"Avrupa’nın sınırlarını mültecilere kapatmaya hukuki olarak hakkı yok. Fakat inisiyatif kullanarak kapattılar. Bu insanlar kapılarda, sınırların arasında kaldılar. İçeri girebilmek için aylarca beklediler. Avrupa hukuk kuralları ve değerlerine uymuyor."
Gazeteci Yazar Ayşe Böhürler’in yapımcı ve editörlüğünü, Enes Hakan Tokyay’ın yönetmenliğini üstlendiği belgesel, mültecilerin Avrupa’da ulaştıkları noktada neler yaşadıklarını da anlatıyor. Ayşe Böhürler ile mültecileri ve belgeseli konuştuk.
2015 sonu itibariyle Suriye’den Avrupa’ya akın akın bir göç başladı. Macaristan sınırları kapatıldı. İnsanlar kah trenlerde, garlarda, kah yollarda, binlerce kilometre yürüyerek, Avrupa’ya girmeye çalıştılar. Dünya tarihinin tanık olduğu en büyük, toplu ve hızlı göç hareketiydi. Bir gazeteci olarak bu yolculuğa tanıklık etmek istedim. O yolun nasıl gidildiği medya tarafından defalarca işlendi ama biz bir anda bir çok kişinin sınıra dayandığı o günler biraz geçince, “Bu insanlar nereye gidiyor. Orada nasıl bir yaşamları oluyor” sorusunu sorduk.
Belgesel iki bölümden oluşuyor. Başta bu şekilde mi düşünmüştünüz?
Aslında bir seri yapmak istedik ama karşılığını göremeyince kendi imkanlarımızla, Kültür Bakanlığı’nın da küçük bir desteğiyle, ekibi dar tutarak, fî sebîlillah yardım edenlerle, her bölgede lokal araştırmacılar bularak yaptık. Sümeyye Aksu çok iyi bir araştırmacı. Onun çok katkısı oldu.
Ne kadar sürdü yapım süreci?
Bir ülkeye gittin, bir kere çektin geldin, iş bitmiyor. Bazı yerlere defalarca gidip geldik. Sınırlarda keşif yapmak için öncü ekip oluşturduk. Yönetmenimiz Makedonya, Yunanistan sınırına 3-4 kez gitti. Bir süre orada yaşadı. Bir yıl boyunca süreci takip ettik ve çok materyal topladık.
Nasıl bir rota izlediniz?
Uzun bir yol izledik. Hem yolculuğa, hem de gittikleri ülkede neler yaşadıklarına odaklandık. Yolculuğa en çok Kos adasından başlıyorlar. Türkiye Yunanistan arasında en yakın mesafe Bodrum- Kos. Onu tercih ediyorlar. Midilli Ayvalık hattı da var. Giden her mülteci bir insan kaçakçısının yardımıyla bu yolu kat ediyor. Bunlara kişi başı 2 bin dolar civarı para ödüyor. Bazen de aldatılıyorlar. Botla denizin ortasına bırakılıyorlar. Defalarca insana kaçakçılarına para vermiş oluyorlar. Atina, Selanik, İdomeni, Makedonya ve oradan da Sırbistan’a. Sırbistan’da çekime izin vermiyorlar. Çünkü koşullar çok kötü. Sırbistan sonrası Macaristan veya Avusturya bağlantılı geçerek Almanya, Danimarka, Fransa, Hollanda nereye gideceklerse oraya ulaşıyorlar.
Bir mülteci Kos adasına geçtiğinde başına neler geliyor?
Bu göç içinde Afganlı, Iraklı, Pakistanlı ve Afrikalılar da var. Avrupa Suriye’den kaçanlara öncelik tanıdı. Böyle olunca Afganlı, Pakistanlı ve Afganistanlı mültecilerin hiç başvurusu alınmadı. Onlar da kendi pasaportlarını yırtıp sahte Suriye pasaportları yapmaya çalıştılar. Oralarda da binbir tane dümen döndü ama o başvurular da reddedildi. Gidecek yerleri yok. 1 yıldır adada bekleyen Afrikalı mülteciler var. İnsani dramın en büyüklerinden birini bunlar yaşıyor.
Suriyelilerin başvurusunu alan bir merkez var. Bu başvuruları Avrupa Birliği’ne iletiyor. Sığınmacı başvurusu ülkelere yönlendiriliyor ve bunlar ülkelere girdikleri anda başvurular çerçevesinde yerleştiriliyorlar, 6 aya kadar bekletiliyorlar. Bu dönemde çalışamıyorlar, belli bir saatte kampa girmek zorundalar. Asla bu kamplara girip çekim yapılamıyor. 6 aydan sonra ancak mülteci kabul edildikten sonra bu süre bazen daha fazla olabiliyor.
Oraya gelinceye kadar bütün paralarını bitirdikleri için otobüse verecekleri paraları dahi olmuyor. O nedenle çok kötü koşullarda, kamyonların arkasında, altında, Avrupa içlerine kadar ulaşıyorlar. Belgeselin kahramanlarından Muhammed et kamyonunun içine gizlenerek yol almış mesela. Bir Avrupa ülkesine ulaştıkları zaman onlar için başka bir hayatın başka bir etabı başlıyor. Merkezi bir idare onları kayıtlarını alıyor sonra Avrupa ülkesinde şehirlere yerleştiriliyorlar. Avrupa belediyeleri onları fonluyor, bir ev veriyor. Aylık 1500 Euro kadar maaş veriyor. Bir buçuk yıl dil öğrenme zorunluluğu getiriyor. Dil öğrenirse devam ediyor ama öğrenmezse bu parayı mülteciden geri alıyor. Sistem onları orada vatandaş olarak yaşayabilecek bir donanıma doğru götürüyor. Ama buna sahip olamayanlar geri gönderiliyor.
Rakamlar çok az değil mi?
Bir milyonluk şehirde 600- 700 mülteci oluyor. Ama 600 700 kişi bile sorun. Hollanda Leiden’da 300 mülteci var. Halk 300 kişi için gösteri yapıyor. “Ben burada ev sırası bekliyorum. Sosyal haklardan faydalanamıyorum. Neden benim yerime Suriyelilere verilsin” diye protesto gösterisi yapıyorlar. Sokaklarda mülteci görmüyorsunuz zaten. Sistemin içine mutlaka entegre ediyor. “Burada kalacaksan Hollandalı gibi olacaksın” diyor, böyle bir kuşatması var. Suriyeli mültecilerin masrafları Avrupa birliği fonlarından ödeniyor. Zaten yasal olarak bir Avrupa Birliği ülkesinin nüfusunun %2’si kadar mülteci almak zorunluluğu var.
Fakat Avrupa bu zorunluluklarını kulak ardı ediyor?
Avrupa aslında göçe alışkın bir topluluk. Bu Avrupa’nın gördüğü ilk Müslüman göçü de değil. 90’larda Afganistan, Irak, Bosna Savaşı sonrası çok daha yüksek oranda Müslüman göçü almış. Fakat o zaman vize yokmuş. İnsanlar havaalanlarına inip Avrupa’ya mülteci olarak başvuruda bulunuyorlarmış. Şimdi bu insanlar vize alamadı. Birçoğunun pasaportu bile yok. İllegal yollarla ve insan kaçakçılığı ile Avrupa’ya girmeye çalıştılar. Bu insanların insan kaçakçıları yolu ile akın akın gelmesi Avrupa’da bir istila duygusu uyandırdı. Avrupa’nın sınırlarını mültecilere kapatmaya hukuki olarak hakkı yok. Fakat inisiyatif kullanarak kapattılar. Bu insanlar kapılarda, sınırların arasında kaldılar. İçeri girebilmek için aylarca beklediler. Avrupa hukuk kuralları ve değerlerine uymuyor. Her Avrupa ülkesi mülteci kabul edebilir ya da etmeyebilir ama sığınmacı başvurusunu almak zorunda. O başvuruyu almadan bu insanları sınırlarda beklettiler. Mülteciler için Avrupa Birliği fonlarından ayrılmış parayı kullanmadılar. Halbuki bu fonları kullanarak koşullarını daha iyileştirebilirlerdi. O insan hakları değerleri, eşitlikçi Avrupa dili birden “Bunlar Müslüman, ülkemizi istila ediyorlar”a döndü. Avrupa medyası da hep bu yönde yayın yaptı.
Kamplarda nasıl koşullar var?
Sadece bir sırt çantanız var. Bir sırt çantasıyla yanınıza ne alabilirsiniz? Denizden çıkıyorsun sadece bir sırt çantanız var. Bir çok eşyanızı kaybediyorsunuz. Kamplara geldiklerinde çantalarındaki kıyafetler, battaniyeler, ayakkabılar perişan hale gelmiş oluyor. Herkes her kampta o eşyalarını çöpe atıp yardımseverlerin topladığı yeni eşyaları alıyorlar. Hatta bir tanesinde bir kız çocuğunun pembe ayakkabıları ayağında çok kötü olmuştu. Annesi ona plastik çizme giydirmeye çalışıyordu çünkü ondan sonra 2 saat çamurlu alanda yürümeleri gerekiyordu. Küçük kız ise pembe ayakkabılarını bırakmak istemediği için öyle ağladı öyle ağladı ki… İnsanların yorulmuşlukları, bezmiş halleri… Bunlar çok etkileyici şeylerdi. Bir kız kampta bitlenen kardeşlerini, küçük bir konserve teneke kutusunda su ısıtarak yıkıyordu. Her bir çocuk için kaç tane kutu su gerekir? Bir çocuğu yıkaması yarım saat sürüyor. Ama bu koşullar altında sınırda berberler var. Erkekler traş oluyorlar, kadınlar süsleniyor. Daha iyi görünürlerse sınırda onları alırlar diye. Tabi tüm bunların içinde bir de tüccarlar var. Kampta bir tavuk budunu iki Euro’dan satıyorlar.
Yardım kuruluşları neler yapıyor?
Bu kamplardan birinde Kemal’in hikayesini çektik, sınırlar arasında Kemal’le birlikte dolaştık. Kemal Bosna savaşını yaşamış biri. Orada çekilen acıları çok iyi bildiği için o duygularını buraya transfer etmiş. İyi bir işi, ailesi var fakat buraya kendini adadıktan sonra işe gitmemiş, ailesini de görmemeye başlamış, çünkü sürekli kampta. Kampta her şeyi yapıyor, herkes her şeyi ona soruyor. Kemal insanları motive ediyor. Yemek ya da kıyafet için değil, ciddi anlamda herkesi psikolojik olarak motive ediyor, umut veriyor. Oraya gittiğinizde şöyle davranın diye tavsiye veriyor. Yedi aylık bir hamile bir kadın çok uzun yol yürümüş ayakları şişmişti. Tek başına, kimse yok yanında. Kim bilir belki yakınlarını kaybetti. Çünkü o yolda yakınlarını kaybeden çok kişi var. Beş kişi yola çıkıyor, ikisi kayboluyor ya da tek başına kalıyorlar. Kadının trene binmesi gerekiyor fakat yürüyemiyor, ayakları şişmiş, tren gitmek üzere. Bir an bıraktı kendini. “Artık ben burada öleyim, ne olursa olsun…” Yüzündeki o ifadeyi görüyorsunuz. Kemal hemen koştu koluna girdi. Bir yerlerden bir sandalye buldu. Genç kızlar da var, Makedon Müslümanlarının derneğinden. Birlikte kadını trene bindirdiler. Kadın içeri trene biner binmez yattı. Zaten o koşullarda yapabileceği başka bir şey yoktu.
***
Türkiye’deki mültecilerin durumu ile Avrupa’daki mültecilerin durumunu karşılaştırdığımızda nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
Bizim Avrupa’daki gibi nüfusumuzun %2’si oranında kadar mülteci kabul edeceğiz gibi bir sistemimiz yok. Avrupa’da buna göre bir sistem var. Mülteci hangi tren garına gidecek belli. Kopenhag’a gelen bir mülteci, merkezi sisteme müracaatını yapıyor ve ondan sonra sistem işliyor. Bizde böyle bir sistem olmadığı için mülteci akını karşısında kapımızı açtık ve onları sadece kabul ettik. Çadırlar sonrasında konteynırlar kurduk. Avrupa’dakiyle oranlarsak 80 milyonluk ülkede 3 milyon yani gerçekten Türkiye büyük bir vicdan adası gibi hareket etti, insaniyet gösterdi. Mülteciler için fonlarımız yok, kendimiz yaptık herşeyi. Belediyeler, gönüllü kuruluşlar büyük destek sağladılar. Devlet buna kaynak ayırmaya çalıştı. Avrupa seçerek alıyor, entegre edebileceğini alıyor. Niteliksiz olanı eliyor. Bence yollarda da bir şekilde seçiyorlar. Mülteciler nerden baksanız 1000 km’den fazla yol yürüyerek geliyorlar. Bütün duraklarda Avrupa ülkelerinin temsilcileri var. Bunların mültecileri yönlendirdiklerini düşünüyorum. Almanya’ya gidecekleri, Hollanda’ya gidecekleri, İsviçre’ye gidecekleri… Hangi ülkelere gidecekleri konusunda bir yönlendirme var. Seçim yaptıklarını düşünüyorum açıkçası. Avrupa’daki her bir mülteci, bir bütçe, bir finansal sistem içerisinde değerlendiriliyor. 10 mülteci için yer ayarlanmışsa 11. mülteciyi almıyor.
Biz neden sisteme entegre edemiyoruz?
Üç yıl Suriyeli bir profesör çocuk onkolog’una, ki çocuk onkolog’u Türkiye’de saysak on tane vardır, iş bulmaya çalıştım. Çok iyi bir akademik CV’si de var. Sağlık bakanlığı, özel hastaneler, gitmediğim yer kalmadı. Yapamadık. Eşi çocuk bakıcılığı yaptı, başka hiçbir geliri yok. Çok özel bir iş yapıyorsunuz fakat hiçbir işe yaramıyorsunuz. Şimdi Fransa’ya gitmiş, hastanede çalışmaya başlamış. Fransa’dan kabul aldı. Türkiye’de neden biz bunu değerlendiremedik? Çünkü bir denklik sistemimiz yok. Bir yabancıyı çalıştırmak bizim yasalarımız açısından zor. Bu sisteme entegre olamıyorlar. Bizim belgeselde yer alan Muhammet Aziz de Türkiye’de iki yıl çalışmış ama diyor ki “Türkiye’de oto yıkama dışında bir yerde çalışamam.” Mutlaka bir Göç Bakanlığı’nın kurulması gerekiyor.
Emeti Saruhan, 06.07.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Hayatın Sıcak Yüzü, Röportaj
Emeti Saruhan Yazıları
Takip et: @emeti
Sonsuz Ark'ın Notu: Emeti Saruhan Hanımefendi'ye çalışmalarını bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Seçkin Deniz, 06.07.2017
İlk yayınlandığı Yer: Gerçek Hayat
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.