Sonsuz Ark'ın Notu:
Bir FETÖ medya organı olan ve 15 Temmuz FETÖ askeri darbe girişiminden sonra kapatılan Aksiyon Dergisi'nin 886. sayısında yayınlanıp bir mevlevi sitesi olan semazen.net'te paylaşılan ve halen yayında olan semazen.net ten alarak yayınladığımız bu metin, mevlevî perspektifinden güç mücadelesinde tarikat gerçeğini görmemizi sağlamaktadır. FETÖ'nün bürokrası, akademi, diyanet, emniyet, istihbarat ve silahlı kuvvetler üzerinden kontrol almak istediği devlet, II.Bayezid zamanından itibaren Mevlevilerin ve diğer tarikatlerin güç mücadelelerine sahne olmuştur. Şehzade Bayezid, kardeşi Cem Sultan’la girdiği saltanat mücadelesini kazanabilmek için dervişlerin ve yeniçerilerin desteğine ihtiyaç duymuş, zafer kazanıp tahta oturduğunda Nakşîler, Halvetîler, Zeynîler, Kalenderîler gibi Mevlevîler de ödül olarak faaliyetlerini yaygınlaştırma izni almıştır. Osmanlı'nın çöküşü de böyle başlamıştır. Aşağıda itirafname niteliğinde bir 'anlatı' okuyacaksınız. Tarihi doğru okumak adına bu metin, Osmanlı'yı yıkmakla övünen Masonlar (Kazım Karabekir: Osmanlı'yı Masonlar yıktı) ve Mevleviler açısından önemli bir değer taşımaktadır. FETÖ darbeci ve güç mücadelesindeki acımasız tutumları ile bir tarikat geleneğini sürdürmüştür.
Seçkin Deniz, 06.09.2017
Galata Mevlevîhânesi, İstanbul'daki ilk mevlevîhâne, 1491, II. Bayezid Dönemi/ Sonsuz Ark
Çilesi dolmayan derviş: Yenikapı Mevlevîhânesi, 03 Aralık 2011
Yenikapı Mevlevîhânesi’nin hikâyesi 16. asrın ortalarında başlıyor. 1550’lerde bir gün Sümbül Efendi’nin halifelerinden Merkez Efendi namıyla maruf Musa Muslihiddin Efendi, tekkesinden çıkmış etrafı dolaşıyor. Mevlânâkapı’da bir bostan civarından geçerken duruyor… Gözlerini kapayıp derin bir nefes alıyor. “Ohh! Mis gibi Mevlânâ kokuyor…”
Muslihiddin Efendi’nin işaretinden 40 sene kadar sonra, 1591’de Sultan III. Mehmed, kulağına gelen bazı dedikodular sebebiyle Hazreti Mevlânâ torunlarının Konya’dan uzaklaştırılmasına hükmediyor.
Şeyhi Ferah Çelebi ayrılınca 66 yaşındaki Kemâlî Ahmed Dede de kalamıyor oralarda. Yüzünü İstanbul’a dönüyor yaşlı derviş. Uzun yolculuğun ardından şehrin kalabalığından uzakta, Topkapı’da bir çınarın kovuğunu dergâh kılıyor kendisine. Dile kolay, tam 6 yıl geçiriyor orada. Nihayet duaları karşılık buluyor. 1597’de; gönlü, arazisindeki bir ağaç kovuğunda yaşayan yaşlı dervişin yaktığı çerağla aydınlanan Yeniçeri Başkâtibi Malkoç Mehmed Efendi, Yenikapı Mevlevîhânesi’ni inşa ettiriyor. Kayıtlara geçtiğine göre Mevlevîhâne, devrin sadrazamı Sofu Mehmed Paşa ile Yeniçeri Ağası Tırnakçı Hasan Ağa’nın da iştirak ettiği büyük bir törenle açılıyor.
İstanbul’un ilk mevlevîhânesi, 15. asrın sonunda Kuledibi’nde (Galata) inşa ediliyor.
O tarihlere dek İstanbul’un kapıları tüm tarikatlara ama illaki Mevlevîlere kapalı. İstanbul’un fethiyle birlikte değişen şartlar, biraz zaruri kılıyor bu tercihi. Fatih Sultan Mehmed, Bizans’tan devraldığı devlet geleneğini sürdürmek için dış ilişkileri, siyaseti bilen yetişmiş insanlara ihtiyaç duyuyor. Bu mecburiyet karşısında medrese, tekkenin önüne geçiyor. Ancak Mevlevîliğe karşı daha mesafeli pay-i taht.
Mevlevî tarikati tarih sahnesine Selçuklu devrinde çıksa da, Konya merkezli olması hasebiyle Karamanoğulları ile ilişkili kabul ediliyor. Osmanlı, en güçlü rakibiyle ilişkili gördüğü Mevlevîliğin İstanbul’a girişine İkinci Bayezid dönemine kadar direniyor. Sonra devran dönüyor.
Şehzade Bayezid, kardeşi Cem Sultan’la girdiği saltanat mücadelesini kazanabilmek için dervişlerin ve yeniçerilerin desteğine ihtiyaç duyuyor. Zafer kazanıp tahta oturduğunda Nakşîler, Halvetîler, Zeynîler, Kalenderîler gibi Mevlevîler de ödül olarak faaliyetlerini yaygınlaştırma izni alıyor.
72 milletin yaşadığı Osmanlı’da bir nevi toplumsal kontrol vazifesi görüyor tarikatlar. Esnafın, askerin, devlet erkânının hangi tekkeye gidip geldiği belli. Kültürel özellikleri gereği Mevlevîhâneler daha çok okumuş yazmış insanları topluyor çatısı altına. Yeniçeri Başkatibi’nin inşa ettirdiği İstanbul’un ikinci mevlevîhânesinin nasibine de ‘devletlû’ beyler düşüyor.
18. asrın ortalarına doğru Yenikapı Mevlevîhânesi için yeni bir devir başlıyor. Kütahyalı bir derviş olan Ebubekir Efendi atanıyor şeyhliğe. Bu tarihten sonra 180 sene o makamda hizmet verecek olan Ebubekir Dede ailesi, sadece Mevlevîhâne’de değil, İstanbul üzerinde emsalsiz bir iz bırakıyor. Tamamı tasavvuf ehli olan aile mensuplarının çoğu musikişinas ve şair. Şeyh Gâlib’den Tâhirü’l-Mevlevî’ye, Dede Efendi’den Rauf Yektâ Bey’e büyük sanatçılar yetiştiren bu şeyh efendiler sayesinde Yenikapı Mevlevîhânesi merkezli bir Mevlevî kültürü ve İstanbul’a has hayat tarzı oluşuyor.
Tâhirü’l-Mevlevî’nin “bir nesl-i güzîn” diye vasfettiği, Ebubekir Dede’nin soyu, Timur’un zulmünden kaçarak Kütahya’ya yerleşen Pir Baba Sultan Horasânî’ye dayanıyor. Ahmed Efendi Kütahya’da Halvetî şeyhliği yaparken aralarında Ebubekir Efendi’nin de bulunduğu 3 oğlunu Kütahya Mevlevîhânesi’ne teslim ediyor. Bir süre Konya’da da kalan Ebubekir Dede, 1746’da Yenikapı Mevlevîhânesi’ne şeyh tayin ediliyor. Kütahya’nın Köprüviran kazasında doğup büyümüş, o yaşına kadar Kütahya ve Konya dışında şehir görmemiş şeyh efendi, Yenikapı’ya tayin edildiğinin ikinci haftasında Birinci Mahmud tarafından saraya davet ediliyor. Seleflerinin başlattığı temas, Ebubekir Dede’nin çocukları ve torunları döneminde zirveye çıkıyor.
Ebubekir Efendi’nin 30 yıllık postnişinliğinden sonra Konya’daki Çelebi ailesi tarafından oğlu Ali Nutkî Dede şeyh tayin ediliyor Yenikapı’ya. Dinî ilimlere vukûfiyeti yanında musikişinas ve neyzen de olan Ali Nutkî Dede, postnişinliği döneminde Şeyh Galib, Hammamîzâde İsmail Dede Efendi gibi misline az rastlanır öğrenciler yetiştiriyor.
Birinci Abdülhamid ve Üçüncü Selim’in devr-i saltanatında vazife yapan Ali Nutkî Dede, Osmanlı’nın ilk modernleşme hamlelerine de şahitlik ediyor. Ney üfleyen, Galata Mevlevîhânesi’nin postnişini Galip Dede ile dostluğu herkesçe malum olan Üçüncü Selim, devlet sistemini ordudan başlayarak yenilemekte kararlı. Ancak girişimleri, Mevlevî tarikatının Konya’daki merkez otoritesinin tepkisine yol açıyor. Çelebi ailesi, taşradaki diğer yerel örgütlenmelerle birlikte padişahın hata ettiğini ilan etmekte beis görmüyor.
Tasavvuf tarihi araştırmacısı Ekrem Işın, Konya’nın vakıf avantajını kaybetmek istememesine bağlıyor bu tepkiyi. Zira modernleşme, merkezden bağını koparan yerel otoritelerin İstanbul’un denetimine girmesini öngörüyor. Konya’daki özerk vakıflar devletin denetimine geçip vergi muafiyetini kaybetmeye başlayınca Çelebi ailesi İstanbul’a cephe alıyor. Ancak İstanbul Mevlevîleri ve tabii ki Yenikapı, Üçüncü Selim yanlısı bir tavrı tercih ediyor. Böylelikle İstanbul’la Konya arasında ikilik başlıyor. Sarayın desteğini kazanan İstanbul, Konya karşısında güç kazanıyor. Şeyhliğin babadan oğula devretmesi, Yenikapı Mevlevîhânesi’nde Ebubekir Dede ailesinden 8 şeyh efendinin postnişinlik yapması da bu sayede mümkün oluyor.
Ali Nutkî Dede’ye kadar şeyhi vefat eden ya da görevden alınan bir Mevlevîhâne’ye kimin tayin edileceğine Konya karar veriyor. Her biri farklı bir coğrafyadan ve kültürden gelen postnişinler, İstanbul için çok kültürlülük imkânı sağlasa da etkileri kendi vazife dönemleri ile sınırlı kalıyor.
Saraya karşı giriştiği mücadeleyi kaybeden Konya’nın otoritesi zayıflayınca Yenikapı Mevlevîhânesi’nin kaderi değişiyor âdeta. Babadan oğla aktarılan ve devamlılığı sağlanan kültürel birikim sayesinde musiki, sanat, edebiyat gibi pek çok alanda o güne kadar, hatta ondan sonra da yakalanamayan bir zirveye ulaşılıyor.
Hiç çocuğu olmayan Ali Nuktî Dede’nin 1804’te vefat etmesi üzerine kardeşi Abdülbâki Nasır Dede’ye devrediliyor vazife. İkinci Mahmud’un huzurunda icra edilen fasıllara katılan Nasır Dede, devrinin en yetkin musikişinaslarından. İsmail Dede’ye ney hocalığını da yapan Abdülbâki Nasır Dede Mevlevîhâneyi âdeta bir konservatuara dönüştürüyor. Başka tarikatlarda icra edilen musikinin ince bir sanat ve estetik anlayışı geliştiren Mevlevîlikteki önemi çok daha başka. Her hafta yapılan mukabelelerde besteli ayin icra edilmesi zaruri. Bu yüzden Mevlevîler için musiki eğitimi zaruri. Ve bu eğitimin asıl merkezi İstanbul. Üst seviyede müzik eğitiminin verildiği İstanbul Mevlevîhâneleri; yalnız Mevlevî musikişinaslara değil, başka tekkelere bağlı, hatta hiçbir yere bağlı bulunmayan kişilere de hizmet veriyor. Musikiye hevesli, bilgisini ve repertuarını genişletmek isteyenler, Türk musikisi öğrenmek isteyen gayr-ı Müslimler de devam ediyor derslere.
Abdülbâki Nasır Dede’den sonra posta sırasıyla Hüseyin Hüsnî ve Abdürrahim Künhî Dede’ler oturuyor. Ve 1831’de meşihati Osman Selahaddin Dede devralıyor.
50 sene şeyhlik yapan Selahaddin Dede’nin Tanzimat kadroları ile kurduğu yakın ilişki sebebiyle Mevlevîhâne, özgürlük fikrinin tartışılabildiği birkaç merkezden biri hâline geliyor.
Birinci Meclis-i Mebusan’da İstanbul Milletvekilliği de yapan Selahaddin Efendi, hürriyet ve meşrutiyet taraftarı olduğunu hiç gizlemiyor. Kabirleri tekkenin haziresinde bulunan Tanzimat’ın iki kudretli sadrazamı Keçecizade Fuat Paşa ve Ali Paşa Osman Dede’nin müntesipleri arasında. Kamil Paşa ve Şeyhülislam Sahib Molla, sohbetlerine devam eden simalar arasında. Ancak onun siyasi hayatta ne derece önemli bir yer tuttuğunun en önemli işareti Sultan Abdülhamid dönemi sadrazamı Mithat Paşa ile arasındaki yakın ilişki. Kanun-i Esasi’yi hazırlayan heyetin başkanı Mithat Paşa, Selahaddin Dede’ye yakın olmak için Merkezefendi’den bir konak alıp oraya yerleşiyor. (Sonsuz Ark'ın Notu: Mithat paşa Abdulaziz'in katledilmesinden sorumludur.)
Son şeyh Abdülbâki Efendi’nin torunu Nasır Abdülbâki Baykara’nın naklettiğine göre Sultan Abdülhamid tahta geçmeden önce Selahaddin Dede ile aralarında iyi bir ilişki var. Cülûsunun ardından şeyh efendiyi Meclis-i Meşayih başkanlığına getiren Sultan Hamid, Dede’yi Mesnevi dersi vermek üzere saraya davet ediyor. Ancak hem evhamlı bir tabiata sahip olan padişaha ulaştırılan jurnaller hem de Yenikapı’nın gizlemediği özgürlükçü tutum sarayla aralarındaki bahar havasını kışa çevirmeye yetiyor.
Sultan Hamid şüphe etmekte haksız sayılmaz. Yeni Osmanlı hareketi mensuplarının ve Jöntürklerin sıkça uğradığı Mevlevîhâne, gözden uzak olduğu için Paris’ten getirilen yayınlar orada elden ele dolaşıyor. Bu cesaretin bedeli ağır oluyor. Mevlânâkapı muhiti, muhbir yatağına dönüyor. Defalarca basılıyor Mevlevîhâne.
Sultan Abdülhamid, amcası Abdülaziz’in katlinden Mithat Paşa ve arkadaşlarını sorumlu tutunca dergâhın üzerine de kara bulutlar çöküyor. Osman Selahaddin Dede göz hapsine alınıyor. Sarayla ilişkiler kopma noktasına gelmişken padişah, Mevlevîlerde çok adet olmadığı hâlde şeyh efendinin hacca gitmesini ferman buyuruyor. Bu hamle Selahaddin Dede’nin katline ferman çıktığını düşündürüyor aileye. Şeyh efendi padişaha gönderdiği cevapta; “Ben yaşlandım, hacca gitmem mümkün değil. Yerime karımla küçük oğlum gitsin. Mukabeleye de büyük oğlum Celaleddin çıksın. Kendilerine söz veriyorum, haremden çıkmayacağım.” diyor. Ve sözünde durup 1869’dan vefat ettiği 1887’ye kadar 18 sene harem dairesinden bitişiğindeki semahaneye geçmek için bile çıkmıyor…
1301 nüfus sayımı sonuçlarına göre Selahaddin Dede’nin son meşihat yıllarında tekkede sürekli ikamet eden 24’ü erkek, 17’si kadın 41 kişi bulunuyor.
Celaleddin Dede döneminde de devam ediyor Saray’la sıkıntılar. Dinî konularda, edebiyatta özellikle de musiki ve tasavvufta ihtisas sahibi olan Mehmed Celaleddin Efendi, son şeyhten önce 22 sene kalıyor şeyhlik makamında. Ailesi Yenikapı Mevlevîhânesi’ne bağlı olan Cumhuriyet dönemi Millî Eğitim bakanlarından Hasan Âli Yücel, Celaleddin Dede’yi şöyle anlatıyor anılarında: “Hûbaba dediğim Celal Efendi, uzun boyu, uzun devetüyü sikkesi, zayıf fakat nûrânî yüzüyle pek hoşuma gidiyordu. Elini öptüğüm zaman beni öpmesini pek ister, çok severdim. Bu tertemiz insanın kendine has öyle çekici bir kokusu vardı ki, şu anda onu bir gül bahçesindeymiş kadar canlı, tesirli olarak hafızamda bulmaktayım.”
Çok iyi tambur çalan Celaleddin Dede, Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Kudretullah Dede ve eniştesi Hüseyin Fahreddin Dede ile birlikte son devrin önemli musikişinaslarının yetişmesinde pay sahibi. Tanburî Cemil Mevlevîhâne’ye gidip sazını Celaleddin Dede’ye dinletiyor. Rauf Yekta Bey, Subhi Ezgi, Ahmet Avni Konuk, Hüseyin Sadettin Arel, Udî Nevres, Bestenigâr Ziya, Lemi Atlı, İsmail Hakkı ve Rakım Elkutlu gibi isimler hep o ocaktan geçiyor.
Yenikapı mevlevîhânesi, İstanbul'da mevleviliğin merkezi, 1597, III.Mehmed Dönemi/ Sonsuz Ark
"Yenikapı Mevlevihanesi, Topkapı surları dışında, Merkez Efendi Caddesi ile Mevlevi Tekkesi Sokağı arasındaki parselde bulunmaktadır. İstanbul’daki Mevleviliğin merkezi konumundaki bu Mevlevihane semahanesi, selamlığı, haremi, türbesi, somathanesi, muvakkithanesi, hünkâr mahfili, matbah-ı şerifi, sarnıçları ve müştemilât bölümleri ile tam bir yapı topluluğudur. Yenikapı Mevlevihanesi’nin kurucusu Kâtip, Kocayazıcı, Yeniçeri Efendisi unvanları ile tanınmış Yeniçeri Ocağı Başhalifesi Malkoç Mehmet Efendi’dir. Malkoç Mehmet Efendi’nin bu Mevlevihane’yi kurmasını, atlatmış olduğu bir ölüm tehlikesine bağlayanlar olmuştur. Hafız Paşa’nın yanında Bağdat ve Revan seferlerine (1635) katılmış, dönüşte Yeniçerilerle aralarında anlaşmazlık çıkmış ve öldürülmek istenmiştir. Bu badireyi atlattıktan sonra dönüşte Konya Mevlâna Dergâhı’nı ziyaret etmiş “İstanbul’a sağ salim gitmek nasip olursa, orada bir Mevlevi dergâhı yaptıracağım” diye dua etmiştir. İstanbul’a dönüşünde de dergâhın yapımını başlatmış, 1597’de Mevlevihane’yi açarak Sinan Mevlevi’nin oğlu Kemal Ahmet Dede’yi şeyh yapmıştır. Yenikapı Mevlevihanesi, kuruluşundan tekke ve zaviyelerin kapanışına kadar geçen 350 yıl içerisinde 20 Mevlevi büyüğü burada şeyhlik yapmıştır." http://www.mevlana.gov.tr/TR,78235/yenikapi-mevlevihanesi.html Ekleyen; Sonsuz Ark, 06.09.2017
Yenikapı Mevlevihanesi başlangıçta semahane, mescit, harem, sebil, türbe ve 18 derviş hücresinden meydana gelmişse de kısa sürede gelişmiştir. Sonraki yıllarda bu yapılar yıkılmış ve yerlerini daha büyükleri almıştır. Sultan II.Mahmut 1818’de 33.474 kuruş vererek semahane, türbe, harem ve müştemilat binalarını yenilemiştir. Ayrıca bunlara hünkâr mahfili, sarnıç, türbedar odası, matbah ve taamhane eklemiştir. Abdurrahman Nafiz Paşa buraya bir kütüphane, yanına da kendi türbesini yaptırmıştır. Bu yenilemeler yapılırken semahane kapısına da İzzet Molla 1816 tarihli kitabeyi, kubbe çevresine de Nuri Dede talik yazı ile bazı beyitler eklemiştir.Ayrıca, Sultan IV.Murat, Mihrişah Sultan, Sultan Abdülmecit, Maliye Nazırı Abdurrahman Nafiz Paşa, Devlet Kethüdası Halet Efendi ve Mısır Valisi Zuval Paşa da buraya bağışlarda bulunmuştur. Ne yazık ki Mevlevihane’nin kütüphanesi altındaki mahzende bulunan odunlar 1903 yılında tutuşarak kütüphaneyi yakmıştır. Bunun üzerine Sultan Mehmet Reşat 1910’da Mevlevihane’yi yeni baştan onarmıştır. Bu onarım işlerini Mimar Kemalettin Bey üstlenmiş ve bu kez dergâh neo-klasik üslupta yapılırken yanına bir de minare eklenmiştir. Yenikapı Mevlevihanesinin bazı bölümleri bilinmeyen bir nedenle 1961 yılında yeniden yanmış arta kalan yapılara Mevlânakapı Çocuk Yetiştirme Yurdu taşınmıştır. Yakın tarihlerde Mevlevihane bir kez daha yanmış, mezarlar ve yapının duvarları dışında ortada hiçbir şey kalmamıştır. Yenikapı Mevlevihanesi ismini bugün "Mevlanakapı" olarak bilinen sur kapısından almıştır."
Meşihatının son yıllarını dergâh dışında geçiren Celaleddin Dede, İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’de vefat ediyor. Şeyh Efendi’nin padişaha kırgın vefat ettiği açık. Nitekim cenaze masrafları için saraydan gönderilen 2 bin kuruş, vasiyeti gereği başka işler için kullanılıyor. Mevlevîhâne’nin yeniden inşası ancak şehzadeliği sırasında Selahaddin Dede’ye intisap eden Sultan Reşad’ın tahta çıkmasıyla mümkün oluyor. Hazine-i Hassa’dan 10 bin kuruş tahsis eden padişah dergâhın yeniden inşasını sağlıyor.
Celaleddin Dede döneminde Konya’daki Abdülvahid Çelebi’nin de izniyle şeyhlik destarı sarıp vekâleten mukabele icrasına başlayan Abdülbâki Efendi, babasının vefatından sonra makama tayin edilmiyor. Sultan Abdülhamid’in rahatsızlığını göz önünde bulunduran Konya, padişahın gönlünü kazanmak için Abdülbâki Dede’nin konumuna tereddütle yaklaşıyor. Meşihat makamı bu süre boyunca vekâletle idare ediliyor.
1909’da cereyan eden 31 Mart Vak’ası siyasi şartları yeniden oluşturuyor. Abdülhamid tahttan indiriliyor, yerine Sultan Reşad getiriliyor. Ve henüz 25 yaşındaki Abdülbâki Dede’nin pozisyonu resmiyet kazanıyor. Aileye; Selahaddin Dede’ye, ‘pederim’, Celaleddin Efendi’ye ‘biraderim’, son şeyh Abdülbâki Efendi’ye ise ‘oğlum’ diyecek kadar yakın olan Sultan Reşad’ın padişahlığı Mevlevîhâne’yi büyük ölçüde rahatlıyor.
Tanıyanlar, Abdülbâki Efendi’nin yüksek bir ilim ve irfan seviyesine sahip olduğunda hemfikir. Hüseyin Vassaf ondan bahsederken “ilm ü fazlı edeb ü terbiyesi, her türlü mehasin-i ahlakı, fart-ı tevazuu itibarıyle cidden bais-i iftiharımızdır” diyor. Abdülbâki Dede imparatorluğun son günlerinde vazife yapıyor. Balkan, Trablusgarp, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşları hep bu kısacık dönemde cereyan ediyor. Herkes gibi şeyh efendi ve Mevlevîhâne de etkileniyor sıkıntılardan. Divan sahibi bir şair olan Abdülbâki Dede’nin (Baykara) gönlü de vatan toprağı gibi yangın yerine dönüyor: “Yıkıldı hâne-i kalbim harâbe-zâr oldu / Vatan mıdır acebâ böyle târumâr oldu…”
Balkan ve Çanakkale savaşları esnasında Yenikapı Mevlevîhânesi’ni hastaneye çeviren Abdülbâki Dede, diğer mevlevîhânelerin de aynı maksatla kullanılmalarının sağlanmasına vesile oluyor. Söz bu bahse gelmişken Mücâhidîn-i Mevlevîyye Alayı’nı bir daha hatırlamak gerekiyor. Osmanlı ordusunun bir cepheden diğerine koştuğu yıllar. Ne halkta ne askerde takat kalmış, ancak İttihat ve Terakki Birinci Dünya Savaşı’na girmek niyetinde. Abdülbâki Dede, aralarındaki hukuka dayanarak padişaha milletin bir savaşı daha kaldıramayacağını açıklıkla izah ediyor. Sultan Reşad’ın, Dede’ye, “Oğlum, bu harbin iki neticesi vardır: Galibiyet veya mağlubiyet. Eğer galip gelirsek bizim menfaatimizedir, milletin menfaatine mâni olmak hıyânettir. Mağlup da olabiliriz. Fakat bu deliler (ittihatçılar) bir defa karar vermişler ve girmişler. Mâni olmanın imkânı yok. Önlerine geçerek mâni olmağa çalışsam beni mahvederler. Bu ise büsbütün delilik olur.” dediğini Şeyh Efendi’nin küçük oğlu Resuhi Baykara hatıralarında aktarıyor.
Bir kez savaşa girilince yapılacak tek şey kalıyor; orduya maddi, manevi destek olmak. İşte bu günlerde kuruluyor Mücâhidîn-i Mevlevîyye Alayı. Bütün tekkelerden gelen tasavvuf erbabı bir alayda toplanıyor. Dervişler nefer, onbaşı, çavuş; şeyhler de muhtelif rütbelerde subay tayin ediliyor. Hepsinin başına Mevlevî sikkesi giydirildiğinden Mücâhidîn-i Mevlevîyye ismiyle anılıyorlar. İstanbul’da kurulan birliğe Konya’ya kadar Abdülbâki Efendi komuta ediyor. Anadolu’nun dört tarafından gelen dervişler Konya’dan Veled Çelebi (İzbudak) kumandasında Şam’a hareket ediyor. Abdülbâki Dede Süveyş Kanalı’nı İngilizlerden geri almak için yapılan Kanal Harekâtı’na da Mücâhidîn-i Mevlevîyye Alayı’nın başında binbaşı rütbesiyle katılıyor. Önde; başında destarlı sikke, arkasında derviş hırkasına benzer kolsuz bir pelerin, ayaklarında diz kapaklarını epeyce aşan çizmeler, sağ elinde bir kamçı, sol elinde eski redif yüzbaşılarının taktıkları gibi tahta kınlı bir kılıçla Abdülbâki Efendi, ardında dervişler…
Savaş tek cephede değil. Bir yandan işgal ordularıyla, bir yandan tasavvuf erbabının maruz kaldığı yozlaşma ile mücadele etmek gerekiyor. Şeriat ile tarikat arasındaki mesafe gittikçe açılıyor. Tahirü’l-Mevlevî; çile çıkardığı günlerde Kayseri’deki bir arkadaşına gönderdiği mektupta Yenikapı’nın sûfîleriyle, Kulekapısı’nın sarhoşlarıyla, Beşiktaş’ın ise cerrarlarıyla (dilenci) meşhur olduğunu söylüyor. Yozlaşmanın hızlandığı bu dönemde Yenikapı’da abdestsiz yere basılmadığı rivayet ediliyor.
Tekkelerde ve mutasavvıflarda baş gösteren bozulmayı fark eden Abdülbâki Efendi, buna çare arasa da muvaffak olamıyor. Ve kader deyip teslim oluyor başına gelene.
30 Kasım 1925’te alınan bir kararla tüm dergâhlar kapatılıyor. 42 yaşındaki Abdülbâki Efendi, bir anda ömrünün tamamını altında geçirdiği çatıdan mahrum kalıyor. Hüseyin Vassaf tekkeler kapatıldıktan sonra Abdülbâki Efendi’nin harem dairesinde ikametine izin verildiğini belirtiyor. Zira harem şahsi mülk ve tapusu Osman Selahaddin Dede’nin üzerinde. Semahane mühürleniyor, hânkâhın selamlık kısmı ise ilk mektep hâline getiriliyor.
Tekkeye ait 77 dönümlük araziye ve vakıflara da el konulduğu için ailenin ve dervişânın tüm geliri kesiliyor. Geçim sıkıntısına düşen, diğer mirasçıların talebi üzerine ikamet ettiği haremi de satıp Topkapı’da kiraya çıkan şeyh efendi, bir süre Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu üyeliği yaptıktan sonra İstanbul Türk Ocağı Müdürlüğü’ne getiriliyor. Bir akrabasının delaletiyle memur olarak girdiği Halk Fırkası’nda tahmin edileceği gibi uzun süre dayanamıyor. Darülfünun’da Farsça hocalığına atandığında biraz rahat edecek gibi oluyor ancak bir sene sonra Üniversite Reformu pek çok zevat gibi onu da yerinden ediyor. Dede’nin son vazifesi vefatından bir sene önce başladığı Makriköy Bezezyan İdâdîsi (Bakırköy Ermeni Lisesi) edebiyat öğretmenliği…
Son dönem divan şairleri arasında mühim bir yeri olan Abdülbâki Baykara; tekkesi sırlandıktan sonra yazdığı bir şiirde, “Harîm-i vuslatında bir zamanlar şâd idim efsûs / Benim şimdi enîsim, hemdemim yalnız hayalindir” diye sesleniyor Mevlevîhâne’ye. Zaman zaman derin bir yeis içine düştüğü de oluyor. O demlerden birinde “Bana sanma yalnız bahâr ağlıyor / Bu bîçâre kalbe mezâr ağlıyor” diyor. Tahirü’l-Mevlevî, Abdülbâki Baykara’nın 28 Şubat 1935’teki vefatını mealen ‘Sesi; tarikatin sesi duyulmayan ney’i gibi kesildi’ cümlesiyle özetliyor.
Semahanesi mühürlenen, haremi satıldıktan sonra yıkılan Mevlevîhâne’nin selamlık kısmı ilkokuldan sonra Mevlanakapı Yetiştirme Yurdu olarak hizmet veriyor. Yıllarca aile büyüklerini semahanenin hacet penceresinden ziyaret eden Abdülbâki Efendi’nin oğlu Resuhi Baykara 1961 yılında aldığı bir haberle yıkılıyor. Söylendiğine göre yetiştirme yurdunda kalan çocukların avladıkları kuşu pişirmek için yaktıkları ateş semahaneye sıçrıyor. Ahşap yapı içindeki sandukalarla birlikte kül oluyor. O zamanlar inanılıyor yangının kaza eseri çıktığına. Nasır Abdülbâki Baykara’nın sonradan haberdar olduğu detaylar sabotaj olduğuna ikna ediyor son şeyhin torununu. Söylendiğine göre dönemin yurt idarecileri çocuklara oyun alanı açabilmek için kasıtlı çıkarıyor yangını.
Zaman içinde Yenikapı Mevlevî-hânesi’nin arazisi âdeta bir gecekondu mahallesine dönüyor. Yetiştirme yurdu taşındıktan sonra selamlık Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından teberruât deposu olarak kullanılıyor. 1997’de bu kez de orası yanıyor. Bu yangın da masum değil. Vakıflara bağlı yerlerden gelen tarihî değere sahip eşyalar depolandıkları hücrelerden çıkarılıp yurtdışında satılıyor. Durumu örtbas etmenin en kestirme yolu ispat imkânını ortadan kaldırmak. Ansızın baş gösteren yangın, geride delil namına bir şey bırakmıyor. Böylelikle 3 asırlık Mevlevîhâneden mezar taşları dışında iz kalmıyor.
İnşa edildikten 328 sene sonra ilk şeyhi Kemalî Ahmed Dede’nin 70’li yaşlarında çektiği çileyi hatırlatırcasına ağır bir imtihana tâbi tutulan Yenikapı Mevlevîhânesi, 85 senelik hüznünden ancak 2010 senesinde kurtulabiliyor. Geçen yıl Zeytinburnu Belediyesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün ortak çabasıyla küllerinden doğan bir Mevlevîhâneyi dolaşıyoruz bugün. Üzerimize düşen devasa gölgeler ve kulağımızda çınlayan mazinin sesi eşliğinde…
Defter-i Dervişân
Dergâhın 14. şeyhi Ali Nutkî Dede, Mevlevîhâne’ye intisap edenlerin yanı sıra Yenikapı ve hatta İstanbul’da meydana gelen olayları bir deftere kaydediyor. Kendisinden sonraki şeyh efendilerin de devam ettirdiği ve Zeytinburnu Belediyesi tarafından yayımlanan Defter-i Dervişân, Mevlevîhâne’de günlük hayat hakkında emsalsiz bilgiler içeriyor.
Mevlevîhânede hayat…
Mevlevîlikte tarîkat müntesipleri iki kısma ayrılıyor; ‘muhib’ (nev-niyâz) ve ‘derviş’ (matbah canı). Şeyh efendi tarafından başına sikke tekbirlenerek Mevlevîlik yoluna giren fakat henüz dervişlik ikrârı vermeyen kişiye muhib deniyor. Küçük bir merasimden sonra dergâhtaki dedelerden birine teslim edilen muhib, Mevlevî terbiyesini almaya başlıyor. Nasıl oturup kalkacağından, nasıl konuşacağına; nasıl yiyip içeceğinden, giyineceğine kadar her türlü detayı içeren bu eğitim, dervişin hem gündelik fiillerini hem eşya ve mekân karşısındaki tavrını belirliyor. Mânevî terbiyenin temeli Mesnevî-i Mânevî ile atılıyor. Bunun bir basamağı da semâ’ meşki. Mânevî tekâmül devam ederken muhibler, dedeleri tarafından kabiliyetlerine göre yönlendiriliyor. Kimi ney üfler; kudüm, rebab ve diğer mûsıkî aletlerini meşk ederken kimi Mesnevîhanlığa veya çeşitli sanat dallarına yönlendiriliyor.
İkrâra yeni gelen nev-niyâza üç gün müddet veriliyor. Bu süre zarfında matbahta, ocağın yanındaki saka postunda iki dizi üzerine murakabe hâlinde oturan derviş adayı, mecbur kalmadıkça konuşmadan ve kendisiyle konuşulmadan hizmetin nasıl yapıldığını seyrediyor. Bu hayatın kendisine uymadığına karar vermişse kimseye bir şey söylemeden gidiyor. Hizmete soyundu ise teslim edildiği kazancı dede 18 gün daha süre veriyor nev-niyâza. Önce ‘ayakçı’ oluyor; ortalığı süpürüp, odun taşıyor, yerini dolduracak biri gelinceye kadar o hizmete devam ediyor. Bu sırada semâzenbaşıdan semâ’ meşk ediyor. Bir süre sonra aşçı dedenin emriyle arakiyye, matbah tennuresi ve elif-i nemed verilen derviş, artık çileye soyunmuş kabul ediliyor. Aşçı ve kazancı dede münasip görürse 1001 günlük çilesi müddetince dergâhta on sekiz vazifeyi yerine getiriyor. Sonra merasimle ‘dede’ unvanı alıyor, kendisine tahsis edilen hücreye yerleşerek ‘hücrenişîn’ oluyor. Bu terbiyeden geçen fakat mânevî terakkisi ömür boyu devam edecek olan Mevlevî dervişi, toplumda nezaket ve inceliğin timsali hâline geliyor.
(Bilgiler, Mehmet Fatih Çıtlak’tan alınmıştır. AYŞE ADLI, Aksiyon Dergisi Sayı: 886 / Tarih : 28-11-2011)
Seçkin Deniz, 06.09.2017, Sonsuz Ark, Yayın Dünyası'ndan, Özel Dosyalar
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz