Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak, bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.
Birinci Bölüm
AFRİKALILARIN SAVAŞ HAZIRLIĞI
AFRİKALILARIN SAVAŞ HAZIRLIĞI
-7-
-Fransa Afrikası Komitesinin Bir Toplantısı- Mösyö Dörvil- Üçgen Biçimli Çar Balonu- Balonculuk Ve Hava Yolculuğu- Alüminyumdan Yapılmış Dış Cephe- Sahra-i Kebir-
Fransa Afrikası Komitesinin toplantı ve görüşme yaptığı Senjermen mahallesindeki geniş salon şiddetli bir alkış ile sarsılıyordu.
Yarım daire şeklinde oluşturulan üye sıralarının ortasında, yeşil örtülü bir masanın üzerine serilen bir Afrika haritasına iki eliyle dayanan bir adam duruyordu.
Kısa ve kır yarım sakallı, ak saçlı olan adam arkasına kırmızı bir şeritle süslü bir siyah redingot giyinmişti. Pek nazik yüzü, zeka ışıklarıyla parlayan gözleri, dikkat çekici bir kişi olduğunu gösteriyordu.
Sessizlik sağlanınca gür ve anlaşılır bir sesle söze başladı:
- Evet efendiler, üç aydan beri zenci yerleşimi kıtayı kuşatan sır perdesini yırtmak komitemize, çalışkan, onurlu, vatan sever kişilerden oluşmuş bu topluluğa aittir. Bu görevi de devlet yakınlarının bize sunmasına izin vermemek köklü şöhretimizin bir gereğidir. Bu konudaki kararlılığımızdan vazgeçmeyeceğiz. Otuz yıldan beri, Fransa Afrikası Komitesi, henüz gerektiği gibi tanınmayan bu geniş araziye yetmişten fazla kâşif gönderdi. Yirmi yerli kralıyla antlaşmalar yaptı; Fransa’dan daha büyük krallıkları devletin himayesi altına aldı. Şimdi, yıllardan beri izlenen bu uygarlığı geliştirme, yayma görevimizi zencilerin bir isyanı ile, bu vahşi kıtanın bir ayaklanmasıyla duracak yok mu olacak? Hayli zamandan beri beklenen Sahra-i Kebir demir yolu gibi bir dahice plan başarısızlıkla mı sonuçlanacak? Hayır!.. Afrika’daki uygar ulusların öncüsü olan Fransa böyle bir darbeye hedef olduğunda büyük zararlara uğrayacaktır; dolayısıyla, karşısına çıkacak gücün sayısını bilmelidir. Sizi temin ederim ki, bir aya kalmaz bunu öğrenecektir. Efendiler, beş güne kadar Çar balonu adındaki balonumla hareket ediyorum. Böyle önemli ve tehlikeli bir zamanda ülkenin iyiliği için, son denemelerinde bulunduğumuz bu hava taşıtını yapmayı başarmış olduğumdan dolayı kendimi tebrik ederim!
Komite başkanı Amiral Kampbon ayağa kalktı.
Cezayir’den, Kahire’den, Aden’den, Luanqu’dan, Kabu’dan, Kap’dan, Kliman’dan ve Zenkbar’dan aldığı telgrafları okudu. Bunlar, kıyılardan birkaç kilometre içeride aynı biçimde olan katliamlara ilişkin gerekli ayrıntılara sahiptiler.
Bunlar, ticarethanelerin yıkıldıklarını, zenci hizmetkârları tarafından, terk edilen tüccarlar kaçışlarını bildiriyorlardı. Bunlardan başka, yirmi çeşitli noktadaki büyük toplanmayı bildiriyorlardı.
Sözüne son vermek üzere:
- İşte aziz ve saygın meslektaşım, bu toplanmanın varlığını ortaya çıkarmak, yürüyüş yönünü belirlemek, hareketin hedefini keşfetmek ve özellikle bu hedeflerden bizim Akdeniz’deki şubemizi tehdit edenleri ve en fazla tehlikeli olanları anlamak lazım. Her şey, Afrika Müslümanlarının ayaklandıklarını gösteriyor. İşte siz de bunlara karşı gideceksiniz. Sizin gibi bir kahramanın varlığı topluluğumuz için gerçekten bir şeref ve övünç kaynağıdır. Uygarlık yolunda girişiminiz Fransa’nın ve komitemizin duası size arkadaş olacaktır.
Topluluk dağılmadan önce, oy birliği ile: zencilere yeni ateşli silahlar satan Alman ve İngiliz tüccarları hakkında bir protesto gönderilmesi kararlaştırıldı.
Bu toplantının ertesi günü bütün Paris halkı Mösyö Dörvil’in projesinden haberdar olmuştu ve bu isim de artık şöhret yolunda ilerlemeğe başladı.
Bütün halkı büyük bir şevk ve sevinç kaplamıştı; çünkü bunun Çar balonu bütün özellikleriyle öğrenilmişti.
Çar Balonu
Bir saniye içinde, gökyüzünde gözden kaybolan küçük bir mercimek iken Sen Ogüst’en kilise kapısı kadar büyüyordu.
Toprağa veya bacalara çarparak yok olmak üzere iken birden bire yön değiştirerek yine son derede büyük bir hızla gökyüzünün mavi derinliklerine yükseliyordu.
Yüzlerce kez, cüretkar deneyimler sırasında bacalara sürünerek geçtiği görülmüş ve bir gün Sen Şapel kilisesinin paratonerini kırmıştı.. fakat her zaman voltalarına devam etmek için tam vaktinde yükseliyordu.
Şekli kendisinden önce yapılan balonlardan büsbütün başka olup, büyük ekseni 60 ve kalınlığı 22 metre olan konik şekilli bir mercimeğe benziyordu.
Gerçekte Çar: düzenekleri bir birine bağlı iki konikten ibaretti. Üstteki koninin sabit kısmında bir tür baca vardı ki bu da: alttaki koniye tekne görevi görüyordu.
Bu büyük mercimek hidrojen gazıyla dolu olup bunun basıncıyla balonun 24 bin kilogramağırlığını 2600 metre kadar çıkarmaya yeterliydi.
Bu düzenek, bu balonun hareketini belirleyen prensip baloncu Kapazza’nın dahice bir eseridir. Bu adamın bir tür kendi icadı paraşütlerle gerçekleştirdiği heyecanlı deneyimler ve okyanus üzerindeki cüretkar gezileri henüz unutulmamıştır.
Kapazza’nın, mühendisin bu balonuna hemen benzer olan, mercimek hava taşıtı kırmızı bakırdan yapılmıştı. Alt konik teknenin üstünde, eğri bir demir çubuk üzerinde, tekne içinden yönlendirmeyi mümkün kılan bir denge ağrılığı kayma suretiyle hareket ediyordu. İşte bu denge ağırlığının, çubuğun uçlarından birinde olmasına göre balonun tümünü o yöne yöneltiliyor ve o yön de belirlenen sınırlar içinde değişiyordu ki bu da iniş düzeyi olup kat edilecek mesafeye göre belirleniyordu.
Örneğin balon 1000 metre yüksekliğindeyken yerde 100 kilometre mesafedeki bir noktaya ulaşmak istenildiği zaman demir çubukla denge ağırlığı anılan noktaya yöneltilerek bu özel düzeneğe 13 derecelik bir eğim vermek yetiyordu. Belirlenen noktaya kadar belirli bir eğim çizgisi izlenerek iniliyordu.
Bu iniş, şiddeti artan bir hızla oluyordu; çünkü motor; hızı zamanın karesiyle uygun çekimin kendisiydi. Düşen bir taş ilk saniyede 9,80 metre ve ikinci saniyede 9,80X 4= 39,20 metre, beşinci saniyede 265 metre kadar.. bir hızla düşer.
Dolayısıyla balon da iniyordu; fakat bu iniş yer çekimine bağlı olarak idare ve hesap ediliyordu.
Zorluğun büyüğü, toprağa çarpmaması için tam zamanında durdurmaktı.
Bunu da Kappaza, pek ustaca bir biçimde başarmıştı; fakat kullandığı araç henüz tam geliştirilmemişti.
İki koninin tabanları bir körük aracılığıyla birleşmişti ki bu körük aracın tümünde, aynı ağırlığı koruyarak, hacmin artırılabilmesini sağlamıştı.
Böylece, balonculuk bu kural üzerine kuruldu; havaya dalan bir cisim kendi ağırlığından, işgal ettiği hava bölümünün ağırlığına eşit bir bölümünü kaybeder.
Eğer bu hava ağırlığı, anılan cismin ağırlığından büyük ise, bu cisim daha az yoğun bir havada denge sağlaması için yükselecekti. Aksi takdirde alçalacaktı.
Hidrojen ile alet, bir yere kadar yükseldiği zaman Kapazza, körükteki hava azaltılarak bu şekilde hacmi küçültür ve aynı ağırlığı korumakla beraber daha az miktarda bir hava işgal ederek balonu indiriyordu.
Tekrar yükselmek isterse, el ile hareketli bir alet aracılığıyla körüğü şişirir ve safra kaybetmeksizin yükseliyordu.
Bununla beraber aynı zamanda, bu yükseliş hareketini hazırlamak için, ağırlık dengesi yön ekseninin karşılığı ucuna getirilir ve alet, mucidinin tabiriyle “burnunu kaldırarak” bu şekilde, bütün hızıyla havada hareket eder ve genişleyen hacme uygun bir azami yüksekliğe kadar verilen eğime göre yükselir.
Mösyö Dörvil, sadece bu mucidin icat ettiği yöntemi geliştirdi.
Bunun balonu, cam yoğunluğunda (2,7) olarak son derecede hafif kromlu alüminyumdan yaptı. Bu nedenle, korunağın ağırlığını diğer bölümlere vermek veya bu korunağın ağırlığını o kadar artırmaksızın genişliği artırmak mümkündü.
İşte bu yüzden ikinci nokta seçilmişti.
Bundan da, yükseliş gücü önemli bir biçimde artmış ve mühendis balonla yükselecek ağırlığı arttırmak için yararlanmıştı.
Dış ray üzerinde hareketli denge gücünü de faydalı bir biçimde değiştirmişti. Bunu, korunağın içine almıştı. Balon denge durumundayken alet, durduğu merkezden, yarısı kadarını oluşturan görünmeyen bir ray üzerinde iki koni tabanının çevresini oluşturan değirmi bir raya oradan eksenin sonuna olmak üzere seçilen noktaya kadar getiriliyordu.
Özetle, el ile hareketlendirip su ile işleyen bir makine kaldırılmış olmakla bu şekle büyük bir gelişme gösterilmişti.
Arzu olunan bir zamanda ve özellikle buhranlı bir anda makinenin tekrar yükselişi gerçekleştirilmek için gerekli olan bir itici gücü bulmak kolay mıdır?
Ani yaklaşma veya uzaklaşma için gerekli manevra yapmak düşünülmeli değil midir? İnsan gücünü, düzenli, dirençli ve az masraflı bir güç ile değiştirmek için, bilimsel yaklaşımla, düşüş hızından yararlanmayı düşünmüştü.
Bu konuda, balonun düşey eksenine dikey iki eksenin ucuna, biri diğerine dikey olmak üzere dört pervane yerleştirmişti.
Bunların ikisi, iniş sırasında pek basit bir dişli çarkı düzeneği aracılığıyla sürekli hava ile hareket etmesi sağlanmıştı.
Bu şekilde düşüş hızı yavaş yavaş tutuluyordu; balonun hacmiyle hava yoğunluğu arasında denge kurulunca düşüş hızı yok oluyordu.
Denge aletinin yardımıyla Çar balonu, tüm hızıyla eğimli bir biçimde yükseliyordu.
Hidrojen aracılığıyla belirli bir yüksekliğe kadar çıkarak balonculuk kurallarını, istediği yöne yönlendirmek için şekil ve ağırlığından yararlanarak hava yolculuğu amacını gerçekleştiriyordu.
O zamana kadar, baloncu bilginlerinin yükseliş girişimi hep tam bir başarıyla Fransa’da yapılmış ve bunların süresi 12 saate ulaşmıştı.
Her ne kadar balon gayet uyumlu yapılarak hidrojen hiçbir azalmaya uğramaksızın tutulmuş ve korunmuşsa da acaba bu sistemle, birçok haftalar veya aylar yolculuktan sonra yine aynı halde kalacak mıydı? Sorusu akıllara geliyordu.
Bu balonculuğu yeni bir döneme sokarak balonla uzak ve geniş yerlerin keşfini gerçekleştireceği için, çözümlenecek en önemli bir sorundu.
Bu yöntem ve icat sayesinde birkaç saat içinde Paris’ten Nis’e gidilebileceğine kimsenin kuşkusu yoktu; beş milyonluk sermayeli bir şirket, mühendis Dörvil sisteminde bir balon yapımı için kurulmuştu.
Fakat bu tarz yolculuk, balonun yükseliş gücünün yetersizliği yüzünden sınırlıydı; 3000 metreden fazla bir yüksekliğe ulaşamadığı için, örneğin İtalya’ya gitmek üzere, Alp Dağlarından ve İspanya’ya gitmek üzere Pirene dağlarından aşamazdı. Gerçi toprağı az kıyı bölümünden bu ülkelere gidebilmek mümkün olsa da yine, bu bakış açısından madeni balonlarda gerçekleştirilmesi gereken ilerlemeler olduğu açıktı.
Hiç olmazsa 2000 bine metreye kadar yükselerek yeryüzüne hakim olması ve bunların üzerinden, hızlarından yararlanarak geçmeleri gerekiyordu.
***
Hareketinden üç gün önce, bir sabah yaşlı hizmetçi Marya’nın sunduğu bir kartı okuduğu zaman bir hayret çığlığı kopardı.
Kartta şunlar yazıyordu:
“Jozef Füritye
“Sahra-i Kebir Demiryolu Şirketi Baş Mühendisi”
Baloncu kollarını açıp konuğu karşılamak için koşarak bağırdı:
- Sen burada ha! Seni gördüğüme ne kadar sevindim! Gazetelerde yazıldığını görmüştüm.
- Evet, anlıyorum; benim de diğerleri gibi kaybolduğumu ve bir haber alınamadığını yazıyorlardı..
- Evet.. sizin için yapılan övgüleri elbet bir çok gazetelerde okumuşsunuzdur.
- Hayır henüz okumadım. Bu sabah geldim; ancak az kaldı, zavallı kızım Kristiyan beni Cezayir’de sonsuza kadar bekleyecekti.
O an mühendis dikkat etti; eski dostunun yalnız olmadığını gördü.
Zarif ve nazik yapılı, matem elbiseli, yüzü sık siyah bir peçe ile örtülü genç bir kız kapıda duruyordu.
Baloncu eğilerek:
- Matmazel.. dedi.
Konuk:
- Kızım.. diye tanıştırdı.
Genç kız, kitaplar ve resimler ve çizimlerle karmakarışık odanın bir köşesinde oturdu.
Sahra-i Kebir Trenyolu Şirketi baş mühendisi yavaş sesle:
- Bu matemli halinden ötürü hayret etme, bunu da sana açıklarım. dedi.
Bunun üzerine her iki adam görüştüler. Füritye, Cezayir’in güneyini al kana boyayan birçok katliamların gerçekleştirildiği sırada Alqule Ahde bulunuyordu. Demir yolu, burayı üç aydan beri geçerek El Ahmer’e ulaşmıştı. İnşaat yerinden diğerleri gibi kaçmayan bir Arabın fedakârlık ve sadakati sayesinde bir hecin devesine binerek kaçmıştı.
İşleri yolunda bir köle tüccarından aldığı bir Sudan’lı olan bu arap, kendisine her zaman sadakat göstermiş, kaçış sırasında onu gizli yollardan geçirerek ve Huqar Tuareq’lerinin gözlerinden kaçırmak için gece yolculuk ettirerek Laquat’e kadar getirmişti.
Bu kaçışın sürdüğü on bir gün içinde Arap daima sessiz kalmış, yanına aldığı kuru hurmaları ve bir keçi tulumundaki suyu efendisiyle paylaşmıştı. Her ikisi de Laquat harmanlarının önüne ulaşınca zenci:
- İşte bir zamanlar kurtardığın Ahmet seni kurtardı. Şerefli peygamberimiz Hz. Muhammed efendimiz böyle emir buyurmuşlardı. Bu gün, Ahmed sana karşı görevini yerine getirerek hakkını ödemiştir; bu andan itibaren, gözümde bir kafirsin; karşıma çıkarsan seni efendim olarak tanımam.. dedi.
Sonra atına binerek arkasına bakmaksızın hızla Sahra-i Kebir’in içine daldı.
Mühendis ekledi:
- Bu adamın böyle bir insaniyette bulunması aşırı bağlılığından kaynaklanmıştır. Kendisi bana ve yakınlarıma son derece bağlıydı: hala kızım Kristiyan’a karşı pek büyük bir saygısı vardı. Yanına geldiği zaman her zaman eteğini öperdi.
- Evet, bu yüce gönüllülük sırf din bağlılığından meydana gelir.
- Ben de böyle düşünüyorum. Başlayan bu savaşa, bu ilk katliama bakılırsa pek feci olacak.. fakat ziyaretimin nedeni bu değildir; trenle gelirken okuduğum bazı gazeteler, senin yolculuk projelerini yazıyorlardı; acaba bunlar doğru mu?
- Tamamiyle.
- Afrika’ya gitmek için mi hazırlanıyorsun?
- Evet.
- Çar adındaki balonla mı?
- Evet, çünkü diğer yolculuk taşıtları şimdilik geçersiz bulunuyor.
- Akdeniz’den geçmek gözünü yıldırmıyor mu?
- Teorik bakış açısından bu soruna hayır cevabını veriyorum. Eğer makine bölümlerinden bir şey kırılmaz ve patlamazsa yolculuğun en kolay yönü burasıdır; çünkü yüksek bir noktada bulunacak bir kaya, bir sivri tepe yoktur.
- Allah korusun böyle bir yolculuk ilk kez olacak.
- Pek doğru, fakat ben, bu gibi kazaların olma imkanınalığına karşı Tolon-Tunus hattını izleyeceğim; eğer kaza olursa Sardunya’ya uğrayacağım… söylediğim gibi bu çöl denizinin üstünde bir yolculuk gerçekleştirmek için her şeyi hazırladı ve Marsilya’dan Cezayir’e gitmek de gözümü yıldıramaz.
- İkinci yola göre Ledielhac’de yere inmek için Sardunya adası yok..
- Hayır.. ama sonunda adalar var.. Marsilya ile Cezayir arası 900 kilometredir. Saatte 110 kilometre yol alacağımı hesap edersek 8 saat içinde geçebilirim.
- Rüzgâr geriden gelirse..
- Rüzgâr’ın hiçbir etkisi olamaz, olsa da pek azdır; yalnız ilkin hareket için yükseldiğin zaman belki biraz balonu saptırabilir; bununla beraber, yere inmeme ve inerek ilerlemeye asla engel olamaz. Bu da, benim sistemimin en parlak bir noktasıdır; zira, şimdiye kadar benzeri görülmemiş yönetilen balonlar, rüzgârın hızı saniyede 10 metreyi bulunca yere inmeye mecbur olurlar.
- Pekala! Cezayir’e ulaştın, orada ne yapacaksın?
- Gerekli bilgileri alırım sonra çöl yolunu tutarım.
- Nereye kadar gidebileceğini umuyorsun?
- Buna ilişkin henüz bir kararım yok bu: balonumun durumuna, elde edilen ve edilecek olan bilgilerin önem ve yararına bağlıdır. Fakat sanırım, yolculuğun ilk bölümü iyi giderse, Tambukutu’ya kadar gitmekten beni kimse alıkoyamaz.
- Tambukutu’ya ha!
Arkadan bir ses:
- Tambukutu! Sözünü yineledi.
Başlarını çevirdiler: genç kız ayağa kalkmıştı; peçesini kaldırarak gözleri yaşlı iki arkadaşa doğru ilerledi.
Boğuk bir sesle:
- Tambukutu’ya gideceksiniz öyle mi?
- Evet Matmazel, bu söz bir şey mi anımsatıyor?
Kızın kolundan tutarak bir baba şefkatiyle iskemlesine oturtan mühendis:
- Bunu şimdi sana anlatırım.. evet, bu isim onda, yüzünü gördüğün bu hale getiren bir çok ıstırapları doğuruyor. Ne kadar latif, ne kadar güzel, ne kadar şendi.. Sahra-i Kebir tren yolunun diğer ucunda bazı Fransız birlikleri vardı ki henüz onlardan bir haber yok.. bunlardaki subaylar dahi askerleri tarafından terk edildi. Bu subaylar içinde, biraz arzuma karşı olarak, ilişki kurduğu bir genç yüzbaşı vardı ki onu kendi nişanlısı gibi kabul ediyordu.. dedi.
- Zavallı çocuk!
Genç kızın gözyaşları arttı. İşittiği bu üzünç cümleler, kalbinden hiç çıkmayan umutlarını söndürüyordu.
Mösyö Füritye sesini alçaltarak öyküsüne devam etti.
- Kristiyan, Cezayir valisi ve 19.cu kolordu komutanı tarafından Cezayir’de verilen bir baloda yüzbaşı Meluel’le karşılaşmış ve uzun zamandan beri, her zaman dalgın, düşünceli, asi olmuş ve günlerce bitmez tükenmez düşlerine dalmıştı.
Sonunda kızına bu değişikliğin nedenini itiraf ettirmiş ve ilkin biraz kızmış ise de sonunda kızının bu arzusuna katılmak zorunda kalmıştı.
Babanın görmediği ve bilmediği ve dolayısıyla söylemediği bazı şeyler vardı ki onlar da: iki gencin biri diğerine aşklarını itiraf etmiş olmaları ve subayın Tambukutu’ya gidişinden bir gün önce kız tarafından O’na bir fotoğraf verilmesi ve o andan itibaren Sahra-i Kebir postasıyla gelecekteki eşine birçok uzun mektuplar göndermişti.
Fakat, genç kızın şimdiki yaslı durumu her şeyi anlatıyordu.
Zavallı babası dahi bunun isteğine karşı olduğunu söylemeğe cesaret edemiyordu; bu hazin öykü bile haberi olmaksızın gerçekleşmişti.
Tüm zamanını, bilime özgü kılmakla geçiren bu adam, gerçekten kendisine damat olmak üzere, Fransa veya sömürgelerinde, arkalarında, insanların uğurlama şarkılarıyla kalpleri sevinçten çarparak dolaşan bir subayı asla aklına getirmemişti.
Onun düşüncesi: kendisi gibi rakamlarla meşgul olarak mutlu ve büyük bir keşifle bilim dünyasında kendini tanıtacak bir bilim adamıydı.
Neyse madem kızı asker elbisesine vuruldu, ne olurdu? Keşke bilim sınıfından bir subay seçmiş olaydı?
Eğer kafası rakamlarla dolu bir istihkam veya şanlı ve bilgili bir topçu yüzbaşısı damadı olsaydı yine neyse! Bir levazım memuru da bir dereceye kadar uygundu..
Fakat bir avcı subayına yani, ömrünü çadır altında geçiren bir adama tutulmuştu.
Artık iş işten geçti, tartışmanın sırası değildi; güneydeki dehşet olaydan haberdar olan kızının ıstırapları son derece şiddetli olduğundan her şeyden önce bunu gidermeye çalışmak zorunda kalmıştı. Eski dostunu böyle sabahleyin erkenden gelip rahatsız etmesinin nedeni buydu.
- Her şeye rağmen, kızım nişanlısının ölmediğine inanıyor. Onu maddi ve manevi her türlü meziyete, cesarete, gözü karalığa, her türlü şiddete karşı koyacak üstünlüklere sahip olduğundan sürekli, Meluel’in bu felaketten kurtulduğu ve son postalarımıza yakın yerlerde dolaştığını ve bir gün kıtalarımıza döneceğini yineliyordu; sonra, benim gibi, senin projelerinden, izleyeceğin yoldan söz eden röportajı yazan gazeteleri okudu.
Her ne kadar yavaş sesle söylemişse de genç kız bu son sözcükleri duymuştu; zira derin bir hıçkırık ve kısık bir sesle yanıtlamıştı:
- Oh! Evet Mösyö, size rica ediyorum, O’nu bulunuz, bana getiriniz; pek iyi bir delikanlıydı. Kendisini de ne kadar seviyordum! O’nu bir daha görmemezliğime Allah razı değildir. Ölmedi, yalnız Sahra-i Kebir’de kayboldu; gelmemesi mümkün değildir; mutlaka gelecektir.
Bir anlık bir sessizlik oldu; hıçkırıkları arttı, ellerini ovuşturarak:
- Cevap vermiyorsunuz; fakat madem ki size yaşıyor diyorum, bunu kalbimin sesini dinleyerek söylüyorum.. zira ölmüş olaydı ben de ölecektim!
O ana kadar ciddiyetinden, şiddetinden kuşku duymadığı bu üzüntü patlamasından pek üzülen babası kızına bakarken kız:
- Bilmiyor musunuz ki cenabı hak kadınların kalbine gizli bir duyu koymuştur.. eğer o ölmüş olaydı, ben de kalbimde bir şeyin kırıldığını hissederdim; hissettiğim yalnız derin bir ıstırap ve acı olduğundan demek ki o yaşıyor.. önünüzde diz çökerek size yalvarıyorum, istirhamımı reddetmeyiniz.. dedi.
Oldukça üzülen baloncu:
- Matmazel sözüme inanınız.. karşılığında bulundu. Fazla konuşmadı.
Bu bir akılsızlıktı!
Geniş bir kum çölünün içinde kaybolan bir adamı bulmak.. ne cinnet!
Okyanusun ortasında kaybolan bir Salı bulmak bundan kat be kat kolaydı.
Bu cinneti yalnız aşk düşünebilirdi. Bir saniye kadar süren sessizlikten sonra:
- Bu şekilde aldığım görevi, daha genel olarak düşündüğüm bu yolculuğu arzulanan biçimde gerçekleştirebilmem için bir Arap tercümane ihtiyacım var.. dedi.
- Bir tercüman mi?
- Evet; düşmanlarımızın üsten öyle kuş gibi durmak istemiyorum; elbette bir gün bunlardan biriyle ilişkide bulunacağım ve o zaman.. sen arapça biliyor musun?
Genç kızın başını ellerinin içine alarak sürekli içinde bulunduğu hayallere daldığı sırada babası da yavaş sesle:
- Biliyorum; fakat görüyorsun ya, bu çocuğu bu halde bırakamam.. dedi.
- O halde Cezayir’de bir tane alırım.
- İşte tamam; orada istediğin gibisini bulursun; dur aklıma geldi, beraberimizde Cezayir’den getirdiğimiz bir Mösyö Selahaddin var..
- Mösyö Selahaddin kim?
- Arapça ve özellikle Tuareq dili bilgisiyle Sahra-i Kebir’i geçiş sırasında bize pek büyük hizmet eden bir tercüman.
- O’na kefil oluyor musun?
- Evet, sözünü ettiğim kişi ciddi ve zeki bir adamdır; damarlarında biraz mağribi kanı olduğundan bile kuşkulanıyorum; fakat her halde, yirmi yıl bu adamların içinde yaşamış gibi dinlerini, örflerini, adetlerini ve ananelerini biliyor; bu yüzden onunla görüşürsen iyi olur. Özetle değerli ve kıymetli bir adamdır.
- İyi ama razı olacak mı?
- Onu itiraza götürecek bir neden bilemiyorum; kendisinin ailesi, bir ilişkisi olduğunu bilmiyorum; yolculuklara, maceralara düşkündür. Hatta Cezayir’den bile istemeyerek ayrıldı. Çünkü, Paris’te Şirketin merkez yönetiminde ona ihtiyaç vardı; ancak ben o ihtiyacı giderdim. Eğer istersen öneriyi kendisine iletirim.
- Bana bu iyiliği yap..
***
Konuşma son bulunca, baloncu genç kızın artık ağlamadığını gördü. Selahaddin ismini işitince başını kaldırdı. Pek sararan yüzü donuk bir renge bürünmüştü; gözlerinde garip bir anlatım belirdi ve elleri hafif biçimde titredi.
Birkaç saat sonra, kırk yaşlarında gözüken yanık benizli, iş yönünden ciddi bir adam baloncunun yanına geldi.
Bu: tercümandı. Metin bir sesle:
- Mösyö, Mösyö Füritye adındaki bir dostum, projelerinizi ve beni görmek istediğiniz bana anlattı. İşte emrinizdeyim. Yavaş yavaş Afrika’yı özleyerek vatandan ayrılık hastalığına uğrayacaktım: sayenizde bu hastalık ta olmayacak… dedi.
Kolaylıkla anlaştılar; tercüman üç gün içinde balonun çeşitli bölümlerinin kullanılmasını öğrenecek ve bu şekilde hizmet etmiş olacaktı.
Mühendis:
- Sizi yeğenimle tanıştıracağım.. o da balonda benimle beraber gelecek ve yardımcım olacaktır. Size hava taşıtımızın sırlarını öğretecektir.. dedi.
Kendisine yeni yolcunun sunulduğu Küyi Dö Branten, Paris mirasyedilerinden birine benziyordu. Caddelerde başıboş gezmeye alışmış sanılıyordu. On beş yıl sürekli, meyhanelerde, sokaklarda dolaşarak bu düşkün yaşamdan hevesini almış ve başındaki saçları seyrekleşince bütün bu hevesleri son bulmuş olmakla düşüncelerini değiştirmişti; uzun zaman yararsız bir adam gibi kaldıktan sonra çalışmak arzusu uyanmıştı.
Pek zeki olduğundan, balonun bütün ayrıntılarını, çalışma biçimlerini öğrenmek için gereken bütün bilgileri kazanmıştı; bu sistem aletlerin başarısından ve geleceğinden emin olduğundan amcası tarafından kurulan şirkete elinde kalan servetinin yarısını koymuştu. Son hazırlıklara meşgul olarak atölyeden ayrılmıyordu.
Fakat yine eski alışkanlıklarından birkaç hareketi ve İngiliz terzilerini terk etmemişti. Pillerin, akümülatörlerin, kibrit eczalarıyla dolu tenekelerin arasında süslü elbisesiyle görünüyordu.
Amcasının tanıştırdığı tercüman o kadar iyi gözle bakmamıştı. Daha ilk anda bu yeni arkadaşın pek de hoşuna gitmediği anlaşılıyordu. Bundan başka, aralarındaki zıtlık da pek belirgindi. Tercüman bir boğa gibi güçlü, koyu esmer, tıknaz olmakla beraber sık ve çatık kaşların altındaki siyah gözleri garip bir biçimde parlıyordu.
Afrika’daki ikametinden hatıra olarak kalan bazı umursamaz huyları vardı ki bunlar, Mösyö Branten gibi kurnaz bir adamın bakışlarından kurtulamamıştı. Bunun kuşkulu bakışlarını da tercüman fark etmişti; fakat, keskin bakışlı bir araştırmacı, tercümanin: bir yabancının kuşkulu bakışlarına önemsemeyecek bir duygunun, bir uğraşının etkisi altında olduğunu hemen görürdü.
Gerçekten, bu adamın kalbini kızgın bir aşk ateşi kavuruyordu. Bir yıldan beri bu aşkı, bu şiddetli tutkuyu her yere götürüyor, onun pençesinden kurtulamıyor, gücüne karşı koyamıyordu.
Matmazel Kristiyan Füritye’yi çıldırasıya seviyordu. Bu kıza Cezayir’de rastlamıştı; Sahta-i Kebir Tren yolu şirketinin baş tercümanı olmasından dolayı Cezayir’de bazı salonlara devam ediyordu.
Daha ilk günlerden itibaren, bu aşkını, kalbini kasıp kavuran bu dayanılmaz ateşi O’na anlatmak istediği zaman buz gibi bir karşılık görmüştü. Bunun da sebebini anlamakta gecikmedi. Dolayısıyla, Yüzbaşı Meluel’e karşı büyük bir kin ve öfke duymaya başladı.
İşte, Sahra-i Kebir’in güneyinde subayların katledildiğini duyduğu zaman çok sevinmişti.
***
Bir sabah erkenden balon, Bolonya ormanındaki salaştan çıkarıldı. Saat sekizde hareket edecekti; mühendis öğleden sonra saat ikiye doğru Marsilya’ya ulaşacağını umut ediyordu.
Orada Akdeniz’den geçip gitmek için ertesi güne kadar bekleyecekti; zira, izlenen hava yolculuğu yöntemi henüz, kendi düşüncesine göre, gece yolculuğuna uygun değildi. Yüksekte birkaç metrelik bir hata pek tehlikeliydi.
Lonqşan meydanı hınca hınç dolmuştu. Balon değirmen yakınında bağlanmış ve izleyicilerin hücumundan korunmak üzere etrafa parmaklık çekilmişti.
Güneşin ilk ışıklarıyla bu büyük makine parlıyormuş gibi beyaz duvarını, göğe yöneltilmiş dev bir gözlem aleti manzarasını andırıyordu.
Ağır ve ölçülü bir hareketle sallanıyor ve yere bağlandığı halatların uçlarında toprak dolu çuvallar asılmış bulunuyordu. Balonun gidişini görmek üzere gelen binlerce insanlar içinde, ilk icat balonlar gayet ince ve hafif bir ipek kumaştan yapılmışken böyle dev bir maden kitlesinin hidrojen ile nasıl hareket edeceğini anlayacak pek az kimse vardı.
Özellikle, eski balonların sepet teknelerinden pek farklı tekneyi gösteriyorlardı. Bu tekne daha doğrusu alt koni, balonun madeni tavanından birkaç metre aralıkla ayrılıyordu. Her iki parça gayet dirençli ve güçlü bakır çubuklarla sıkı sıkıya bağlanmış olup etrafına bir parmaklık çekilmişti.
Arkasına zarif bir ceket, başına beyaz yün kumaştan bir kasket, ayağına tuhaf bir pantolon giyen Küyi Dö Branten parmaklığa dayanarak kalkış anını bekliyordu.
Makinelerin bütün parçalarını layıkıyla gözden geçirmiş olan altı tayfa dahi yerlerinde duruyorlardı. Bunlardan her birinin belirli bir görevi vardı.
Baş Tayfa olan birincisi, belirli bir yönde gidişi sağlayacak denge ağırlığını yönetmek göreviyle sorumluydu. Genel güvenlik bunun ustalık ve zekâsından ötürü verilmişti. On beş yıldan beri mühendisin yanında makinistlik görevini gören bu adamın adı Jesland’dır.
Reynar adında olan ikincisi, balonun elektrik bölümünden sorumluydu. Çar balonunda elektrik ışığı oluşturmak üzere bir cihaz ve bunu çalıştıran gazolinle işler bir makine vardı. Bundan başka, 30 mil uzaklığa kadar uzanan güçlü bir de projektör bulunuyordu.
Üçüncüsü de, pervanelerin çalışmasından sorumlu Dekab’dır. Diğer üç tayfa, Pol, Beynar, Ruffa: merdivenleri, demirleri, kurtarma teknelerini, yakıt torbalarını kullanmak ve arkadaşlarını nöbetleşerek değiştirmek işleriyle görevliydiler.
Balon, bir çok yolcuyu kaldırabiliyordu: Teknenin taraçasında rahat rahat altmış kişi durabilirdi.
Yükselme gücü 23,480 kilogram olup yolcular da dahil olmak üzere ağırlığı 14930 kilogramdı.
Bu şekilde 8550 kilogram bir yedek yükselme gücü kalıyordu. Balonun 2000 metre yüksekliğe ulaşmış olması için 300 kilogram azaltılması gereken bu önemli güç yerine alınan çokça erzak ve yakıt konulmuştu.
Mühendis, üç aylık yolculuk gereksinimlerini bütünüyle tamamlamıştı; sanki yirmi adam silahlanacak ve kuşatmaya karşı koyacakmış gibi silahlar ve cephane bile götürüyordu.
Yakıt 4500 bin kilogramağırlığındaydı. Böyle bir yedek ile mühendis, Akdeniz’de, bir soğuk banyo yapmak tehlikesinden uzak bulunuyordu.
Bir saatten beri her şey hazırlanmıştı.
Sabrı tükenen, sevgilerini ve takdirlerini sunanların ellerini sıkmakla yorulan mühendis:
- Artık bu tercüman gelmeyecek mi? dedi.
Küyi tam bir sükunetle:
- Kuşkusuz mösyö veda ziyaretlerini yapıyor.. karşılığında bulundu.
- Kendisine hareket saatini tekrar, tekrar söylemiştir…o gelmeyince gidemeyiz.
- Niçin gidemeyiz? Bana kalırsa, O’nu bırakırım; zira hiç hoşuma gitmedi.
- Öyle ama..
- Cezayir’de başkasını bulmakta güçlük çekmeyiz; içime öyle doğuyor ki, bu değişiklikten karımız olur.
Mösyö Füritye yaklaşmış ve dostunun elini sıkarak:
- Kızımın sana güvendiğini hatırlatırım; sabahtan beri, ümidinin sende olduğunu yineleyip durdu. Gözyaşlarını tutamayacağı için benimle beraber gelmeye cesaret edemedi; fakat sana, daha doğrusu şayet rastlantı seni O’na yönlendirirse kendisine verilmek üzere, bunu gönderdi. Diyerek bir kurdele ile sarılı bir paket uzattı.
Bu sırada, tahta parmaklığın etrafında toplanan halk arasında bir hareket göründü.
Bir adam, halkı yararak merdivenin yanına yaklaşıp hızla çıkmaya başladı.
Küyi:
- İşte mösyö de geldi; amca ne zaman hareket ediyoruz? Diyerek yavaş sesle de:
- Herifin suratına bak; sanki birisini öldürmüş! Emin ol ki bu adam yavaş yavaş kuşkularımı artırıyor.. sözlerini söyledi.
- Zamanında ulaşabilmek için koşmak zorunda kalmışa benziyor.
- Geç gelmek için desen daha iyi olur.
Selahaddin’in yüzü kıp kırmızı, heyecanlı olup gözleri ateş fışkırıyordu.
Kuşkusuz, oluşturduğu üzüncün farkında olmuştu; çünkü korunağın iç kamaralarına girilen kapağı kaldırarak alelacele aşağı indi.
Mühendis:
- İplerin hepsini salıveriniz! diye bağırdı. Monvaleryon baloncu işçilerinden kırk asker, işaret verilir verilmez iplere sarıldılar; bunlara komuta eden bir teğmen bir düdük çalmakla hepsi birden balonu tutan toprak çuvallarını çözdüler.
Balon ağır ağır yükselerek ağaçların tepesini, istihkamın siperini geçti. Işık saçan büyük bir elmasa benziyordu.
Yavaş, yavaş küçülerek hava içine daldı.
Cemal Çalık, 25.09.2017, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
Cemal Çalık Yazıları
Takip et: @gezgin07
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.