II. Abdülhamid padişah olduğunda dünya ülkeleri arasındaki dengeler nasıldı? Müslüman ülkelerin durumu neydi?
Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışı 1876. Bundan yaklaşık 20 sene öncesi, 19. asrın ikinci yarısı, hem Türk, hem Müslüman ülkeler için ciddi manada bir dibe vuruşu simgeliyor. 1857’de Hindistan’da Büyük Sipahi ayaklanması var. Bu isyanın bastırılması sırasında Müslümanlar Hindulara yardım etmesin diye halifeden “İngiltere bizim dostumuzdur” manasında bir mektup alıyorlar. Aynı dönemde Afrika’da Fransızlar misyonerlik faaliyetleri için aynı yöntemi kullanıyor. İran 1800’lerin başında Rusya ve İngiltere arasında parçalanmış. Aynı şey Afganistan için de geçerli. Rus çarlığı da aynı tarihlerde Türkistan hanlıkalrının işgalini tamamlıyor. Yani 1857 isyanının bastırılmasından sonra Osmanlı dışında bağımsız diyebileceğimiz Müslüman bir devlet yok. O da 1875’de iflasını ilan ediyor. 1880’de de ekonomik bağımsızlığını kaybediyor. Böyle bir noktada ortada hilafet var. Bu makamın kullanılabileceğini bize gösteren bizzat Fransa ve İngiltere. Halifeye, papa gibi, otoritesi sarsılmaz bir makam olarak bakıyorlar. Dolayısıyla da kendi çıkarları için hilafeti kullanıyorlar. Abdülhamid’e gelene kadar da bunu bizim açımızdan kullanalım diyen bir devlet anlayışı yok. Sadece Sultan Aziz’in son yıllarında Doğu Türkistan’dan Yakup Han’ın Osmanlı Devleti’ne tabi olma isteği var. Bu talep kabul edilerek gereken yardım yapılıyor. Sultan Abdülhamid döneminin hemen başlarında da bu tanıma devam etmekle beraber 93 harbi ile herkes kendi derdine düşüyor.
O zaman Abdülhamid bu durumu okuyarak mı İslam Birliği siyasetini ortaya atıyor?
Tabi ki. Sultan Abdülhamid, Abdülaziz’le beraber yurt dışı seyahatlerine çıkan bir isim. 5. Murat mevzusu gündeme gelince tamamen Yıldız’a çekiliyor ama ilk zamanlar kendisi de halkla iç içe. Abdülhamid neyin ne olduğunun farkında. Tahta çıktığında bir farklı duruşu var. 93 Harbi’nde Osmanlı Rusya karşısında yalnız bırakılıyor. Tek başına hem Doğu Anadolu’da hem Balkanlar’da ciddi bir yenilgi var. 93 harbi Osmanlı’daki nüfus dengesini değiştiriyor. Balkanlar’daki Bulgar isyanından sonra oradaki Müslüman sayısı aşağıya düşüyor. Bulgaristan’dan 800 bine yakın insan geliyor. Bugün için değil ama o dönem için büyük bir rakam. Osmanlı’nın tüm coğrafyasındaki nüfus 25 milyon zaten. Bu aynı zamanda 1856 Islahat Fermanı’ndan sonra gayrimüslimlerin öne çıkmasını dengeleyecek bir gelişme. Çünkü 1856- 1876 arasındaki 20 senede Islahat Fermanı dolayısıyla, Batılı devletler Osmanlı iç işlerine karıştığı, gayrimüslim vatandaşları habire kışkırttıkları için, gayrimüslimler 1. sınıf vatandaştır, Müslümanlar 2. sınıf vatandaştır. Bunu biz söylemiyoruz, İngiliz konsoloslar söylüyor. Böyle bir ortamda Osmanlı’nın klasik devlet anlayışına dönüyorsunuz. Eldeki en geniş nüfus ve en geniş toprak… En geniş nüfus unsuru Müslümanlar. Türk unsurunu da yok saymıyorsunuz ama ağırlık İslam unsuru oluyor. Abdülhamid hem içeride hem dışarıda bunu uyguladı.
Nasıl bir siyaset izliyor Abdülhamid?
2 şey yapıyor. Devlet toplum kaynaşmasını sağlamaya çalışıyor, bunun için din unsurunu öne çıkarıyor. İkinci olarak dış devletler için kendi zeminini sağlamak adına Hilafeti öne çıkarıyor. Sömürgede 100 milyona yakın insan var. 60 milyonu İngiliz himayesinde yaşıyor. Bu insanların dini ihtiyaçları nasıl karşılanacak? Bu insanların dini ihtiyaçları için gerekli şeyleri Halife üzerinden isteniyor. Mesela Sultan Abdülaziz döneminde Güney Afrika’da Ümit Burnu’nda dinlerini unutma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını söyleyen insanlar hoca istiyorlar. Yönetiminde yaşadıkları İngiliz kralına başvuruyorlar. Kral da Osmanlı’ya müracaat ediyor. Yıldız Arşivi’ndeki belgede, Cevdet Paşa buraya göndermek için dil bilen, iş yapacak bir adam arayıp bulamadıklarını anlatıyor. Sonra kazara Kerkük’ten bir hoca gelmiş. Onu göndermişler; Ebubekir Efendi. Adam gidip dil öğrenmiş, sonra gelip temel İslami kitapları o dile çevirmiş. Basılmış, götürmüş. Sonra yerine çocuğu geçmiş. Bakın sıkıntıya, siz Hilafet merkezisiniz, İslam birliği yapacaksınız ama dini anlatacak elemanınız yok. Abdülhamid’in en büyük sıkıntılarından biri. Kadro yok, para yok, asker sıkıntılı… Böyle bir durumda vatandaşa, millete yöneliyorsunuz.
Dünya Müslümanları ile bu ilişkileri kurmak için neler yapıldı?
Dünya Müslümanlarının arasına saldırgan bir tavırla giremiyorsun çünkü isyan edip destek istese, yapabileceğin bir şey yok; paran yok, askerin yok, uluslararası arenada ağırlığın yok. O yüzden bunu fiiliyata girmeden karşı tarafı tedirgin etmek şeklinde kullandı. Bayramda seyranda, Kadir gecesinde, Mevlüt gecesinde, dünya Müslümanlarına mesajlar, hediyeler gönderildi. Medreselerden birinci çıkan çocuklara verilmek üzere İstanbul’dan Kur’an-ı Kerimler gönderildi. Fransa ya da İngiltere’de Peygamberimize hakaret edecek tarzda bir takım eserler yayınlanmak istediğinde Halife müdahale edip engelledi. Singapur’da vb. yerlerdeki önde gelen insanların çocuklarını buraya getirip buradaki okullarda ücretsiz okuttu. Müslümanlar Hilafet merkezinde bizi seven, bizi düşünen biri var dedi. Türkistan’dan hacca gidecek olanlar önce buraya geliyor, buradan sonra yol paralarını padişah veriyor. Böyle bir etkileşim kuruyor. Ama bunu İngiltere’yle kavga etme, çatışmaya girme noktasına asla getirmiyor. Karşı tarafı tedirgin hale getirerek dikkate almasını sağlıyor. Irak’taki Fırat Kalkanı harekatı yapılana kadar Amerika Türkiye’nin belli gruplara karşı hassasiyetini tanımıyordu. Fiilen girdiğinizde artık ona göre tavır almak zorunda kaldı. Bugün Türkiye bunu yapabiliyor ama o gün Abdülhamid’in böyle bir askeri girişimde bulunma şansı yoktu. Donanmayı mahvetti deniyor ama donanmadaki gemileri kullanacak olan teknik kadro yerli miydi? Değildi.
Yerlilik ve millilik meselesi bugün olduğu gibi, o gün de sorun muydu?
Tabi. O dönem Jöntürkler’le karıştırılan, Yeni Osmanlılar var. Osmanlı’da yapılacak olan reformların İslam tarihi ve kültürü zemininde olmasını savunuyorlar. Dürüst bir padişah ve her işe karar vermeye yetkili meclisi şurayı ümmet olsun istiyorlardı. Yani bir millet meclisi. Abdülhamid bu noktada karşı çıktı çünkü meclisin her şeye karar vermesini istemedi. Çünkü o zaman sembolik bir padişah olacaktı. Kime güveneceksiniz de sembolik bir sıfatla devam edeceksiniz? Etrafınızda güveneceğiniz adam yok. Ben doktora tezimde de belgesini kullandım ve yazdım. 93 Harbi sonrası, özellikle Berlin Konferansı’ndan sonra bir Doğu Anadolu meseli vardır. Doğu Anadolu’daki Ermenilere yönelik ıslahat yapılması istenir. Büyük güçler bunu dayatır ama Abdülhamid oralı olmaz. Çünkü o bölgeye yabancı asker, yabancı subay, yabancı idareci gönderirseniz sizden kopar, parçalanırsınız. Bunu bildiği için Abdülhamid bunu hayata geçirmiyor. İngiliz arşivindeki belgelerde dönemin İstanbul sefiri Mr. Goschen diyor ki; “Bugün sadrazam ile dış işleri bakanını azarladım. Abdülhamid’i Anadolu ıslahatına razı edemediler. Onlar da saray müşiri Gazi Osman Paşa’nın da sadakatini satın alırsanız olur dediler.” Yani etrafınızdaki insanlar kendi gücüyle bu devletin ayakta duracağına inanmıyorlar. Abdülhamid döneminin en uzun görev yapan sadrazamlarından biri Kamil Paşa, biri Said Paşa’dır. Biri İngiliz Kamil diye bilinir, diğeri de bir şey olduğunda Fransız elçiliğine sığınır. Böyle bir ortamda siz devlet yöneteceksiniz. Borç ödeyeceksiniz. Nasıl yapacaksınız?
Ülke içinde İslam kimliği nasıl ön plana çıkarıldı?
İçeride toplumla bağlılığı sağlayabilecek müessese tarikatlardı. İstanbul’daki hemen hemen her tarikat Abdülhamid’i kendinden bildi. O derece yardımlar yapıldı. Aydınlatma, yemek masrafları karşılandı, kışın evsizlere açıkta kalanlara yardımlar, yakacak yardımları yapıldı. Şeyh efendileri çağırıyor, sarayda görüşüyorlar, nişanlar veriliyor. Toplumun babası pozisyonunu fiilen insanlara aktaran bir Abdülhamid var.
Abdülhamid bunu sadece siyaset olarak mı benimsedi? Dini duygular söz konusu değil mi?
Abdülhamid elbette Halife, Müslüman ama o da bir insan neticesinde. Ama bunu İslam’a inanmadan mı yaptı? Hayır.
Şimdi Cumhurbaşkanı, daha önce Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın da İslam Birliği’ne dair düşünceleri var. Konuştuğumuz tarihi perspektif üzerinden bakarak bugünü nasıl okuyabiliriz?
Abdülhamid’in İslam Birliği politikasında en önemli sıkıntı, İran’ın Irak’ta Şiiliği yayma politikasıydı. Aslında başlangıçta bir ittifak denemesi yapıldı, elçi de gönderildi. Ama sınırdaki Kürt aşiretlerinin iyi yönetilememesi engel oldu. Sınırda Kürt aşiretleri var. Onlarda otorite tanımı var, devlet düşüncesi yok. Beyleri huzursuzluk çıkarınca oradaki inzibat görevlileri vurmak, engellemek istiyor. İran bize karşı güç kullanmak için muhafaza ediyor. Bir müddet sonra orada rahatsızlık çıkartıyorlar. İran vurmaya çalışınca bize geçiyorlar. Bu sefer de İran’a karşı kullanırız, lazım olur diye biz tutmaya başlıyoruz. Anlaşmayı bu engelledi. Benzer bir problem hala var. Bu coğrafyada şartlar değişmiyor. Anlayış da zihniyet de değişmiyor. Bu coğrafyada etkili olmak zorundasınız. Ak Parti’nin dini hassasiyeti ön plana çıkarması bu bölgedeki unsurları, devlete bağlamak içindir. Yani Abdülhamid’in yaptığı şey.
Günümüz dünyasında sömürgeler söz konusu değil ama ülkelerin bir nevi biat ettiği hâmi devletler var. Bu nasıl etkiliyor?
Her dönemin sömürge mantığı, yöntemi farklı. O dönem doğrudan sömürge, bu dönem ekonomi, petrol üzerinden ya da kültürel sömürgelik söz konusu. Şimdi düşünün. Amerika, Irak’a demokrasi, insan hakları vb. getiriyor. Yüzbinlerce insan ölüyor. Bu insan haklarıyla, demokrasiyle alakası yok. Bugün petrol gelirlerinin yüzde 90’ını Amerika kontrol ediyor. Şimdi hala Müslüman ülkelerin, dikta yönetimiydi, tek adam yönetimiydi tartışıyoruz. Zaten bağımsız karar verme pozisyonları yok. Suriye’de bir şey olacaksa Amerika karar veriyor. Türkiye 2011’de Şam’da kabine topladı, şimdi geldiğimiz noktaya bakın. Bir ateşkes yapılacak, kararı Rusya, Amerika veriyor. Küresel ölçekte biz hâlâ o noktada değiliz. Bir İslam dayanışması yok. Çünkü Osmanlı çekildikten sonra bu coğrafyadaki eğitimin zihin yapısını onlar belirledi. Biz 400 yıl bu insanları âdeta omzumuzda taşıdık ama biz çekildikten sonra, “Osmanlı sizi 500 yıl sömürdüğü için siz bu haldesiniz. Biz sizi kurtardık” anlayışı ilkokuldan üniversiteye kadar öğretildi. O yüzden Ortadoğu coğrafyasındaki devletlerinin okul kitaplarının onda dokuzunda halen ‘Osmanlı sömürüsü’ öğretiliyor. Dolayısıyla çok zor. Bunu Türk dayanışması olarak da yapamıyoruz. Özbekistan’ın durumu ortada, Kazakistan’da belli bir ölçüde iyileşme var, Azerbaycan çok iyi. Ama hepsini bir araya getirip de bir şey yapamıyorsunuz.
Son dönemde Erdoğan ve AK Parti’nin İslam Birliği konusunda yaptığı girişimler bir fark oluşturur mu?
Biz tarihte olmuş bitmiş olaylar üzerinden konuşma yapıyoruz. ‘Ne olacak’ dediğiniz zaman tarihçi pozisyonundan çıkıp uluslararası ilişkiler uzmanı gibi bakmak lazım. Yine de bir değerlendirme yapacak olursak, pek çok şey olabilir ama şartlar hep birbirine bağlı. Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarını korursa, askeriyedeki silahlar millileşmeye ve sanayileşmeye devam ederse, teknolojiyi ülke geneline yaymaya devam ederse, istikrar devam ederse, bu coğrafyadaki ağırlığı devam edecek demektir. Ama bizim ekonomik istikrarımız büyük bir devletin müdahalesine bağlı olursa, ağırlığımız olmaz. Sayın Cumhurbaşkanımız BM’deki konuşmasında kimsenin söyleyemeyeceği bir şey söyledi. “Dünya 5 devletten büyüktür” Fakat fiiliyatta baktığınız zaman, Suriye’deki kararı Amerika ve Rusya veriyor. Biz imparatorluk bakiyesiyiz. Bu idealin, bu düşüncenin bizde olduğunu, hem Türk hem İslam dünyasına göstermek güzel ama bunun altını beslememiz, desteklememiz lazım.
Nasıl destekleyeceğiz?
Ekonomi, siyasi istikrar ve kültür politikalarını çok dikkatli dizayn etmek lazım. Maalesef son 15 senedir eğitim ve kültür politikalarında, tek bir partinin yönetimi olmasına rağmen, istikrar sağlanamadı. Bunu hükümetimiz de itiraf ediyor. Atatürk, Balkan ve Sadabat Paktı’nı kurduğunda kimileri Osmanlı Emperyalizmini uyandırdı dedi. Halbuki bu coğrafyada yaşamamız için Kafkasları da, Balkanları da, Ortadoğu’yu da kontrol etmeniz lazım. Ya siyaseten, ya kültürel olarak ya da zorla ama bir şekilde kontrol etmeniz gerekiyor. Yoksa burada tutunamazsınız. Suriye’de bir şey oluyor, bakın dün açıkladı Erdoğan, Suriye’de 25 milyar dolar harcamışız.
Erdoğan’ın BM’deki konuşmasını, bu son yüzyıl içerisinde değerlendirirseniz, neye tekabül ediyor?
Muhatabınızın yüzüne karşı söyleyemeyeceğiniz bir şeyi arkasından da söylemezsiniz. Erdoğan bunu her yerde söylüyordu. BM’de de söylemesi Erdoğan’ın tutarlılığını gösterir. Devlet anlayışındaki terbiyenin ve bu terbiyenin tutarlılığını ortaya koyar. Çok önemli bir şey. Ama dediğim gibi altının doldurulması lazım.
Erdoğan “Dünya 5’ten büyüktür” derken aslında Türkiye’yi mi kast ediyor?
Bunu siz söylüyorsanız, başka biri böyle algılayacaktır. Kasıt Türkiye olmaktan çok mevcut düzenin adaletsizliğine işaretir. Evet, tabi ki dünya 5’ten büyüktür. Ancak fiili olarak böyle bir durum var. Sayın Cumhurbaşkanı buradaki haksızlığı dile getiriyor. Yani 5 devlet toplanıyor. Dünya’nın kaderi ile ilgili karar veriyor. Niye veriyor? Çünkü diğerleri maalesef sürü olmayı çoktan kabul etmiş toplumlar. Niye bizim üzerimize geliyorlar? Çünkü Türk milletinin insanı insan gibi yönetme kabiliyeti var. Taa Orhun anıtlarında, Bilge Kağan’ın anlattığı bir şey var. “Yukarıda mavi gök, altta yeryüzü yaratıldık da ikisinin arasına insanoğlu koyulmuş. Ve insanoğlunun üzerine atalarım insanları yönetmek için koyulmuş.” Bu zihniyet var bizde. Ama biz sömürerek değil insan gibi yönetmek derdindeyiz. Osmanlı da böyleydi. Çok çeşitli milletlerin üstünde şemsiye görevi gördü. Ama yağmur, çamur, rüzgâr şemsiyenin kumaşını yıprattı.1918’de o şemsiye kalktı. Bunun altındaki herkes diliyle diniyle kültürüyle yaşadıklarıyla çıktı. Osmanlı budur.
Günümüzde bir Abdülhamid ve Erdoğan benzetmesi yapılıyor. Siz de Abdülhamid’in millete dönmesi konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın milletine yaslanmasına bir gönderme yaptınız. Sizce bir benzerlik söz konusu mu?
Abdülhamid devrini idrak etti ve ahirete intikal etti, tarih sahnesinden çıktı. Anlamaya çalışıyoruz. Bugün aynı coğrafyada olmakla beraber zihniyetle ilgili, sınırlarla ilgili şartlar aynı değil fakat benzerlik elbette ki var. Çünkü zihniyet pek fazla değişmiyor. Abdülhamid bağlarını sağlama almaya çalıştı ama Abdülhamid tahttan indirildiğinde insanların isyanını görmedik. Ama 15 Temmuz’da darbenin kime yapıldığı belliydi ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla bütün milleti, mücadelenin içerisinde aldı. Yani benzetmek durumunda olmamalıyız. Milletin bu desteği, ki BM’de Erdoğan halkına teşekkür etti, Abdülhamid döneminde de yapılamayan bir şeydi. 31 Mart’ta saray muhafız kıtası “Biz bunların hepsini 2-3 saatte hallederiz. Bize emir verin” dediğinde kardeşi kardeşe kırdırmam dedi Abdülhamid ve tahtı bıraktı. İyi mi yaptı? İyi demek mümkün değil. 10 senede devlet gitti. Burada 15 Temmuz’da Sayın Cumhurbaşkanı, milletle beraber darbeyi engelledi. Bugün mesela ekonomik anlamda çok daha iyiyiz ama bölgeye dönük planlar, programlar, sömürge noktasında da aynı şey devam ediyor. O gün İngiltere, bugün Amerika, ya da AB ya da Rusya. Çünkü bu coğrafya hakikaten yer altı ve yer üstü ile dünyanın başka hiçbir yerine benzemiyor. Herkes buradan bir şey almak istiyor. Siz güçlü olursanız, sizin istediğinizi alabilirler. Ama olmazsanız ne isterlerse vermek zorunda kalırsınız ve bu da çok tehlikeli bir şey.
TİKA’nın dünya coğrafyasında yaptığı çalışmalar, Abdülhamid’in dünya ile kurduğu bağlar gibi bağlar kurmamızı sağlar mı?
Bu daha farklı, Abdülhamid’in yaptığı çalışmalar sembolikti. TİKA mali ve fiili ortaya bir şeyler ortaya koyuyor. Kültürel manada eski eserler ortaya koyuyor. Pek çok güzel şey ama bunun kompleks bir planın parçası olması lazım. Türkiye’nin yeni stratejisi olması lazım. Bölük pürçük, Ortadoğu’dayız, Afrika’dayız, Balkanlardayız. Balkanlarda pek çok şey yaptık ama bundan birkaç sene önce kongre için gittiğim zaman akademisyen bir arkadaşım dedi ki “Türkiye çok şey yapıyor ama niye yapıyor. Bir strateji göremiyoruz.” Bunları bir bütünün parçaları olarak yapmalı ve onlar bittiğinde bir imaj, bir çatı çıkmalı ortaya ama parça parça çıkıyor. Türkiye’nin buna özel önem vermesi lazım. Kültürel anlamda da, teknolojik anlamda da. Bu TİKA olur, Yunus Emre Enstitüsü olur ama Türkiye’nin önceliğinin kardeşliğe din, dil kültür birliği noktasında vererek çalıştığını, bir çıkar gözetmediğini bu insanlara hissettirmemiz lazım. Dil ve kültür birliği olur. Ama siyasi birliğe müsaade etmezler. Zaten Türkiye de “kimsenin toprağında gözümüz yok” dedi. Dil ve kültür birliği oluşunca her şey arkasından gelir. Bu milletin aydınları, 40 yılda bir araya geliyor. Kültür ve Milli Eğitim Bakanlığımız bu konuda sıklıkla toplantılar yapmalı. Uzmanları bir araya getirip fiiliyatta bir yerden başlayarak neler yapabileceğimizi ortaya koymamız lazım. Ama 2011 senesinde Ankara’da Türk Cumhuriyetlerinin yirminci yılı ile alakalı bir toplantı yapıldı. Orada biz Dış İlişkiler Genel Müdürüne bir soru sorduk. Türk Cumhuriyetlerinden gelip Türkiye’de okuyan öğrencilerin bir envanteri var mı? Türkiye’de okuyup geri dönenler şimdi nerede? 20 sene olmuş, emek vermişsiniz. Böyle bir liste bile yok. Strateji dedim ya! Bir stratejiniz olacak. İnsanları getirdiniz. Tamam, din-soy kardeşiyiz ama o emeği verip faydasını görmeye başlayıp hemen akabinde kayboluyor. Beni bilen adamla çalışmak çok daha kolay.
Geçmiş dönemin süper gücü İngiltere’ydi. Bugünse sıklıkla, dış güçler gündeme geldiğinde, ‘İngiliz oyunu’ deniyor. Acaba bu söylemin karşılığı var mı?
Bunu paranoya haline getirmemek lazım ama dış bağlantılar her zaman böyle. Ben özellikle İngiltere’den bahsettim. Abdülhamid’in birine iş verirken kuralı, adamın sefaretlerin adamı olmamasına dikkat etmek. O zaman öncelik siz, ülkeniz olmaz. Sadakati bir yere satılmışsa oradan bir hayır gelmez. Bugün de baktığınızda Amerika, Rusya, AB burada. Bunun insani cephesi yok. 3 milyon Suriyeliyi alıyorsunuz, 25 milyar dolar harcama yapıyorsunuz. Sosyal yapınız tehlikeyle karşı karşıya. Siz kardeşlik duygusuyla hareket ediyorsunuz. O taraf ise ne alabilirim, işime ne yarar diye bakıyor. Bizim insanlık anlayışımızın Batı’nın insanlık anlayışıyla uzaktan yakından alakası yok. Ama bize yakışan budur. Evet bunun problemlerini bazen yaşıyoruz. Ama biz buyuz. Osmanlı, sömürge zihniyetini uygulasaydı, Osmanlı yıkılmazdı ama Osmanlı olmaktan çıkardı. Biz de bunu bugün yaparsak Türk olmaktan çıkarız.
Emeti Saruhan, 16.10.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Hayatın Sıcak Yüzü,
Emeti Saruhan Yazıları
Takip et: @emeti
Sonsuz Ark'ın Notu: Emeti Saruhan Hanımefendi'ye çalışmalarını bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Seçkin Deniz, 06.07.2017
İlk yayınlandığı Yer: Gerçek Hayat
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz