibat içindedir. Zaman zaman zayıflasa da bu irtibat bu coğrafyalardaki halkları tek bir millet olarak, İslam Milleti olarak (bazı büyüklerimiz İslam yerine Türk kavramını kullanmayı tercih etmişlerdir ve bu emperyalist bir oyun olarak ırkçılıktan beri kaldığı sürece milletimiz çok da sorun etmemiştir) ve beraberinde yaşadıkları gayrimüslim kesimleri de komşular olarak tanımlamış, her birine hakkaniyet ve hukuk içinde bir statü belirleyerek bu süreğen pax’ı var edebilmiştir.
I. Dünya Savaşı (aslında İslam coğrafyasını talan operasyonu) süresince cephe cephe geri çekildiğimiz, adeta derimiz sökülerek, ciğerlerimiz parçalanarak, varlığımız lime lime edilerek dayatılan düzene köy köy, kasaba kasaba direnen İslam Milleti, elindeki bütün imkanları işte bu üzerinde bölük pörçük de olsa var kalabildiğimiz toprak parçasını, yani bir irade ihtimalini, bir direnç noktasını, vadeye yayarak bile olsa bir yeniden dirim ihtimalini korumak için fedakarca orta yere sermiştir.
Etkileri hala capcanlı süren o muhteşem fedakarlık ve direniş Uzak Asya’dan mübarek Biladi Şam’a, Elviye-i Selase’den Afrika diplerine kadar büyük bir ümit, derin bir inanç olarak varlığını sürdürmektedir.
Talan operasyonunun en uç noktaları Hindistan ve Mağriplerden söküle söküle Anadolu diplerine vardığında, büyük selam yurdumuzun merkezine, en yakın cephelere, Balkanlar, Ortadoğu ve kuzey sınırlarımıza dayandığında artık merkezi koruyacak birkaç kalkanımız kalmıştı. Arap dünyası zaten işgal edilmiş ve coğrafi/siyasi olarak merkez ile irtibatı kesilmişti. İslam Milletinin bu en kanlı direnişinin kalkanları Türk, Kürt ve coğrafi olarak yakın kalan bazı Arap aşiretler olmuşlardır.
Modern bir ulus devlet olarak kurgulanan Türkiye’nin, bu büyük milletin umutlarının, direnç noktalarının bir kamuflajı olduğu gerçeğini milletimiz hiç unutmadı. Buna rağmen gerçek tehditlere dayalı sahte korkular üreterek bölünme, mağara devrine dönme (irtica) gibi metaforlar üzerinden ayrıştıran bir siyasa dayatan mekanizmanın bu yapma korkularının, milletimizin gönül dünyasında değilse bile, zihin kodlarında kayda değer tortular bıraktığı açıktır.
Dayatılmış korkular
Bu dayatılmış korkulara ve zihin kirleten tortulara karşın, Türkiye’de bazı kesimlerin ısrarla sıcak tutmaya çalıştığı 'Bölünme Korkusu' tamamen gerçek dışı, akıl dışı bir korkudur. Çünkü adına bölünme dedikleri aslında emperyalizmin zamanında Balkanlar’da, Ortadoğu’da yaptıkları işgal harekatının ‘yerli maskeli’ işbirlikçi yedeğinde yürüyen yeni bir işgal harekatı olacaktır. Bunu da bu millet en zayıf anında fedakarca milyonlara varan evladını şehit vererek göğüsledi, yapacağı ve yaptığı ayniyle bu olacaktır.
Lakin esas korkuya değinmekte yarar var. Esas korku, İslam Milleti’nin en sağlam kalkanlarından biri olan Kürt’ün, bu dayatılan yapma korkulara kurban edilerek ötelenmesi, gönülden bağlı olduğu selam yurdumuzun, pax’ımızın dışına itilmesidir. Esas bu büyük korkudur Kürt’ün ta yüreğine, böğrüne gümleyen.
Devlet aklının, Avrupai jeopolitik numaralara, strateji oyunlarına kapılmadan bu derin korkunun farkında olarak hareket etmesi gerekir. 500 yıl evvel Çaldıran’da hesabı görülen Safevi/Pers rüyasının yeniden canlandırılmaya çalışıldığı bu konjonktürde bu korkunun, ‘Kürt’ün merkezden ayrı kalma’ korkusunun, Türkiye’nin dayatılmış ve yapma ‘bölünme korkularından’ çok daha gerçek, çok daha iç burkan bir bilinçaltı mekanizma olduğunun asla göz ardı edilmemesi gerekir.
Küçük devletler, iddiasız ve gevşek zeminler üzerine kurulu sıradan ülkeler korkulara sığınabilir, ama İslam Milletinin çelik çekirdeği olarak gözü gibi koruduğu bu devlet korkular ile hareket edemez.
Kürt, devletin korku ile hoyratça hırpaladığı varlığının kurda kuşa yem edilmesine razı değildir, şimdi yeni ve güçlü bir yönetim mekanizmasının yeni ve güçlü umutlar içerdiğini yüreğinden hissetmektedir. Esasında imkan ve ilişkileri ile devasa bir potansiyel olan Türkiye’nin, artık iddiasız, korkularla yönlendirilen bir ulus devlet değil, bir imparatorluk gibi davranmasının zamanı gelmiştir. Bu elbise bu millete dar gelmektedir.
Tarihe doğru yeni ve büyük bir hamlenin arifesinde olan milletimiz, her bir bileşenin, her bir ferdin, her bir imkanın ne kadar değerli olduğunun gayet farkındadır. İslam Milleti’nin ötelenecek, harcanacak, kenara itilecek, emperyalizme yem edilecek tek bir ferdi, tek bir çakıl taşı yoktur, olamaz.
Tamamen Batılı bir eğitim almış, seküler bir hayat yaşamış, Batılı bir hanımefendi ile evli bir avukat olan Kürdistan Demokrat Partisi Genel Sekreteri Dr. Abdurrahman Qasımlo’nun ilginç bir şekilde dile getirdiği “Kürt’ün göğsünden Ehli Sünnet’i çıkarırsanız ortada Kürt namına bir şey kalmaz” sözü, Kürt’ün üzerinde var olageldiği ontolojiyi çok berrak şekilde orta yere serer.
Topraklarımızda atadıkları vekaletlerin nefesi tükenince 100 yıl önce kaldığımız yerde yeniden göğüs göğüse geldiğimiz sömürgeci emperyalistlerin hemen her gün yeni bir fitne, yeni bir oyun tezgahladıkları bu büyük hamle sürecimizde yapma korkularla, Batı iltisaklı siyasetlerin milletimizin zihninde bıraktıkları tortularla hareket edilemez.
Büyük şair, yüz yıl evvel seslediği gibi hem milletimize hem de milletimiz adına siyasa üreten mahfillere yeniden sesliyor:
‘Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak’
Mustafa Ekici, 16.04.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar
İlk Yayınlandığı Yer: Haber 10
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.