"Ve bu psikolojik-sosyolojik zeminden günümüze sıçrayan, günümüzün psikososyal sorunlarından, mimarî, siyasî, ekonomik, dinî perspektiflerimizden, çatışıklaşmış ve çatışıklaştığı kadar karmaşıklamış bir içiçelikle bütün çağları üst üste ve acımaksızın zihnimize yükleyen bir gerçekle karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor Cihan Aktaş, Şirin'in Düğünü'nde.. Bu bir düğün, ama nasıl bir düğün?"
Matbaa'da
basılmış her türden metnin okurları zamanın çağlar mevsiminden çekip giderken, matbaada
basılı kitapları, dergileri ve belgeleri daha geride kalan başka çağların
mevsimlerinden kalan el yazmaları, tabletler, mağara duvarları, anıtları gibi
tarihin nesne mezarlığına teslim ediyorlar; elbette zamanın çağlar mevsiminde
değişen sadece sözün üzerine yazıldığı nesne, ama asla okurluk değişmiyor,
okuma eylemi değişmiyor ve doğal olarak da yazarlık değişmiyor. Okur ve yazar arasındaki
ilişki, sözün üzerine yazıldığı nesnenin fiziksel özellikleri değişse de olduğu
gibi korunuyor. Evrensel ve çağlar üstü olan şey temel özelliklerini devam
ettiriyor; okunan sözü yazan, okuyanı etkilemeye ve değiştirmeye devam ediyor,
insan var oldukça da devam edecek.
İnsan
varlığının sürmesi etkileşimin de sürmesi demek, matbaanın ölümü okur ve yazar
arasındaki geleneksel tek yönlü ilişkinin karakterini de değiştiriyor; dijital
nesneler ve çok boyutlu öğrenme biçimleri yazarı güçlü bir bilgi ve perspektif
kaynağı olmaktan uzaklaştırıyor, onu okurundan öğrenmeye, ondan etkilenmeye zorluyor.
Belki de bu aynı zamanda yazar tarafından dikte edilmiş fikirlerin sağlığını
daha geniş ve daha kısa dalgalı tepkilerle yorumlayarak geri bildirimde bulunan
okur etkisi ile denetlemenin de yolunu açan bir süreç olarak da tanımlanmalı.
Ki bu sürecin en büyük zorlananı okur değil bizzat yazarın kendisidir, geleneksel
tek yönlü ilişkinin en doğru tanımla 'faşizan' karakterini sürdürmeye çalışan
yazar tipinin bu sürecin en büyük kaybedeni olacağı kuşkusuzdur, ki zaman zaman
basılı metin okurlarının azalmasını satılan kitap, dergi veya gazete istatistikleri
üzerinden değerlendirme hatasına düşen bu tip faşist-muhafazakâr yazarların
topluma küsmeleri, insanları kitaplardan uzaklaşmakla ve cehaletle suçlamaları,
içe kapanmak için bahane aramaları sürecin en büyük kaybedenleri olarak
katılaşmalarını ve dinozorlaşmalarını sağlıyor. Ya da daha doğru bir
konumlandırma ile şöyle de söylenebilir; 'Matbaa'da basılmış her türden metnin
okurları zamanın çağlar mevsiminden çekip giderken faşist-muhafazâkar
yazarların ruhlarındaki kısırlığı ve katı dinozor yetersizliğini keşfediyorlar.
Oysa
okur var olmaya devam ediyor çünkü dijital nesnelerin, basılı nesnelerden çok
daha fazla sayıda üretildiği gerçeği reddi mümkün olmayan somut bir gerçek; ayrıca
okura kitaplar, dergiler, gazeteler veya diğer basılı materyaller gibi günler,
haftalar, aylar ve yıllar süren bir yolculuk sonucunda ulaşmıyorlar, saniyeler,
dakikalar ve en fazla saatler süren -yazar türlerine göre haftalık ya da aylık
periyotlar halinde yazılanlar dışında- bir zaman çizgisi ile ulaşan 'kağıtsız yazılar',
okur yararına 'kemiyet ve vakit' gibi iki önemli sorunu ortadan kaldırıyor. Geriye
kalan ve tarih boyunca da önemini koruyan tek şey ise keyfiyet ve buna bağlı
olarak da kalite.
Klasik
muhafazakâr yazarın 'faşist ve dinozor' olmayı seçmesi bu açıdan bakıldığında
çok da şaşırtıcı bir durum değil, okurun -yazarın bizzat kendisi dışında- daha
farklı bilgi kaynaklarına ulaşması çok daha kolay ve artık okur daimi edilgen
pozisyonundan sıkıldığı için tepkilerini çeşitlendiriyor, koşulsuz itaati
reddediyor, yazarının yanılgılarını olduğu gibi kabul etmiyor, kasıt arıyor ve
çağın getirdiği derinleşmiş kuşkuyu en küçük hatada yazarın tepesinden aşağıya
dökmekten çekinmiyor.
Yine
tarih boyunca değişmeyen şeyler burada da karşımıza çıkıyor; okuma ve okuduğunu
yorumlama. Okur, yeni çağ mevsiminde yazarı başkalarının referansları ile değil
kendi analitik sorgulamaları sonucunda 'güvenilir' buluyor ya da bulmuyor,
yazarın sürekliliğini onu bulunduğu dijital ortamlarda paylaşarak sağlıyor ya
da olumsuz tepkilerle sona erdiriyor. Bu, klasik yazar tipinin özgüven
duygusunu zedelemek için yeterince korkutucu bir durum; özellikle dijital
ortamlardan kaçarak kendini 'koruyabileceğini' sanan yazar tipleri için şizofrenik
sonuçlar doğuracak kadar da dramatik.
'Kitap
Okuru' kavramı yerini 'Dijital Materyal Okuru' gibi korkutucu bir kavrama terk
edince, yazar alışkanlıkları gibi okur alışkanlıkları da değişiyor; milyonlarca
dijital sayfalık materyalleri bir tesbih imamesi kadar küçük bir flash diskte
taşıyabilen, dilediği her türlü metni Ofis veya PDF araçları ile, Z-kütüphanelerle
, video-resim oynatıcılarla, üç boyutlu animasyonlarla, bilgisayar oyunlarıyla görsel
ve işitsel alanına kolaylıkla taşıyabilen okur tipinin oluşması ve gelişmesi
zamanın yeni çağ mevsimine uyum sağlayabilen yazar tipi için mükemmel fırsatlar
da sunuyor ve aslında yazar durumun korkutucu değil bilakis rahatlatıcı olduğunu
fark ediyor. Çünkü klasik yazar tipine göre çok daha kolay üretebiliyor, çok
daha hızlı bilgi kaynağı taraması yapabiliyor ve bilgilerini güncelleyebildiği
gibi sık sık geliştirme imkanı bulabiliyor; yaşadığı çevrenin, ülkenin kişilerine,
onların psikolojilerine, sosyolojilerine, ekonomilerine, iç ve dış siyasetlerine,
seçimlerine, zevklerine, yeme-içme alışkanlıklarına, sevme-öfkelenme türlerine,
irade ve nefslerinin sınanma araçlarına, inançlarına gelenek ve göreneklerine,
diyalog kurma biçimlerine, giyim-kuşam gibi ihtiyaç ve zevklerine, alışveriş
alışkanlıklarına, ulaşım, sağlık, eğitim, güvenlik gibi hayatın tüm temalarına
ve vurgularına dair gerçek durum ve içerik bilgisine dilediği şekilde ve hızda
ulaşabiliyor.
Yazar zamanın
her çağ mevsiminde kurduğu, kurguladığı metinde -kazılı, elle yazılı, basılı ya
da dijital materyalle nesneleşen metinde- yaşadığı toplumu -bilgi toplumu olsun
ya da olmasın- ve bireyleri her türlü özellikleriyle yansıtır, bu da değişmeyen
en önemli olgudur. Metin, hazırlanması zorlaşsa da, öğretici özelliğini korumaya
devam eder; özellikle romanlarla senaryolara dönüşerek varlığını üç boyutlu
algılama biçemlerine güçlü bir şekilde taşır.
Roman da
diğer kitaplardan daha öğretici olma özelliğini ve itibarını, efsanelerden
masallara ve hikayelere, şiirlere, tiyatrolara kadar taşınan sözel karakterini,
büyük bir oranda sinema ve televizyona kaptırırken, başka bir alanda, bilgisayar
oyunlarında yaşamaya devam eder; ancak durum bu kez farklıdır, okur
interaktiftir, romanın bir kahramanıdır... Nihayetinde her bir
sinema-televizyon gösterisi bir bilgisayar oyunu kadar senaryoya muhtaçtır,
roman da senaryonun bizzat kendisi, anası olan hikayenin uzamış şeklidir.
Bu
bağlamda 'Roman'ın öldüğünü, devrinin kapandığını iddia eden tezcanlıların
davranışlarının klasik yazar ve eleştirmen tipine ne kadar uygun olduğunu ve bu
tip yazarların ve eleştirmenlerin kendilerini olduğu gibi korumaya alma
telaşıyla düşündüğünü ve konuştuğunu söyleyebiliriz. Çünkü gidilen süreçte
tamamen hayata hakim olacak olan şey bellidir; sinema ve televizyondaki herhangi
bir eser için nasıl gerekliyse, interaktif okur için bilgisayar oyunları
sorumluluk bilinci yüksek roman yazarlarını zorunlu kılmaktadır.
İnsanlık
'değerler çatışması'ndan çıkmış 'değersizleşme' çılgınlığı ile karşı karşıya
kalmıştır, ideolojik senaryoların dünyanın en ücra köşesindeki insanın hayatını
etkileyecek kadar güçlü bir hızla ve dehşetle uygulanabiliyor olması Zaman'ın Çağlar
Mevsimi'ndeki yeni yazarın, roman yazarının sorumluluğunu kat kat
arttırmaktadır ve roman bu yüzden önemlidir, basılı bir kitapta durduğundan çok
daha fazlasına ihtiyaç duymaktadır. Çağın insana neler yaptığını anlatacak bir
geçmiş zaman hikayesi kadar önemli, gelecek zaman kurgusundaki bireyin zihinsel
şemasını inşa edecek kadar da güçlü olan bir roman şimdiki zamanı geçmişle
kurduğu bağlarla yaşanabilir kılmanın en önemli aracı olarak karşımızda
durmaktadır.
Bütün bu
anlatılanlarla birlikte günümüz romanının nasıl olduğunu, nasıl olması
gerektiğini tartışamıyor olmamız, bireysel çabalarıyla karşılaştığı zorlukları
aşmaya çalışan roman yazarlarının olmadığı anlamına gelmiyor. Çok az sayıda da
olsa, yaşadığı çağı izleyen, yorumlayan ve sorunlarla beraber çözüm
tekliflerini de romanına yediren az sayıdaki roman yazarından biri olan Cihan
Aktaş'ın Şirin'in Düğünü adlı romanından dikkatle bahsetmek gerekiyor.
Cihan
Aktaş'ın Genceli Nizami'nin 'Hüsrev ve Şirin'ini esas alarak kurguladığı,
"Ancak orada Ferhat çok az bir yere sahip ben rolleri eşitledim, romanım Ferhat'ı intihardan kurtarmanın da
romanı" diye anlattığı bir roman Şirin'in Düğünü.
Şirin'in
Düğünü'nden bahsetmeden önce romanın oturduğu zemine dair bir pasaj okuyalım:
"Hüsrev
ile Şirin,İran ve Türk edebiyatında, Sasani hükümdarı Hüsrev ile Şirin'in
aşklarını konu edinen birçok mesnevinin ortak adı. Nizami'nin romantik destanı
Hüsrev ile Şirin beş mesnevinin bir araya getirilmesinden oluşmuş bir hamsedir.
Hamse beşli mesnevilere verilen bir isimdir. Ünlü halk hikâyesi Ferhat ile
Şirin'in konusu da bu mesneviden gelir. Hüsrev, Sasani hükümdarı Hürmüz'ün
oğludur. Şirin de Ermeni melikesinin yeğenidir. İki genç birbirlerine âşık
olurlar ve birçok olaydan sonra bir araya gelirler. Ancak Hüsrev, ülkesinde
çıkan karışıklıkları bastırmak için Rum hükümdarından yardım isteyince o da
kızı Meryem'le evlenmesi koşuluyla yardımı kabul eder. Bunun üzerine Hüsrev'le
Şirin ayrılırlar ve Şirin kendi sarayına kapanır. Ermeni melikesi Mehin Banu
ölünce Şirin onun yerine melike olur. Bu arada Şirin'in sarayına bir su yolu ve
çeşme yapan Ferhat da Şirin'e âşık olur. Bunu duyan Hüsrev yaşlı bir kadınla
Ferhat'a Şirin'in öldüğü haberini gönderir. Ferhat bunu duyunca kendini
kayalıklardan aşağı atarak intihar eder. Bu arada Hüsrev'in karısı Meryem de
ölünce iki genç yeniden birbirlerine kavuşurlar. Ancak Meryem'in oğlu Şiruye de
Şirin'e göz koymuştur. Hüsrev'i öldürtür, bunun üzerine Şirin de Hüsrev'in
tabutu başında canına kıyar. İlk kez İbnü'l Fakih'te ve Firdevsi'nin
"Şehname"sinde rastlanan öyküyü tam olarak İranlı Şair Senai
anlatmıştır. Ancak aynı konuyu işleyen şairler arasında en başarılı olanı Genceli
Nizami'nin yazdığıdır.."
Ve bu
psikolojik-sosyolojik zeminden günümüze sıçrayan, günümüzün psikososyal
sorunlarından, mimarî, siyasî, ekonomik, dinî perspektiflerimizden,
çatışıklaşmış ve çatışıklaştığı kadar karmaşıklamış bir içiçelikle bütün
çağları üst üste ve acımaksızın zihnimize yükleyen bir gerçekle karşı karşıya olduğumuzu
anlatıyor Cihan Aktaş, Şirin'in Düğünü'nde.. Bu bir düğün, ama nasıl bir düğün?
Tırnaksız
diyalogların hangi aralıkta bir iç sese ya da bir dış sese dönüştüğünü
anlamakta zorlandığımız gibi akıyor Şirin'in Düğünü... kimi zaman karamsarlaştıran
kimi zaman umutla sürükleyen, kimi zaman da arayış terminallerinden hızla
uzaklaşma isteği doğuran ve her detay çalışmasında ana metindeki derin kederi
hissetmemizi sağlayan ve asla 'mutlu' bir sonu bekleme hakkı vermeyen bir
tutarlılıkla günümüzü mümkün olan tüm kıvrımlarıyla yaşatmaya çalışan bu metin,
basılı kitapta duruyor olarak dijital çağa geçişin ana omurgası olan insanın
değişmezliklerini yansıtıyor.
Çelişkilerin,
aşk konulu paradoksların, uzaklaşma isteğindeki o kaçınılmaz daimiliğin ve
doğru olanla olan ilişkilerdeki sarsıntıların, kaçışların, ısrarın ve ansızın
sessizce çekip gidişlerin sırtına yüklenen tek kişilik tepkilerin ya da tam
tersine çoğullaşmaya çalışan yalnızın, tereddütlerin ve kararlılığın,
sembolizmin, idealizmin, gerçekle yüzleşmenin, entrikaların, diktatörlüklerin,
darbelerin, fail-i meçhullerin, korkunun, baskılanmanın ve bütün bunlara karşı
tutarsız,dengesiz davranmanın hikayesini anlatıyor bize Cihan Aktaş... Müslüman
kavramının yaşadığı varlık sorunlarını, savrulmaları, ilkeleri, uzakların
çöllerinde dergahlarda aranan şeyin ve bu şeydeki yayılmaya çalışan bencilliğin
derinliklerinde Türkiye toplumunun çok boyutlu resim egzersizlerini sunuyor Mimarî
bir ısrarla.
Ferhat'ın
konumlandığı Kürşat, sabrın, aşkın ve karşılıksızlığın getirdiği acılarla
günümüz insanının duygusunu; Hüsrev'in konumlandığı Faruk, savrukluğun, şımarıklığın,
ölçüsüzlüğün, bencilliğin kaynaklarını 'otoriter dindar bir baba'ya yükleyen
zengin sorumsuzluğunu; bir belirsizlikten yola çıkarak içi Kürşat'ı ararken,
dışından ilişerek, içine geçiştirerek yüklendiği Faruk'la gittiği yolun acısını
taşıyanların tıkanıklığını anlatıyor bize Şirin'in Düğünü.
Roman
yazarı yaşadığı çağa tanıklık etmedikten, kendi dilinden olan biteni
anlatmadıktan ve eleştirmedikten sonra neden yazar ki? İnsan yaşadıkça
yaşadıkları da olacaktır; nasıl ki her insan her seferinde kendi hikâyesini
yaşar ilk insandan bu yana, insan var
oldukça da her insanın yaşadığı kendi hikayesi olacaktır başkalarıyla benzeşen.
Romancı, zamanı, mekânı, araçları değişse de insanın değişmediğini, değişmeyeceğini
bilen olmak zorunda olduğu içindir ki romancıdır, tesbit eder, hikayeleştirir
ve anlatır.
Bugün
sinema-tv vb gibi senaryolardan etkilenenlerle birlikte bilgisayar
oyunlarındaki hikayelerden, senaryolardan da etkilenerek hayatını biçimlendiren
insan her zamankinden daha çok muhtaçtır hikayecilere, romancılara...
İşte
romancının, korkak ve faşist olmayan romancının sorumluluğu budur; evrensel ve
çağlar üstü olan şey temel özelliklerini devam ettiriyor; okunan sözü yazan,
okuyanı etkilemeye ve değiştirmeye devam ediyor, insan var oldukça da devam
edecek, bu ister dijital materyallerle yürüsün isterse kazılı, elle yazılı ya
da kağıda basılı materyallerle.
Okuduğunuzda
siz de Şirin'in Düğünü'nün dijital materyallerle okuruna ulaşması gerektiğini
düşüneceksiniz, hatta interaktif bir oyuna dönüşmesini ve sürekli
güncellenmesini talep edeceksiniz...
Yine tarih boyunca değişmeyen şeyler burada da karşımıza çıkıyor; okuma ve okuduğunu yorumlama.
İyi
okumalar... iyi yorumlamalar.
[Cihan Aktaş, Şirin'in Düğünü, Roman, İz Yayıncılık, İstanbul 2016]
Not: Bu yazı Aylık Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisi Ayraç'ın 103, Mayıs 2018 sayısında yayınlanmıştır.
Seçkin Deniz, 09.08.2017, Sonsuz Ark, Kitap Notları, Kitap
Kitaplar ve Hayat
Seçkin Deniz Yazıları
Takip et: @Seckin_Deniz
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz