"Müminler, Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e salât u selâm olsun.
ÂL-İ İMRÂN SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (1- 30. Ayetler)[1]
1- Allah Mü’minlere, kendisinden başka ilâh bulunmadığı kesin bir biçimde ifade ettikten sonra kendisinin daima diri ve ölümsüz (hay), evreni var eden, yaratılmışları gören gözeten, denetleyen mutlak varlık (kayyûm) olduğu belirtilerek, müşriklerin ve özellikle sûrenin ana konusunu oluşturan hıristiyanların ne kadar temelsiz ve tutarsız inançlara sahip olduklarını haber vermiştir.
الم اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ
“Allah[2], kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır. Diridir, kayyumdur.” (Âli İmrân,3/1-2)
Bu apaçık ve berrak Tevhid inancı, müslümanın inancıyla diğer bütün inançlar arasındaki yol ayrımıdır. Bu açıdan bakıldığında ateistlerin ve müşriklerin inançları ile kendi elleri ile Allah’ın gönderdiği inancı tahrîf etmiş, hakk yoldan sapmış olan yahudi ve hıristiyanların inançları, aralarındaki tüm din ve mezhep ayrılığına rağmen aynı kategoriye yani bâtıla girer. Zaten, hakkın ötesinde sapıklıktan başka ne vardır?
فَذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلاَّ الضَّلاَلُ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ
“İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Hak’tan sonra sadece sapıklık vardır. O hâlde, nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz?” (Yunus, 10/32.)
2- Allah Mü’minlere, yegâne mâbudun Allah olduğu hakikatini vurguladıktan sonra, bunun tabii bir sonucu olarak ilâhî kitaplar arasında kaynak birliğini kabul etmenin de kaçınılmaz olduğunu bildirir. Apaçık ve tertemiz Tevhid inancının yanında Allah’tan başkasına kulluğa yer yoktur. Onun için tevhîd yalnız bir inanç ilkesi değil, İslâmî hayatın yapısını ortaya koyan, onu diğer yaşam biçimlerinden ayıran temel ilke olmuştur. İslâmî hayat, bütün ilke ve kurallarıyla İslâm düşüncesinin bu net ve kesin olan Tevhid inancından kaynaklanır.
İki büyük kutsal kitap Tevrat ve İncil’in “insanlara doğru yolu göstermek üzere” gönderildiğini belirten ifadenin başına “daha önce” kaydının konmuş olması, bundan, önceki kitaplara insanlığı kemal noktasına doğru yöneltecek bir hazırlama misyonu yüklenmiş olduğu, ilâhî bildirimin doruğunu temsil eden Kur’an’ın nüzûlünden sonra artık bu kitapların bir bütün halinde “hidayet rehberi” olarak görülmemesi gerektiği anlaşılmaktadır (İbn Âşûr, III, 149). Yani tahrîf edilmiş olanlar, Kur’an ile tedavülden kaldırılmıştır. Ayrıca önceki kitapların geçerliliklerinin Kur’an’ın onayladığı çerçeve ile sınırlı olduğu noktasında görüş ayrılığı yoktur.[3]
نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنزَلَ التَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ مِن قَبْلُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَأَنزَلَ الْفُرْقَانَ إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِآيَاتِ اللّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ ذُو انتِقَامٍ
“O sana kitabı (Kur’an’ı), gerçeğin ta kendisi ve öncekileri doğrulayıcı olarak indirmiştir; daha önce insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil’i indirmişti; Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.” (Âli İmrân, 3/3-4)
İşte bu Kur’an-ı Kerim, insanların inanç hakkındaki düşüncelerini, hayat düzenlerini, ahlâk, eğitim ve yasalarını, elçisine indirdiği kitap doğrultusunda temelden kurma hakkına sahip olan Allah tarafından indirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları “doğrulayıcı” (musaddık) olması vasfı da birçok âyette zikredilir. Bununla tevhid inancının ve hak dinin Hz. Muhammed’in peygamberliği ile başlamış olmadığı; aksine İslâmiyet’in, ilâhî takdirin akışı içinde ve yüce Allah’ın “kayyûm” ve “rab” isimlerinin tecellisi olan kanun çerçevesinde yükseltilip ikmal edilen dinî öğretilerin doruk noktası olduğu, Resûl-i Ekrem’in de peygamberler zincirinin son halkasını teşkil ettiği ortaya konmaktadır.[4]
Hz. Muhammed’e gerçeğin ta kendisi yani gerçekliğinde kuşku bulunmayan kitabı yüce Allah’ın indirdiği kesin bir ifade ile belirtildikten sonra, yine kesin bir üslûpla Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin çok çetin bir cezaya çarptırılacakları bildirilmektedir. Böylece gerçekleri kabule yanaşmayanlara ilâhî hikmet gereğince mühlet verilip hemen cezalandırılmıyorlarsa, bu duruma aldanılmaması ikazında bulunulmakta, acı âkıbetin böylelerini er geç yakalayacağı haber verilmektedir. Bu bildirimin üzerinde dikkatle ve ciddi bir biçimde düşünülmesi gereğine işaret için de yüce Allah’ın aziz, yani “mutlak güç sahibi” ve zü’ntikam yani “suçlunun hakkından gelen” (intikam almaya muktedir) olduğu hatırlatılmaktadır. İntikam nimetin ve affın zıddı olup, “suçluyu yakalayıp mağlûp etmek, cezasını vererek suçtan aldığı hazzı acıya çevirmek” anlamına gelir.
“Ayırt eden” anlamına gelen 4. âyetteki Furkân Kur’an’da yedi defa geçer (Bakara 2/53, 185; Âl-i İmrân 3/4; Enfâl 8/29, 41; Enbiyâ 21/48; Furkån25/1). Bir sûreye de ad olan bu kelime, Kur’an’ı, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden diğer ilâhî bildirimleri ve mûcizeleri, hayırla şerri birbirinden ayırt etme anlayış, güç ve kabiliyetini, karşıt değerleri birbirinden ayırma ölçüsünü ifade etmek üzere kullanılmıştır.[5]
3- Allah, bütün evren hakkında tam, mükemmel ve kesin bir bilgiye sahiptir. Bu nedenle O'nun indirdiği Kitap'ta da Hakk'tan (gerçek) başkası yer almaz. O halde Hakk ancak Alîm (her şeyi bilen) ve Hakîm (Hikmet sahibi) olanın indirdiği o kitaptan öğrenilebilir. Allah’ın yarattığı bir kul olan insanın, Allah’ın gönderdiği hakka sımsıkı sarılması lazımdır.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
“Kuşkusuz yerde olsun gökte olsun hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O’dur. Mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Âli İmrân, 3/5-6)
Yüce Allah fâil-i muhtârdır, yani bütün varlık ve olaylar O’nun iradesine bağlıdır, fakat O hiçbir hâricî zorunluluğa mahkûm değildir. O’nun olayların gerçekleşmesinden öncesine ait ilmi öyle eksiksiz ve kuşatıcıdır ki, hiçbir gizli işin bu kapsamın dışında kalması düşünülemez. O’nun hiçbir desteğe ve yardımcıya ihtiyacı olmadığı gibi, esasen evrendekilerin tamamı O’nun kudretinin eseridir. O yaradandır, diğerleri yaratılmışlardır. O hiçbir şeye muhtaç değildir, yarattıklarının hepsi Allah’a muhtaçtır.
“Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O’dur.” İfadesi, iki önemli noktayı bize öğretir:
a. Allah sizin yaradılışınızı sizden veya bir başkasından daha iyi bilir; o halde sizin için O'nun gönderdiği hidayet'e tâbi olmaktan başka alternatif yoktur.
b. Ana rahmine düştüğünüzden beri hayatınızın her safhasında sizin, küçük büyük bütün ihtiyaçlarınızı karşılayan merhamet sahibi Allah'ın, sizin hayatınızın her şeyden öte en büyük ihtiyacı olan hidayeti (doğru yolu) bulmanızı sağlamayı ihmal etmesi mümkün değildir.
4- Kur’ân-ı Kerîm’in bir taraftan çağrı, öğüt, öğreti ve hüküm kaynağı özelliklerini bünyesinde toplaması, diğer taraftan da bütün zamanlara meydan okuyan bir mûcize olması, zengin anlamlarla yüklü değişik üslûplardan oluşan bir ifade örgüsünü gerekli kılmıştır. Mümin kişi Kur’an’ın çelişkiler içermediğine yürekten inanır. Zaten Kur’ân-ı Kerîm de bu kitabın Allah’tan başkası tarafından gönderilmiş olması ihtimalini ortadan kaldıran çelişmezlik deliline bizzat işaret etmiştir:
“Kur’an’ı inceleyip düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!” (Nisâ 4/82).
İşte Kur’an’da zâhir (ilk anda hatıra gelen) anlamları açısından birbirleriyle uyumlu olmayan ifadelerle karşılaşan bir mümin bunların aynı kaynaktan geldiğini dikkate alarak ve müteşâbihleri muhkemlere arz ederek görünürdeki çelişkinin gerçek olmadığını ortaya çıkaracak fikrî bir çalışma yapar, böylece inancı daha bir güçlenir ve gönlü huzurla dolar.
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
“Sana kitabı indiren O’dur. Onun (Kur’an) bir kısım âyetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır, diğerleri ise müteşâbihtir. Kalplerinde sapma meyli bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Âli İmrân, 3/7.)
“Bizâtihî Kur’ân-ı Kerîm, kendisinin hem mânası açık hem mânası kapalı âyetlerden oluştuğunu ifade etmek suretiyle, önce muhatabını hangilerinin muhkem, hangilerinin müteşâbih olduğunu belirlemek üzere düşünmeye yöneltmektedir. Kitabın âyetleri “muhkem olanlar” ve “müteşâbih olanlar” şeklinde iki kısma ayrılmakta ve muhkem olanlar hakkında “ümmü’l-kitâb” (kitabın esası, temeli) dendiği halde müteşâbih olanlar için herhangi bir nitelendirme yapılmaksızın kötü niyetle bunların peşine düşenler kınanmaktadır. Daha sonra müteşâbihatın te’vilinin (hangi anlama yorumlanabileceğinin) sadece Allah tarafından bilindiği yahut Allah’ın bilmesi yanında, ilimde yüksek mertebeye erişmiş kişiler tarafından da bilinebileceği şeklinde iki farklı tefsire imkân veren bir ifade yer almaktadır. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de bu yüce kitabın bütün âyetlerinin muhkem kılındığını (Hûd 11/1), yine onun müteşâbih olduğunu (Zümer 39/23) belirten ifadeler de bulunmaktadır.
Genel kabul gören anlayışa göre Kur’an’ın bütününü kapsayan “muhkem” nitelemesiyle, onun dil özellikleri ve anlam derinliği açısından başka sözlerden üstün olduğuna ve benzerinin ortaya konamayacağına dikkat çekilmektedir. Bütününü kapsayan “müteşâbih” nitelemesiyle de üslûbundaki çeşitliliğe rağmen bir kısmının diğer kısmına tercihini imkânsız kılan bir güzelliğe sahip olduğuna, bıkılmadan tekrar tekrar okunduğuna, her bir âyetinin iman sahiplerinin gönüllerinde ayrı bir heyecan ve mânevî haz uyandırdığına ve aynı kaynaktan geldiğini gösteren bir tutarlılık taşıdığına işaret edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in kıyamete kadar yürürlükte kalmak üzere gönderilmiş olması sebebiyle, müteakip bütün zamanlar için uygun sonuçların ve değişik anlamların çıkarılmasına kapı aralayan ifadelere sahip olması tabiidir. Kur’ân-ı Kerîm’in bir taraftan çağrı, öğüt, öğreti ve hüküm kaynağı özelliklerini bünyesinde toplaması, diğer taraftan da bütün zamanlara meydan okuyan bir mûcize olması, zengin anlamlarla yüklü değişik üslûplardan oluşan bir ifade örgüsünü gerekli kılmıştır.
Mahiyetini insan havsalasının kaldıramayacağı konularla (meselâ yüce Allah’ın sıfatları) ilgili müteşâbih âyetler ve insanlar tarafından bilinmesi dünyadaki nizamı altüst edebilecek konularla (meselâ kıyametin ne zaman kopacağı) ilgili müteşâbih âyetler, bir yönden Allah’ın kullarına rahmeti, bir yönden de insanoğlu için birer imtihan vesilesidir (bk. İbn Atıyye, I, 400-401; Zemahşerî, I, 174-175; Râzî, VII, 169-179; İbn Âşûr, III, 154-169; Elmalılı, II, 1035-1045). Akide ve Şeriatın hassas ilkeleri ise içerik ve kapsam açısından anlaşılır ve kesindir. Bunlarla ilgili amaçlar kavranabilir türdendir ve kitabın temelini bunlar oluşturur.” [6]
İşte bu aşamada insanlar, fıtratlarının sağlamlık veya bozulmuşluk durumuna göre bu “muhkem” ve “müteşabih” ayetleri farklı şekilde karşılıyorlar. Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve bozukluk meydana gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine bina edildiği apaçık muhkem ayetlerdeki ilkeleri gözardı ederek, farklı anlamlar yüklenebilecek müteşabih ayetlerin ardına düşerler. Halbuki bu ayetleri tasdik etmede temel dayanak onların geldiği kaynağın doğruluğuna inanmak ve onların tümünün “Hakk”tan geldiğini bilmeyi teslim etmektir.
Bununla beraber insanın algılama gücü gerçekten çok sınırlı ve alam da hayli dardır. Bu ayetleri anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın tamamının doğru olduğunu, ne önce ve ne de geldikten sonra ona batılın karışamayacağı, Hakk ile indiğini doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür… O ard niyetliler, müteşabih ayetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü müteşabih ayetlerde, inancı sarsıcı te’viller ve normal akılla yorumlanması mümkün olmayan sahaya girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden kaynaklanan fitneyi körükleme zemini bulabiliyorlar… “Halbuki bu tür müteşabih ayetlerin gerçek anlamını Allah’tan başka hiç kimse bilemez.”
Ayette kınanan tutum ise kötü niyetle, zihinleri karıştırmak için yola koyulmak, te’vili amaç haline getirmek yani ana hükümleri göz ardı edip hep müteşâbihata uymak, canının istediği mânalara Kur’an’ı alet etmektir. [7]
5- Mü’minler, sapıklıktan sonra birden hidayet ile kendilerine yönelen ve böyle iman gibi paha biçilmez bağışta bulunan Allah’ın rahmetine talip olurlar. Bunun içinde yüce Allah hak yol üzere kalabilmek için müminlerin nasıl dua etmeleri gerektiğini öğretmektedir. Onlar, imanlarının ilhamı ile Allah’ın rahmeti ve iyiliği olmadan kendilerinin hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini bilirler. Hatta onlar kendi kalplerine bile hâkim değillerdir; o kalpler de Allah’ın elindedir.
Bundan dolayı dua ile O’na yönelerek kurtuluş ve yardımını esirgememesini talep ederler. Allah’ın dilemesini bu ölçüde kavrayabilmiş bir kalp, ısrarla Allah’ın himayesine girmek ve ona tutunmak için çabalar, kendisine bağışlanan iman nimetinin elinden çıkmaması için O’na yönelip dua etmekten başka çaresi olmadığının bilincine varır!
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ رَبَّنَٓا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟
“Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok, lutfu bol olan yalnız sensin. Rabbimiz! Muhakkak sen insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Şüphesiz Allah sözünden dönmez.” (Âli İmrân,3/8-9.)
Önceki âyette Allah tarafından bildirilenlere inanma konusunda mutlak bir teslimiyet tavrı gösteren müminler övüldükten sonra burada onların içtenlikle yakarışlarına değinilmekte ve hidayete erişebilmenin de hidayette kalmanın da Allah’ın lutfuyla olduğuna inanmak gerektiğine işaret edilmektedir.[8]
6- Allah müminlere dua ve yakarışlarını öğrettikten sonra, inkâr edenlerin durumunu ve karşılaşacakları azabın ne kadar şiddetli olacağı açıklamıştır. Mallar ve çocuklar; daraldığında destek almak için genellikle başvurduğu dayanaklar olup, savunma ve korunma vasıtaları olarak kabul edilir. Yalnız, geleceğinden şüphe edilmeyen ahiret gününde ikisi de hiçbir işe yaramayacaktır. Kafirler için en ağır ceza, bir taraftan yararlana geldiği imkânlardan yoksun bırakılması, diğer taraftan da tarifsiz acılara mâruz kalacak olmalarıdır.
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـٔاًۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّارِۙ
“İnkâr edenlerin malları da evlâtları da Allah’ın azabına karşı onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtıdır.” (Âli İmrân, 3/10.)
Küfür ve kâfir kavramlarının geniş anlamı esas alınırsa âyetteki “inkâr edenler” ifadesiyle gerek müşriklerin gerekse Ehl-i kitap’tan olan inkârcıların kastedildiği söylenebilir.[9] Şu halde, Hz. Muhammed’in davetini (salât ve selâm üzerine olsun) ve O’na Hakk ile inmekte olan Kitab’ın ayetlerini inkâr edip yalanlayanlar, hem dünyada hem de ahirette bu acı sona uğratılacaklardır.
7- Mü’minler için önemli olan, zaferin Allah’ın desteğine ve takdirine havale edilmesidir. Cehennemin yanıcı yakıtları olan inkâr edenlerin, yalanlayanların ve Allah’ın yolundan sapanların hezimete uğramasıyla ilgili Allah’ın sözü her zaman diliminde geçerlidir. -Sayıları az da olsa-mümin topluluğun zafere ulaşması ile ilgili va’dide her an geçerlidir. Zaferin Allah’ın dilediği kimseye bahşedilmesi, Allah’ın desteğine bağlı kalışı, hükmünün yürürlükten kaldırılması mümkün olmayan geçerli bir hakikat ve askıya alınması imkânı olmayan geçerli bir yasadır.
كَدَأْبِ اٰلِ فِرْعَوْنَۙ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاَخَذَهُمُ اللّٰهُ بِذُنُوبِهِمْۜ وَاللّٰهُ شَد۪يدُ الْعِقَابِ
“Firavun hânedanının ve onlardan öncekilerin durumu gibi; onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar, Allah da günahları yüzünden onları yakalayıverdi. Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Âli İmrân, 3/11.)
Kur’an’ın muhatabı olan inkârcılar, Firavun ve yandaşlarıyla örneklendirilen önceki inkârcıların durumlarından ders çıkarmalı ve kendi âkıbetlerinin de onlarınkine benzer olacağına dikkat etmelidirler.
Günümüzde milyonlarca insanı Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Gazze, Arakan, Afrika ve daha bir çok yerde katleden, işgal ettiğinden dolayı milyonlarca insanı vatanlarından hicret etmek zorunda bırakan, milyonlarca dolar harcayıp işkence yöntemlerini geliştiren (CIA), ölüm kusan yeni silahlarını Müslümanlar üzerinde deneyen (Rus, Amerika, İsrail, Avrupa vb.) kişi ve devletler için de bu ayetin verdiği mesaj çok çok önemlidir. Tabi bunlar bu cürümleri işlerken onları izlemekle yetinen hatta bazen onlara destek bile olan Müslümanların da alacağı başka mesajlar vardır. “Allah günahları yüzünden onları yakalayıverdi” hakikati bugün ki günahkarları hiç mi dehşete düşürmemektedir?
8- Mü’minlerin inatçı kafirlere bakışıdır bu: “Yenilecek ve Cehenneme sürüleceksiniz!” İnkâr edenlerin, yalanlayanların ve Allah’ın yolundan sapanların hezimete uğramasıyla ilgili Allah’ın sözü her zaman diliminde geçerlidir. -Sayıları az da olsa-mümin topluluğun zafere ulaşması ile ilgili va’dide her an geçerlidir. Âyette dünya hayatında tevhid inancına karşı tavır göstermede birleşen inkârcıların âhirette de cehenneme sürülme ve hep birlikte çok çetin azaplarla dolu bir ortamı paylaşma noktasında birleşecekleri bildirilmiş olmaktadır.
قُلْ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ اِلٰى جَهَنَّمَۜ وَبِئْسَ الْمِهَادُ
“İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz. Orası ne kötü bir kalma yer!” (Âli İmrân,3/12.)
“Yenilecek ve Cehenneme sürülecek” olanların nafile çırpınışlarına karşı: “Düşmanlarım bana ne yapabilir ki? Ben cennetimi yüreğimde taşıyorum, nereye gitsem o benimle gelir. Hapsedilmem halvet, sürgün edilmem hicret, öldürülmem şehadettir. Değil mi ki göğsümde Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün sünneti vardır!”
9- Mü’minlere sayıca az ve teçhizat bakımından yoksun olmalarına rağmen müslümanların, Allah'ın yardımıyla daha kalabalık ve daha iyi silahlara sahip olan kâfirleri yenebileceklerini hatırlatır. İmanın verdiği moral gücün her şeyin üstünde olduğunu gösterir. İman ve küfür mücadelesinde sayısal değerlere aldanmamak gerektiğini ve Allah'ın gücünü görmezlikten gelip kendi silahlarının ve adamlarının çokluğu ile övünen kâfirler için büyük bir şok yaşayacaklarını anlatır.
قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ ف۪ي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَاۜ فِئَةٌ تُقَاتِلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِۜ وَاللّٰهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُو۬لِي الْاَبْصَارِ
“(Bedir’de) karşı karşıya gelen şu iki grupta sizin için büyük bir ibret vardır: Biri Allah yolunda çarpışan (mümin) grup, diğeri ise gözleriyle bunları kendilerinin iki misli imiş gibi gören kâfir grup. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır.” (Âli İmrân, 3/13.)
“Allah’ın dilediğini yardımıyla desteklemesi daima maddî destek vermesi olarak anlaşılmamalıdır. Yeterli sayının ve silâh gücünün teminiyle diğer maddî hazırlıklar sebeplere sarılma çerçevesinde kullar için bir görev olmakla beraber, zafer ve başarının doğrudan doğruya bunlara bağlanmaması, yardımın Allah’tan geldiği inancının daima zinde tutulması gerekir. Zira müminler için en büyük yardım ve destek kaynağı, dünya hayatındaki sonuç ne olursa olsun yüce Allah tarafından âhirette zafer ve mutlulukların kendileri için vaad edilmiş olmasıdır ki gerçek muzafferiyet ve başarı da buna ulaşabilmektedir, çünkü kalıcı olan âhiret hayatıdır.” [10]
10- Allah Mü’minlere, insanın şehvet ve lezzet özlemleri ile yükselme ve yücelmeye duyduğu arzular arasında bir güven ortamı hazırlar. Böylece İslam hem bu özlemlere hem öteki arzulara en güzel bir ortamda, dengeli sınırlar çerçevesinde, sürekli bir gelişme zemini hazırlamış olmaktadır, böylece insanı, dini, fıtratı bozan tahrif edilmiş dinlerden ayrılır. Kur’an bu arzuları arz ederken, her biri kendi konumunda değerlendirilsin, sınırını aşmasın ve diğerlerine karşı taşkınlık yapmasın diye onların gerçek değerini de ifade eder. Yaradan Allah’ın özlem ve arzularımızı da aşırılıklardan uzak ve fıtrî bir alana yönlendirdiğine şahit oluruz. İnsan bu donanımı, bu arzuları ile hakikati ıskalamadan, değiştirmeden ve unutmadan Rabbine kulluk edecektir.
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَٓاءِ وَالْبَن۪ينَ وَالْقَنَاط۪يرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِۜ ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ
“Nefsânî arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük insanlara çekici gelmiştir. İşte bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Âli İmrân, 3/14.)
Âyette insanlar için cazip kılınan dünyevî haz ve nimetlerin belli başlıları her biri geniş kapsama sahip olan şu altı maddede özetlenmiştir:
1. Karşı cinse duyulan ilgi,
2. Soyunun devam etmesi arzusu,
3. Sermaye sahibi olma isteği,
4. Kendi dışındaki varlıklara hükmetme, beğeni kazanma (makam, mevki ve şöhret sahibi olma) ve hoşça vakit geçirmenin verdiği zevk,
5. Hayvanî besinler ve hayvanlardan elde edilen ürünler,
6. Bitkisel besinler ve bitkilerden elde edilen ürünler.
Esasen bunlar toplumlara, zamana ve mekâna göre fazla değişkenlik taşımayan, insanın doğasına yerleştirilmiş (cibillî) arzulardır (İbn Âşûr, III, 180-181). Müfessirlerin bir kısmı, âyetin üslûbunu ve diğer bazı âyet ve hadisleri göz önüne alarak burada sayılanlara rağbet etmenin kötülendiği kanaatine ulaşmışlardır. Buna karşılık diğer kısmı, evrendeki imkânların insanın faydalanması için yaratıldığını bildiren (Hac 22/65; Lokmân 31/20), Allah’ın kulları için var ettiği nimetlerden –yasaklanmış biçimde olmaksızın– yararlanmak isteyenleri engellemeyi kınayan (A‘râf 7/32) âyetlerden hareketle bunların kötüleme amacıyla değil, fıtrî bir realiteye işaret ettikten sonra sırf dünya nimetlerine bel bağlamanın kalıcı olan âhiret mutluluğunu tehlikeye sokabileceğine dikkat çekmek için zikredildiğini savunmuşlardır.”[11]
“Zevklere aşırı düşkünlük insanlara süslü (çekici) gösterildi.” Öyleyse bunlar sevilen, hoş görülen arzulardır. Pis ve tiksindirici olarak görülmüş değildir. İfade biçimi onları pis görmeyi ve onlardan tiksinmeyi çağrıştırmıyor. Yalnızca yapısının ve etkenlerinin bilinmesi ve yerli yerince kullanılıp bu sınırın aşılmaması, hayatta kendisinden daha değerli ve yüce şeylerin üstüne çıkarılmaması gerektiği belirtilmiştir. Bu “arzulara” dalmaksızın ve onlarda boğulmaksızın zorunlu olanlarını alıp daha başka ufuklara açılmamız gerektiği ifade edilmiştir!
11- Allah Mü’minlere, kullarının niyetlerinden, amellerinden ve hareketlerinden tamamen haberdar olduğunu ve onları doğru değerlendirip, kimin kendi rızasını kazanması gerektiğini, kimin de kendi gazabına müstahak olduğunu bildiğini haber verir. Ayrıca, “Size bundan daha iyisini bildireyim mi?” ifadesi ile Rabbimiz, insanları bir karşılaştırma yapmaya yöneltmekte, insan için dünya hayatında en cazip görünen şeyler nelerse, âhirette takvâ sahiplerine sunulacak nimetlerin bütün bunlardan daha üstün olacağına dikkat çekmektedir.
قُلْ اَؤُ۬نَبِّئُكُمْ بِخَيْرٍ مِنْ ذٰلِكُمْۜ لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا عِنْدَ رَبِّهِمْ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا وَاَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِۚ
“De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için rableri katında, altlarından ırmaklar akan, ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını eksiksiz görmektedir.” (Âli İmrân, 3/15.)
12- Mü’minler Allah’tan günahlarının bağışlamasını ve cehennemden kendilerini korumasını dilerler, Rablerine itaat ederler, Allah’a ihlâsla kulluk edip, huşû içinde olurlar. Seher de kendilerini ibadete verip ve Allah’a yakarışta bulunur ve istiğfâr ederler. Hak yolunda sabrederler, kayıplar ve zorluklardan yılmazlar, yenilgilerle onların cesaretleri kırılmaz ve onları hiçbir çıkar hak yoldan, doğruluktan çeviremez, Allah yolunda harcama yaparlar. Hiçbir başarı şansı olmadığı durumlarda bile onlar Hakk'a bağlı kalırlar.
اَلَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اِنَّـنَٓا اٰمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ اَلصَّابِر۪ينَ وَالصَّادِق۪ينَ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْمُنْفِق۪ينَ وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ
“"Ey rabbimiz! Biz gerçekten iman ettik, günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru" diyenler, sabredenler, doğruluktan şaşmayanlar, huzurda boyun bükenler, hayır yolunda harcama yapanlar ve seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenler (içindir).” (Âli İmrân,3/16-17.)
Seher şafaktan (fecir) önceki vakti ifade eder. Hz. Peygamber’in gecenin son bölümünü özellikle fecirden önceki zaman dilimini ibadet, dua ve istiğfarla geçirmeyi tavsiye eden hadisleri bulunmaktadır (bk. Buhârî, “Daavât”, 14; “Vitr”, 1, 2; Tirmizî, “Tefsîr”, 16/1).[12]
13- Allah Mü’minlere kendisinin birliğiyle ilgili şehadeti, meleklerin ve ilim sahiplerinin uluhiyyetin vazgeçilmez temel niteliği olan Allah’ın adaleti ayakta tuttuğu ile egemen olduğuna şehadet etmeleri bir arada veriliyor. Ayetin sonunda ikinci defa ulûhiyetin birliği hakikati, izzet sıfatı ve hikmet sıfatı ile vurgulanıyor. Çünkü otorite ve hikmet, adaleti yetkin biçimde gerçekleştirmek için zorunludur. Adaleti ayakta tutan ve adil olanları seven Allah kullarından da hükmettiklerinde adaletle hükmetmelerini, adalet vasfını kaybetmemelerini istemektedir.
شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۜ
“Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler. O’ndan başka tanrı yoktur; O mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (Âli İmrân,3/18.)
Yüce Allah’ın kendisinden başka İlah olmadığına şehadet etmesi… Allah’a iman edenlere yeterlidir. Âlemde olup biten her şey de Allah’a şahitlik eder; fakat bu aynı zamanda Allah’ın kendi kendine şahitlik etmesidir. Çünkü her şey O’nun eseridir, bildiklerimiz de bilgilerimiz de O’na aittir. Bütün var olanlar ve bütün bilgiler Allah’ın kendi zâtına, ulûhiyyetine, rubûbiyetine, vahdâniyyetine şehâdetidir.
Rabbimizin emrettiği adalet[13] ise, ifrât ve tefrit arasında orta yolu tutmak, dînen haram kılınan şeylerden sakınıp hak yol üzere dosdoğru olmak, büyük günâhları işlemekten ve küçük günâhlarda ısrar etmekten kaçınmak, hak sahibine hakkını tam vermek, hakkını tam almak, cezâ ve ödülde eşit davranmak, zulmü terk etmek, verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi sağlamak (Firuzâbâdî, el-Kamusu’l-Muhît, IV, 13.) anlamındadır. [14] Adâletin en genel tanımı ise, haklıya hakkını, suçluya cezasını vermektir.[15] Adâlet eşitlik değil, dengedir, ve ifrat-tefrit arasındaki orta yoldur.
Kuran’da adalet kavramı, Allah’ın hükümleri ve emirleri (En’âm,6/115; Yunus,12/4–54; Nahl,16/90; Ahzâb,33/5.), insanlar arasındaki ilişkilerde şahitlik (Âl-i İmrân Suresi 3/18; Nisâ Suresi 4/135; Mâide Suresi, 5/ 8–106; En’âm Suresi 6/152; Talâk Suresi 65/ 2.), insanların birbirleri hakkındaki hükümleri[16] ve yetimler (Nisâ,4/3–127; En’âm,6/152.) gibi konularda pek çok defa kullanılmıştır.
14- Allah Mü’minlere nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsun tevhid inancını bozmamalarını, çok büyük bir zulüm olan Allah’a şirk koşmaktan uzak durmalarını ve davranışlarına bu inanca uygun biçimde yön vermelerini ister. Geniş anlamıyla İslâm (müslüman olma) hem kalp hem dil hem de davranışlarla teslimiyeti ifade eder. Bize düşen de kalp, dil, davranış bütününde Müslüman kalitesini tutturabilmek ve o düzeyi koruyabilmektir.
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
“Allah katında din kesinlikle İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” (Âli İmrân,3/19.)
İslâm, uluhiyet ve otorite birliğinin kabul edilmesidir, tevhîd inancıdır. “İslâmî anlayışa göre din, kişinin yaratılış amacına uygun bir hayat sürebilmesi ve bu amacı belirli bir disiplin içinde gerçekleştirebilmesi için kendisine yol gösteren kurallar bütününü ifade eder. Din bir tarafın kutsal buyruk ve egemenliğine diğer tarafın uyum ve bağlılığına dayalı ilişkileri düzenleyen bir kurum olmakla beraber, bu âyet-i kerîmeden, Kur’an’a göre Allah katında dinin ve dindarlığın değer taşımasının iradî bir teslimiyet üzerine kurulu olması şartına bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Bir başka anlatımla İslâmî telakkiye göre din, akıl sahiplerini kendi istek ve iradeleriyle hayra ve mutluluğa yönlendiren bir kurum, beşerin kendi seçimine dayalı fiillerini düzenleyen ilâhî bir kanundur (ayrıca bk. Bakara 2 /132, 256).
Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm kelimesinin geçtiği ilk yer bu âyettir. İslâm’ın sözlük anlamı, “bağlanmak, itaat etmek, teslim olmak, esenlik ve barış içinde olmak”tır. Terim olarak İslâm “Hz. Muhammed’in din adına bildirdiklerinin tamamını bütün varlığıyla benimsemek ve bunu ortaya koyan bir teslimiyet içinde olmak” demektir. Hz. Peygamber’in getirdiği hak dinin adı da İslâm’dır.”[17]
Soru: Kendilerine ilim geldikten sonra bu ayeti okuyan ve buna iman eden Müslümanlar niçin kendi aralarında ayrılığa düştüler? Bu ayet paramparça olmuş, birbirini yiyen Müslümanlara ne mesaj verir?
15- Mü’minler iman etmeyenlere: Biz iman ettik ve İslâm'dan eminiz ve Allah'ın hak dinini kabul ettik; şimdi söyleyin bakalım, siz de tahrif ettiğiniz ve sizi tatmin etmeyen ama yine de kendinizi aldattığınız dini bırakıp hak ve son din olan İslam’a dönecek misiniz? Çünkü hidayet tek bir biçimde ortaya çıkmaktadır. O da İslâm biçiminde gerçekleşmektedir. Bu gerçekliği ve bu yapısıyla İslâm; bunun dışında doğru yola ulaşmanın başka biçimleri, başka şekilleri, başka şartları ve başka yolları da yoktur… İslâm dışında kalanlar ise ancak şirk, küfür, nifak, fısk, sapıklık, cahiliyye, şaşkınlık, barbarlık, eğrilik ve aldanma içindedir…
فَاِنْ حَٓاجُّوكَ فَقُلْ اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ وَمَنِ اتَّـبَعَنِۜ وَقُلْ لِلَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ وَالْاُمِّيّ۪نَ ءَاَسْلَمْتُمْۜ فَاِنْ اَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِ۟
“Eğer seninle tartışmaya girerlerse, de ki: "Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim." Ehl-i kitaba ve ümmîlere, "Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?" de! Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse, sana düşen yalnızca bildirimde bulunmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.” (Âli İmrân, 3/20.)
16- Allah Mü’minlere kafirlerin şüphe götürmeyen sonunu açıklar, acıklı bir azap. Azabı dünya ya da ahiret ile sınırlamıyor. Burada da orada da onları azap beklemektedir. Burada, aynı zamanda onların dünya ve ahiretteki amellerinin boşa çıkarılışını da haber vermektedir. İşlediği cürümlerden dolayı artık hiçbir yardımcı onlara yardım etmeyecek ve hiçbir avukat onları savunmayacaktır. Bu aynı zamanda, alaylı bir şekilde kâfirleri, bugün "güzel şeyler" olarak kabul edip eğlendikleri kötü amellerin sonuçlarıyla uyarmanın bir yoludur.
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ وَيَقْتُلُونَ الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۘ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
“Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adalet isteyen insanları öldürenler var ya, onlara can yakan bir azabı müjdele! İşte onlar dünyada da âhirette de emekleri boşa giden kimselerdir. Onların hiç yardımcıları da yoktur. ” (Âli İmrân, 3/21-22.)
Burada ilâhî bildirimden yüz çevirenlerin birbiriyle bağlantılı üç temel özelliğine işaret edilerek Resûlullah’tan bu tutumlarının karşılığının ne olacağını kendilerine bildirmesi istenmektedir.
Bu özellikler şunlardır:
1. Allah’ın âyetlerini inkâr etmek,
2. Haksız yere peygamberleri öldürmek,
3. Adalet isteyen insanları öldürmek.
Âyet-i kerîme bu sıfatları taşıyan herkesi kapsayan bir ifadeye sahiptir. Âyette anılan üç özelliğin birbiriyle bağlantısını şöyle açıklamak mümkündür: Hak ve adalet duygusunu yitiren kişi gerçeği ve doğruyu aramak yerine kendi düşünce, saplantı, hırs ve menfaatlerine uymayan her şeyi ortadan kaldırmaya yönelir.[18] Evet bizler bugün bâtılın modern temsilcisi olan saldırgan, barbar, faşist, nefret dolu ve insanlığı uçuruma sürükleyen batı’yı tam da böyle bir konumda görüyoruz.
Kur’an’daki “Allah’ın ayetlerini inkar edenler” ifadesinin ne anlama geldiğini sürekli hatırda tutmak gerekir. Bundan amaç, sadece açıkca kafir olduğunu söyleyenler değildir. Esasen âyet-i kerîmede geçen “kefere” fiili de sözlükte “perdelemek, örtmek, gizlemek, yalanlamak” anlamlarına gelmektedir. Uluhiyetin tek olduğunu ve yalnız O’na ibadet edilmesi gerektiğini kabul etmeyen, hakikati perdeleyen, örten, gizleyen ve yalanlayan herkes bu ifadenin kapsamında değerlendirebilir.
17- Yüce Allah Mü’minlere, ehl-i kitabtan -hepsinin değil- bazılarının inanç konularında ve hayatlarında Allah’ın kitabını hakem olarak kabul etmekten yüz çevirmelerini hayret edilecek bir tutum olarak göstermektedir. Durum böyle olunca; kendilerinin müslüman olduklarını söyleyip, sonra da Allah’ın koyduğu esasları (emir ve yasakları) hayatlarından tümüyle söküp atanların Müslümanlığı da düşündürücü bir durumdur. Bu aynı zamanda müslümanlara gösterilmiş canlı bir örnektir. Ahiret korkusu, Allah’tan hayâ etme duygusu ile Allah’ın Kitabı ile muhakeme olunma ve hayatın her alanında onu hakem kabul etmekten yüz çevirmek bir kalpte bulunamaz…
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا نَص۪يباً مِنَ الْكِتَابِ يُدْعَوْنَ اِلٰى كِتَابِ اللّٰهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ يَتَوَلّٰى فَر۪يقٌ مِنْهُمْ وَهُمْ مُعْرِضُونَ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّاماً مَعْدُودَاتٍۖ وَغَرَّهُمْ ف۪ي د۪ينِهِمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ فَكَيْفَ اِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
“Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara baksana, aralarında hakem olması için Allah’ın kitabına çağrılıyorlar da, içlerinden bir grup yüz çevirip gerisin geri gidiyor. Onların bu tutumu "Sayılı günler dışında bize ateş asla dokunmayacak" demelerinden ötürüdür. Uydurageldikleri yalanlar dinleri hakkında kendilerini yanıltmaktadır. Peki onları geleceğinde kuşku bulunmayan bir gün için topladığımızda ve hiçbir haksızlığa uğramaksızın herkese hak ettiği tastamam verildiğinde halleri nice olacak!” (Âli İmrân,3/23,24,25.)
Önceki âyette sözü edilen insanları bu tutuma yönelten sebep, bu kişilerin kendilerini, çok kısa bir süre azap gördükten sonra cennete kavuşacaklarına inandırmış olmaları idi. Oysa Bakara sûresinin 80. âyetinde Allah tarafından kendilerine bu hususta verilmişbir söz bulunmadığı belirtilip bu kişiler kınanmakta, bu âyet-i kerîmede de onların bu sözlerinin bir iftiradan ibaret olduğu ve kendilerini aldatmaktan başka bir sonucunun bulunmadığı sert bir dille ifade edilmektedir.
Soru: Ehl-i Kitabı “Uydurageldikleri yalanlar dinleri hakkında kendilerini yanıltmakta” da Müslümanların uydurdukları yalanlar dinleri hakkında kendilerini yanıltmamaktamıdır?
18- Ayet bize, müslümanlar için imkânsız görülen başarıları lutfetmenin Allah’ın kudretinde olduğunu, her şeye hakim, mülkün sahibi, onurlandıran, güçsüz bırakan, hayat veren, öldüren, bağışta bulunan, mahrum bırakan, evrenin ve insanın işlerini sürekli olarak adalet ve iyilikle düzene koyan Allah’ın dışında hiçbir kimseye bağlanılmayacağı gerçeğini bize öğretir. Allah Mü’minlere yalnız kendisine boyun eğmeleri gerektiğini, buna insanın ihtiyacı olduğu gibi tüm evrenin ihtiyacı da olduğunu, kendine yazık ederek bu ilkeden sapma ve kuralların dışına çıkma ise insanı, karanlığa, cahilliğe ve sapıklığa düşüreceği gerçeğine işaret etmektedir. İman ettiğimiz Allah dilediğine izzet verip onurlandıran, dilediğini de güçsüz düşüren, zelil kılan O’dur. O, yüce Allah’tır ve her şeyin sahibidir. Bize de böyle bir Allah’a layık kul olabilmek düşüyor.
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِۘ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّۘ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
De ki: "Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kādirsin. Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın ve dilediğine sayısız rızık verirsin." (Âli İmrân,3/26-27.)
19- Ayet bize, insanlardan korku duymanın, kalplerden Allah korkusunu silecek kadar bizlere hükmetmesine izin vermememiz gerektiğini öğretir. Zaten bize hiçbir kınayanın kınamasından korkmamamız gerektiği bildirilmiştir. Unutmayalım ki, insanların bize yapabilecekleri en büyük kötülük bile bu dünya hayatı ile sınırlıdır. Oysa Allah bize ebedi bir azap yükleme gücüne sahiptir.
Bu nedenle, eğer aşırı bir durumda hayatınız tehlikeye düşer de imanınızı gizlemek zorunda kalırsanız, İslâm davasına, İslâm toplumuna ve hiçbir müslümanın mal ve canına zarar vermediğiniz sürece malınızı ve canınızı kurtarabilirsiniz. Aynı zamanda kâfirlerin elinde âlet olup İslâm'ın karşısındaki kötü güçleri desteklememek ve kâfirlerin müslümanlar üzerinde baskı uygulamalarını sağlayacak hiçbir konuda onlara hizmette bulunmamak için her an tetikte olmalısınız. Eğer hayatınızı kurtarmak için Allah'ın dinine, müminler topluluğuna veya bir tek mümine herhangi bir zarar verirseniz, bunlara ihanet ederseniz veya Allah'a asi olanlara herhangi bir gerçek hizmette bulunursanız en sonunda Allah'a döndürüldüğünüzde, hesap günü'nde kendinizi kurtaramayacağınızı aklınızdan çıkarmayın mesajı verilmektedir.
لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ ف۪ي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ
“Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri velî[19] (dost,sırdaş,destekçi) edinmesin. Kim bunu yaparsa artık Allah’la olan bağını koparmış demektir. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başkadır. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah’adır.” (Âli İmrân, 3/28.)
“Müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen âyetler ve Resûlullah’ın uygulamaları topluca değerlendirildiğinde, delillerin şu iki noktada görüş ayrılığına meydan vermeyecek ölçüde açık olduğu görülür:
a) Hangi sebeple olursa olsun müslümanın –kendi inançlarından tâviz vererek– müslüman olmayana inanç bakımından yakınlık duyması, onları bu anlamda dost edinmesi kendi imanını tehlikeye sokan bir durumdur.
b) İnançların zedelenmesine yol açacak bir tarzda olmaksızın, İslâm’ın insana bakışını gösteren örnek davranışlar sergilemek, dünya hayatının düzen ve istikrarını sağlamak ve bu çerçevedeki yararlarını koruyup geliştirmek amacıyla müslümanların gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olması yasaklanmayıp aksine özendirilmiştir.”[20]
Soru: Ağzı açık, iştah ve şehvetle İslam’a ve Müslümanlara savaş açmış, onlara kan kusturan efendilerine hoş görünmek için yapmadığı alçaklık kalmayan başta Suud, BAE, Körfez ülkeleri, İran acaba bu ayeti nasıl anlamaktadır? Bu yaptıkları akideye bu kadar önem verdiklerini iddia eden bu -kullanışlı ahmak- vahhabi zihniyetin akidesine bir zarar vermemekte midir?
20- Müminlere, yüce Allah’ın kulların niyetlerini çok iyi bildiği hatırlatılmaktadır. Ayet evrendeki hiçbir olayın, hatta eylem haline dönüştürülmemiş hiçbir düşüncenin bile Allah’ın bilgisi dışında kalmayacağını, dolayısıyla insanın bazı işlerini veya niyetlerini başkalarından gizleme becerisine aldanmaması gerektiği öğretilmektedir (bu konuda bk. Bakara 2/284). Ayrıca ayette bu dünyadaki hiçbir davranışın karşılıksız kalmayacağı belirtildikten sonra, bütün hakikatlerin ortaya çıkacağı o günde kişinin yaptığı kötülüklerden duyacağı pişmanlık ve mahcubiyet tasvir edilmiştir ki Mü’minler bu pişmanlık ve mahcubiyete düşmemeleri için uyarılmaktadır. Müminler olarak, bugün kendilerine takiyye denilerek pazarlanan Allah’a karşı düzenbazlıklara başvurma ve Allah’ın dinine ihanet etme halini kat’î bir şekilde reddetmeleri gerekmektedir.
قُلْ اِنْ تُخْفُوا مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ اَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللّٰهُۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
De ki: "İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir; göklerde olanları da yerde olanları da bilir. Allah her şeye kâdirdir." (Âli İmrân, 3/29.)
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَراًۚ وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَداً بَع۪يداًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ۟
“Herkesin yaptığı iyiliği de işlediği kötülüğü de önüne konmuş olarak bulacağı gün, (insan) ister ki kendisi ile kötülükleri arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir.” (Âli İmrân, 3/30.)
“.. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başkadır. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah’adır.” (Âli İmrân,3/28.)
“Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl,16/106.)
Tam bu nokta da buram buram bencillik, alçaklık, ihanet ve münafıklık kokan takiyye denilen olgunun incelenmesine ihtiyaç vardır. Takiyye kelimesi lügat manası itibariyle "bir şeyden korkmak, çekinmek ve sakınmak" anlamlarına gelir. Istılahta ise "gerçek anlamda can, mal ve namus emniyetinin olmadığı durumlarda, kendisini korumak maksadıyla, olduğundan farklı davranmak; benimsediği görüşlerinden -aslında vazgeçmediği halde- vazgeçmiş gibi görünmek ve muhalifleriyle aynı görüşteymiş gibi hareket etmek" anlamında kullanılır.[21] Takiyye "Canını veya malını veya ırzını düşman şerrinden muhafaza etmektir" şeklinde de tarif edilmiştir.[22] Genel olarak böylesi bir davranışa, Kur'an-ı Kerim Al-i İmran suresi 28, Nahl suresi 106 ve Mü’min suresi 28. ayetlerinin izin verdiği kabul edilmektedir.[23]
“Kişinin korku içinde bulunduğu yer ve zamanlarda Takiyye ile buna izin verilmiştir. Yalnız bu, dil ile gerçekleşen bir takiyyedir. Kalp ile beslenen bir dostluk, ya da fiilî olarak gerçekleşen bir dostluk değildir. İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) diyor ki: “Takiyye, eylem ile olmaz. Takiyye, ancak dil ile olur.” Mümin ile kâfir arasında bir sevginin meydana gelmesi izin verilen takiyye kapsamına girmediği gibi, mü’minin takiyye adı altında pratik olarak herhangi bir şekilde kafire yardım etmesi de izin verilen takiyye kapsamına girmez. Allah’a karşı bu tür düzenbazlıklara başvurmak doğru değildir! Sözü edilen kâfir, Kur’an ifadesinin burada kapalı olarak geçtiği fakat başka bir surede açık olarak gösterdiği gibi, hayatın her alanında Allah’ın kitabının egemen olmasına taraftar olmayan kişidir.”[24]
Konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye'nin görüşü şöyledir: "Rafizilerdeki nifak ve zındıka diğer taifelerdekinden daha çoktur. Şüphesiz yalanın üzerine bina edildiği nifakın esası, kişinin, kalbinde olmayanı diliyle söylemesidir. Rafıza bunu dinin asıllarından (usulu'd-dinden) kılmış ve onu 'takiyye' diye de isimlendirmiştir".[25]
Takiyye kavramı Müslümanlar arasında ilk olarak bazı Haricî gruplar tarafından kullanılmış ise de bu düşünceyi bir inanç esası haline getirenler Şiîlerdir.[26] Perslerin İslam’a teslim olduklarını söyleyip önce içine sızıp sonra da ele geçirdikleri Şîîlik, özellikle İslâmın ilk asırlarında sürekli iktidar emelleri taşıyıp muhalif kesimi temsil ettiği ya da kendilerini burada konuçlandırdıkları için ilk dönemden itibaren takip ve baskıya maruz kalmıştır. Cemil Hakyemez makalesinde “bunun sebep olduğu karamsarlık ve korku bu kitleleri büyük ölçüde yer altına itmiş, onlar kendilerini koruma gayesiyle gerçek inançlarını saklamaya çalışmışlardır.” der.[27] Ama durum bahsettiği kadar masumane değildir.
Şîa içerisinde İmamiyye dışında takiyyeyi en aşırı tarzda prensip olarak kullanan diğer grup da İsmailîlerdir. Onlar bu sayede gizlilik devrinde teşkilatlarını fevkalade disiplinli bir şekilde gizlilikle yürütüp Fatımî devletini kurmuş ve sonra da, mezheplerini bütün Müslümanlar arasında yayabilmek ve bütün İslam dünyasına hâkim olabilmek için takiyyeyi vazgeçilmez bir prensip olarak daha da geliştirmişlerdir.[28]
31 Mayıs 1665 tarihinde “Mesih” olduğunu iddia eden ve “dönmelik” olarak bilinen bir mezhep kuran Sabetay Sevi kendisinden istenilen mucizeyi gösteremeyince ve idam edileceğini anlayınca “güya” Müslüman oldu ve “Yahudi şapkasını yere atarak tükürdü”. Müslüman kisvesi altında hainliklerine devam etti. Daha sonra da Sabatay Sevi’nin şakirdlerinin Osmanlı’daki belli tarikatlare (Bektaşilik, Mevlevîlik, Melamilik, Celvetîlik) sızdığı da bilinen bir gerçektir.
Sabetaycılar, Tarikatlerin yanısıra, ticari alan başta olmak üzere diğer alanlarda da boy göstermeye başlarlar. Sabetaycıların Sufi İslâm tarikatlarına yoğun bir şekilde sızmış olmalarının temelleri, Sabetaycı Musevî yorumunun Kabbalist esasa dayanması ve Sabetay Sevi’nin zâhiren müslüman olduktan sonra önce Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdâyî tekkesi, sonra ise ünlü Niyazî Mısrî ile kurduğu söylenen ilişkilere dayandırılmıştır. [Ilgaz Zorlu, Evet, Ben Selanikliyim, shf. 45–52; Gershom Scholem, Sabbatai Sevi, Shf. 836–837][29]
Müslümanlar yüzlerce yıldır bu benzerlerinin verdiği tahribatın acısını çekerlerken rahmânî değil tamamen şeytânî olan bu yapılara ve bunların zehirli sapkın anlayışlarına fırsat verilmemelidir. Nitekim 15 Temmuz hain işgal girişimine cesaret eden insanaltı FETÖ de aynı yolu izlemiştir.
Ayetten öğrendiğimiz bir mesele de şudur. Bugün başta pers idealinden hiç vazgeçmemiş İran ve resmi inancı Şii mezhebinde akide konusu olarak kabul edilen, memletimiz de de kurtarıcı mehdi/mesih bekleyen bu bâtıni (ezoterik) ve mistik (gizemli) inanç sahibi FETÖ ya da ona benzer masonik yapıların algıladığı hatta bir din anlayışı haline getirdikleri muazzam bir sapkınlıktan, tahrîften ve onursuz/kaypak bir münafıklıktan bahsediyoruz.
Bunlar takiyyeyi imamları da dahil herkesin yerine getirmesi gereken bir ana görev olarak benimsemişlerdir.[30] Şia ve Fetö örneğinde olduğu gibi kişi akide esası gibi değerlendirdiği takiyye inancı ile bir canavara dönüşüp, iman zemininden uzaklaşıp tanınmaz bir yaratık haline gelmektedir. Allah için, Allah’ın razı olmadığı her şeyi yapabilecek bir sapkınlık derecesine ulaşıyor. Sonunda inandığı ve yaptığı sapkın işleri din olarak kabul ediyor.
Ayrıca bu dinin sahibi olan Allah’ın koyduğu kurallar üzerinde dilediği gibi değişiklik yapma hakkını kendinde var kabul etmek sureti ile adeta bir Rab gibi hareket etmektedirler ki, bu son derece iğrendirici bir din istismarıdır, bunun İslam ile bir alakası yoktur ve katıksız bir sapmadır.
Ahmet Hocazâde Yazıları
[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir. Ayrıca Rabbine kavuşmuş iki güzel insanın tefsir çalışmalarından istifade edilmiştir. Rabbim kendilerine rahmeti ile muamele etsin.
[2] Ayrıntılı bilgi için bkz. SA4404/KY57-AHCZD11: Kur'an Allah'ı Nasıl Anlatır? -1-2
http://www.sonsuzark.com/2017/06/sa4404ky57-ahczd11-kuran-allah-nasl.html
http://www.sonsuzark.com/2017/06/sa4417ky57-ahczd12-kuran-allah-nasl.html
[3] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 465-484.
[4] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 465-484.
[5] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 465-484.
[6] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 490-504.
http://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/%C3%82l-i%20%C4%B0mr%C3%A2n-suresi/300/7-ayet-tefsiri
[7] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 490-504.
[8] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 505-506.
[9] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 507-508.
[10] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 511-513.
[11] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 513-516.
[12] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 518-519.
[13] SA4695/KY57-AHCZD33: Kur'an'da Adâlet Kavramı
http://www.sonsuzark.com/2017/08/sa4695ky57-ahczd33-kuranda-adalet-kavram.html
[14] Osman ORAL, KELÂM İLMİNDE İLÂHÎ ADALET, Kelam Araştırmaları 11:1 (2013), s.445.
[15] Vecdi Akyüz, Kur’ân'da Siyasi Kavramlar, Kitabevi, İstanbul, 1998, s. 108.
[16] Âl-i İmrân Suresi 3/21; Nisâ Suresi 4/58, Mâide Suresi 5/42–95; A’râf Suresi 7/29-159-181, Enfâl Suresi 8/58; Yunus Suresi 10/47; Nahl Suresi 16/76; Hac Suresi 22/25; Şûrâ Suresi 42/15; Hucurât Suresi 49/9; Rahmân Suresi 55/9; Hadîd Suresi 57/25; Mümtehine Suresi 60/8.
[17] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 522-525.
[18] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 526-528.
[19] Geniş bilgi için bkz. SA4507/KY57-AHCZD20: Veli, Velâyet, Velâ ve Berâ Kavramlarının Değerlendirilmesi.
http://www.sonsuzark.com/2017/06/sa4507ky57-ahczd20-veli-velayet-vela-ve.html
[20] Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 536-541.
[21] Mustafa EKİNCi, İMAMİYYE ŞİASI'NDA TAKİYYE ANLAYIŞINA YENİ BİR YAKLAŞlM s.30.
http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D01392/2006_15/2006_15_EKINCIM.pdf
[22] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1074, İstanbul 1979.; Mustafa EKİNCi, a.g.m., s.30.
[23] Mustafa EKİNCi, a.g.m., s.30-31.
[24] http://www.enfal.de/Kuran-Tevsiri/Kuran_Tefsiri.htm
[25] İbn Teymiyye, Minhac, II, 46.; Bkz. Mustafa EKİNCi, a.g.m., s.34.
[26] Cemil Hakyemez, ŞİÎ TAKİYYE İNANCININ TEŞEKKÜLÜ, s.131.
http://www.ilafdergi.hitit.edu.tr/Makaleler/1321558028_6.6.pdf
[27] Cemil Hakyemez, ŞİÎ TAKİYYE İNANCININ TEŞEKKÜLÜ, s.132.
[28] Cemil Hakyemez, ŞİÎ TAKİYYE İNANCININ TEŞEKKÜLÜ, s.143.
[29] http://www.sadecegercek.net/2014/08/sabetaycilarin-tarikatlara-sizma-ve-bozma-faaliyeteri.html
[30] Cemil Hakyemez, ŞİÎ TAKİYYE İNANCININ TEŞEKKÜLÜ, s.130.
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz