3 Kasım 2017 Cuma

SA5107/KY34-EE2: Gecikmiş Bir 15 Temmuz Muhasebesi

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم



Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlarım.

Yazının başında bir Müslüman olarak 15 Temmuz sonrası Diyanet İşleri Başkanlığını yıpratmak üzere yoğun bir çaba sarf eden, iftira ve karalama kampanyaları düzenleyenlerden berî olduğumu beyan ederim. 

Bu yazı bir Müslümanın, Allah için Müslüman kardeşlerine, kardeşçe uyarı ve tekliflerini içermektedir. Bu memlekette nasıl adalet herkese lazımsa Diyanet İşleri Başkanlığı’da o kadar mühim ve gereklidir. Bu da seçimle iş başına gelecek, daha bağımsız, ümmetin diğer âlimlerinin de kendine yer bulduğu, dışarıdan müdahelenin en asgariye indirildiği, Kur’an ve Sünnet’in anlaşılmasına yönelik muazzam bir seferberlik ve gayret içinde olacak bir Diyanet ile mümkün görünmektedir.

15 Temmuz sonrası farkındasınız değil mi, dini alanda da ciddi sarsıntılar yaşanıyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil; ama bu iyi bir şey, inşallah silkinip sahih Müslüman kimliğimize dönmek için muazzam bir fırsat sunuyor bizlere.

Müslümanlar arasında fitne ve güvensizlik, aldatılmışlık hissi, soğuma, uzaklaşma, içine çekilme, küsme, öfke, yeni arayışlar gibi bir çok duygusal savrulma ve sarsıntı yaşanıyor. 

Dünyadaki genel gidişata baktığımız zaman, insanların hayatlarına müdahale eden bir Tanrı inancına karşı gittikçe mesafeli hale geldikleri, teorik olarak tanrıya inanıp hayatlarına müdahale ettiğine inansalar bile fiili hayatta bunu pek dikkate almadıklarını görmek mümkün. Genel olarak inançsızlığa veya Deizm'e doğru monoteist dinlerden bir kopuş söz konusu. “Allah’ın bizi yarattığına inanıyorum ama her şeye karıştığını düşünmüyorum” şeklinde düşünenlerin sayısında artma var. (1)

Deizm, Ateizm, Nihilizm, mistik bâtiniliğin kıskacında olan insanlığın vahim durumu ortada iken sizi 15 Temmuz’a tekrar götürmek istiyorum. Rabbimizin lütfu ve yardımıyla korkunç bir işgal ve yok etme planı gerçekleşmedi. 

Ben tam bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığı penceresinden bakmak istiyorum. Etrafımda sağ, sol, marjinal ya da normal birçok insan ile konuştuğumda din simsarı, aşağılık-gâvur maşası, takipçilerini adeta kendisine kul ve köle edinmiş, kendine göre bir din icat eden FETÖ istismarından sonra artık “şu din işlerini Diyanet yapsın, bırakmasın şu yapılara” söylemini çok fazla duymuştum. Evet gerçekten de böyle bir zemin doğmuştu Diyanet için. 

Ön almak, hakem konumunda hakkı ve sahih olarak dini anlatabilmek ve gerçekten Müslümanların hepsini kucaklayabilecek, marjinal, bâtinî ya da diğer sapkın gurupları dizginleyebilecek  bir imkan gelmişti Diyanet’in önüne. Ama ne yazık ki şu 1.5 sene içerisinde bu fırsat göz göre elden kaçmaktadır.  Bırakın ön almayı, hakem konumuna gelmeyi gelenin gidenin vurduğu, FETÖ benzeri din simsarı holdinglerin tamamının ağız birliği etmişçesine bir linç kampanyası ile Diyanet’e saldırıp, kurumun Ehl-i Sünnet düşmanı ilan edildiği, dine hıyanetle suçlandığı bir durumla karşılaştı. FETÖ sonrası bocalayan insanımızın bir kısmı ya diğer benzer bâtinî-mistik yapılara yelken açtılar, ya da vahhabi kökenli akımlara meylettiler,  bazıları kenara çekildi bazıları da yabancılaşıp dinden uzaklaşmaya başladı.

Bu cidden esef verici bir durum. Ama durumun bu hale gelmesinde sadece Diyanet kusurlu değildir. Anayasal bir kurum olarak Diyanet bu kadar savunmasız bırakılmamalıydı. Hem dünyanın dört bir tarafında, ümmetin tamamına hizmet ve hitap edecek bir Diyanet’ten bahsedip sonra şamaroğlanına dönmesini izlemek ya da bu duruma engel olmamak hiç mantıklı bir tutum değildi. Bunun en kısa zamanda düzeltilmesi için yoğun bir gayret sarf edileceğini ümit ediyorum. Gerçekten bu zor zamanda ve bu ağır sorumluluğun hakkını vermeleri için dua ediyorum Diyanet’in tüm yöneticilerine.

FETÖ meselesinde Diyanet’in tek suçlu olarak yansıtılması ya da bu anlama gelebilecek bir tavır sergilenmesi de insaf sınırlarını aşan bir durumdur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da tespit ettiği gibi Diyanet bu ümmete FETÖ ya da benzerlerinin sapkınlığını anlatmakta ve mücadele etmekte geç kaldı. Aldanmaması gereken ilk kurumdu. Hem Kur’an’ı ve Sünneti bilen hatta bunun eğitimini verenler nasıl aldanabilirdi ki? 

Evet Diyanet sorumluluğunu yerine getiremedi. Zaten Diyanet’in bıraktığı boşlukları FETÖ ve benzerleri doldurdu. Bu fark edildiğinde ise zaten çok geç kalınmıştı. Bu vebal bu aziz dine hizmet etmeyi şeref kabul eden her bir Müslümanın omuzlarında yük olarak durmaktadır.

Bununla beraber Allah için hangi kurum sağlam kalmıştı ki? Üniversite mi? Diyanet İşleri Başkanı, Başkan yardımcısı, mühim İl Müftüsü (İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa vb.) olmak ya da yurtdışına müşavir ve ateşe gitmek, İslam Ansiklopedisinin maddelerini yazmak vb. dışında biz çok fazla görmedik akademi mensuplarının katkılarını. Hatta kendi sırça köşklerinde, ümmetin mühim dertlerine karşı gerçekten bir öneri ya da çözüm yolu sunamadılar. Bu dertsizlik, gayretsizlik, verimsizlik ve pasiflikleri bir yana, 15 Temmuz sonrası akademi camiası da Diyanet nerde kaldı türküsüne katıldı. Sanki kendileri bütün sorumluluklarını yapmışlar gibi. 

Kişisel kanaatim akademinin olduğundan fazla büyütüldüğüdür. Abant toplantılarının vazgeçilmez akademisyenleri unutulmadı hala. Savaş alanına dönen kendi Müslüman coğrafyamızı işgalci bir Amerikalı ya da İngiliz kadar analiz edememiş, Müslüman azınlıklar, Müslüman toplumlar ve farklılıklarını bilimsel anlamda tasnif edip analiz etmekten ve çözüm yolu sunmaktan uzak –ki yeni yeni İran, Suud, Irak, Suriye ya da Sünni, Şii, Selefi vb. konular üzerine çalışmalar başlamıştır- olan akademinin de, 15 Temmuz sonrası Diyanet’te gördüğümüz gibi sorumluluğunun hakkını veremediğini gördük. Bu eleştiriyi yaparken ümmetin derdi ile dertlenen, Müslümanlara sorumluluğunu yerine getiren üniversitedeki hocalarımızı tenzih ederim. Allah onlardan razı olsun ve sayılarını çoğaltsın.

Şöyle garip bir durum var; o da, üniversite camiasının Diyanet’i ve hizmetlerini çoğu zaman yetersiz bulup eleştirmeleri ve hatta bazen küçümser bir tavır sergilemeleridir. Garabet tam da burada başlıyor, iyi de beğenmediğiniz Müftü, Vaiz, İmam, Müezzin, Kuran Kursu Öğreticisi sizin ellerinizde ilahiyat fakültelerinden mezun oldu, siz ne verdiyseniz o malzeme Diyanet’e taşındı. Önce İlahiyat Fakültelerinin ve Hocalarının bu paradoksu iyi analiz etmeleri gerekmektedir. Ne verdiniz ve ne bekliyorsunuz? 

Bu beğenmediğiniz, eleştirdiğiniz malzeme sizin eseriniz, siz yetiştirdiniz. Herkesin, başta sorumluların bile şikayet ettiği kaotik söylemden sıyrılıp, Allah için çözüm odaklı, stratejik analizler yapıp, ümmetin dertlerine devâ olacak, tevhidi ve vahdeti önceleyen,  takva ve ihlas temelli çalışmalar yapmaya mecburuz.

Şimdi ikinci bir mesele olarak 15 Temmuz sonrası Diyanet İşleri Başkanlığının “OLAĞANÜSTÜ YÜKSEK ŞURA KARARLARI” nı hatırlamak gerekiyor. Sapmalar ve hastalığın tespiti anlamında gerçekten çok önemli şeyler söylenmiş. 

Lakin iki önemli problem var: 

Birinci problem, tespit edilen hastalıkların tedavisine tam anlamıyla geçilememiş olmasıdır.

İkinci olarak ise, tespit edilen sapma ve hastalıkların, hastalıklı mistik/bâtinî anlayışın sadece FETÖ terör örgütünde bulunduğu izlenimi. 

Kararlar tekrar okunduğunda, hastalıklara ve sapmalara iyi bakıldığında görülecektir ki maalesef hastalık sadece FETÖ’ye münhasır değildir. FETÖ bu hastalık ve sapmaların bir ürünüdür, ama yalnız değildir. Aynı paralel bâtinî anlayışa sahip, iliklerine kadar bid’âte saplanmış ama FETÖ kadar semirmemiş, örgütün imkanlarına henüz kavuşmamış, darbeye teşebbüs etmemiş ama aynı kulvarda ilerleyen; hakkı tekeline alan, dini/kutsalı hunharca sömüren, emperyal güçler tarafından kullanılan ya da kullanılmaya hazır; kendi geleceği ve saltanatı tehlikeye girdiğinde “öküz öldüğünde ortaklığı darmadağın” edecek, FETÖ gibi benzer tepkiler verecek bir çok yapı var. 

Kendisine Ehl-i Sünnet diyen hatta kendisini tek Ehli Sünnet gurubu olarak kabul eden ama bâtinî ve mistik bir düşünce/hayat/hareket tarzını benimsemiş bir türden bahsediyoruz. Ne Kur’an da ne Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav) hayatında ne de vahyin ilk talebeleri olan ashabı kiram da görülmeyen şeyleri yapan, söylenmeyen şeyleri söyleyen ve bir şekilde kendisini öz/hakiki/orijinal tek örnek Müslüman yegâne Ehli Sünnet olarak pazarlayabilen bir anlayıştan bahsediyoruz. Vahiy dışı, kültürel İslam denilen şeyle yoğrulmuş, keşif/rüya ile konumunu güçlendirebilen, takiyyeci, bâtıni (ezoterik) ve mistik (gizemli) bir inanca sahipler. Neredeyse çiğnenmeyen bir esas ve hüküm, istismar edilmeyen bir  değerin kalmadığı bir sapmadan bahsediyoruz.

Kur'an ve Sünnet rehberliğinde değil; belli bir “üst akıl” ile sevk ve idare edilen, mesiyanik özellikli, karizmatik ve otoriter kimlikli bir dinî liderliğe dayanan, sıkı bir hiyerarşik yapılanması bulunan, açık teşkilat biçimlerini kullanmakla birlikte gizli, kendine mahsus ve komplike bir iç örgütlenmeye sahip bir yapılanmaya sahip olan, her türlü yolu mübah gören, dini ve dinî duyguları istismar eden; fitne, fesat, yalan ve desiselerle kendine insan ve imkân devşiren; hurufîlik ve cifir ile meşgul olan; kendinde teşrî yetkisi görüp helal ve haram tesis eden; velâ ve berâ kavramlarını hiçe sayan; gelecekte kurtarıcı mehdi/mesih bekleyen bu bâtıni (ezoterik) ve mistik (gizemli) inanç, imanın ve akîdenin sınırlarını zorlar hale gelmiştir. 

Allah’la özel bir irtibatı olduğunu düşündükleri liderlerine âdeta peygamberlere tanınan “korunmuşluk” vasfını yükleyen; Dinî kural ve esaslara tamamen ters düşse dahi, verilen emirleri, “mutlaka bilmediğimiz bir hikmeti vardır” ön kabulüyle yöneticilerden gelen her türlü talimatı âdeta “Allah ve Peygamber emri” olarak kabul eden ve “kayıtsız şartsız itaat kültürü” nü dayatan; başlarındaki şahsın, masum, yanılmaz ve seçilmiş olduğu ve “hakkı” temsil ettiğine, hem dinî hem de dünyevî saadeti elde etmenin yolunun ona teslim olmaktan geçtiğine inanan bir anlayıştan bahsediyoruz. 

Allah adı kullanılarak çeşitli kişilere, yapılara ve hiziplere yönelik davet, insanları din ve Allah diyerek aldatmaktır. İslam’ın temel bilgi kaynaklarından çok, ilham, rüya, keşif, kerâmet, gizemli hikâyeler revaç bulmuş, bunlar aracılığıyla masum kitleler aldatılıp efsunlanmış, hastalıklı bir zihniyet oluşturulmuştur. Herkesin kendi grubuna kutsallık atfettiği, menkıbelerle, abartılı hikâyelerle henüz fıtratları bozulmamış gençlerin o tertemiz duygularını sömürülerek vahiyden uzaklaştırıldığı; Allah’ın yarattığı ve sadece Allah’a kulluk etmeleri istenen insanlardan emre amade robotlaştırılmış ve akletme melekeleri devre dışı bırakılmış müntesiplerin üretildiği bir anlayıştan bahsediyoruz.  
Hâsılı bugün Türkiye de kendisini tarikat ehli olarak tanımlayanların çoğu Ehli sünnet çizgisinde (sünni) bile değildirler. Yani Ehli sünnet görünümünde bâtınîdirler.  Bugün Kur’an ve sünnet ehliyiz iddiaları artık bâtınî oldukları gerçeğini kapatmaya yetmiyor. Artık mızrak çuvala sığmıyor. Kendi konumuna ‘meşruiyet’ kazandırmak için dinin esas, değer ve hükümlerini ‘araçsallaştırmaya’ çalışanlar hep olmuştur ve olacaktır. 

Hâsılı kelâm, görebildiğim kadarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı ve İlahiyat Fakültelerinin ivedilikle 15 Temmuz sonrası üzerine düşen sorumluluğu bu sefer geç kalmamak için halkımıza ve bu ümmete öncelikle bir hasar tespiti yapıp sonra da şunları sunması gerekiyor:

1- FETÖ benzeri bir çok yapının incelenip Türkiye ve Müslüman Dünyadaki bâtinî/mistik sapkın faaliyetlerin zararları, sapkınlığı ve kullandıkları araçları Müslümanlara çok iyi anlatılmalıdır. Bâtini yapıların akide ve yaşamdaki tahribatları hesaplanıp, ıslah için öneriler getirilmelidir. Ne idüğü belirsiz irfân güzellemeleri yapmak yerine, bu paralel ve bâtinî din algılarının (ki bunların tamamı irfan kökenlidir) ne kadar Kur’an ve Sünnet ile uyumlu olduğu ortaya konulmalıdır.

2- Tevhid’in topluma çok iyi anlatılması, iman kavramı ve imanı şirk, küfür, nifak, fısk’tan nasıl korumamız gerektiği de çok iyi anlatılmalıdır.


3- Akademi de pek tartışılmasa da İslam filozofları diye adlandırılan ama İslam dışında her şeyi bünyesinde taşıyan felsefi anlayışın gerçekten bilimsel bir anlamda Kur’an ve Sünnet çizgisinde ki olumlu ve olumsuz yönleri ortaya koyulmalıdır. 


4- Diyanet İşleri Başkanlığı yapacağı en büyük iyilik bu topluma ve Ümmete Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı nasıl daha iyi anlatırım, nasıl bir Kur’an anlama seferberliği ortaya koyabilirim düşüncesiyle harekete geçmesidir. Bu hengâme de Müslümanların gündemine Kur’an’ı anlama gerekliliğini taşıyabilmesidir. 


Üzülerek söyleyeyim ki kendim de bir hafız olarak Türkiye’de Kur’an öğretimi kıraat ve musiki alanında hapsolmuş, asıl olan Allah’ın mesajının Müslümanlara ulaştırılmasında ne yazık ki yeterli mesafe kaydedilememiştir.  Müslümanların aldanması ve aldatılmasının bir sebebi de gerçekten Kur’an ve sahih Sünnet eğitimini yeterli derecede alamamış olmasıdır. FETÖ benzeri bâtinî yapılar ya da vahhabi zihniyete sahip akımlar tam da Müslümanların bu savunmasız alanını ve cehaletlerini kullanıyorlar. İşte tam da bu mesele için Diyanet ve İlahiyatların çok yoğun bir gayret sarf etmeleri gerekmektedir.

Hafızlık müessesesi, İmam Hatip ve İlahiyatlar Kur’an’ı anlayan, onun gölgesinde yaşayan insanlar yetiştirmeyi hedeflese de istenilen düzeyde bu hedefe ulaşılamamıştır. Tabi şunu unutmamak gerekir ki, bugün daha kötü durumlara düşülmemesinde bu kurumların çok büyük bir katkısı vardır. Bununla beraber bu kurumlar gerçekten zor zamanlarda gerçekten çok mühim işler yapmalarına rağmen bu gün bu anlayışla yeterli olamamakta ve ümmetin ihtiyaçlarına cevap verememektedirler. 

Zaten bu kurumlarda öngörülen de Kur’an’ın lafzını iyi okumaktır. Onun için de kıraat ilmi hep daha ön planda olmuştur. Binlerce hafız yetiştirmişizdir hamdolsun ama bu binlerce hafızdan çok azı ne okuduğunu anlamaktadır ya da Kur’an üzerine kafa yormaktadır.  Asıl anlatmak istediğimiz şey Kur’an eğitimimiz anlama üzerine değil de kıraat (güzel okuma) üzerine olmuştur. Halk nezdinde Kur’an’ın kıraatiyle manevi lezzet almak aslolan Kur’an’ın anlaşılması ve hayata onun penceresinden bakma ve vahiy merkezli düşünmenin önüne geçmiştir. 

5- Hâtemu’l-Enbiyâ, üsve-i hasene, âlemlere rahmet, Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav)’in sahih bir şekilde bu topluma doğru anlatılması gerekmektedir. Halk arasında en çok ta bu bâtini yapılarda en güzel örneğimiz, rehberimiz ve bizlere Allah’ın lütfu olan Hz. Peygambere (sav) iftira edilerek Ona ithaf edilen uydurma/mevzû rivayetler ayıklanmalıdır ve Muhammed Mustafa (sav)’in de istismarına izin verilmemelidir. Allah’ın elçisinin devre dışı bırakarak kendilerini profesyonel bir şekilde Peygamber (sav) yerine konuşlandıranlara da fırsat verilmemelidir.

6- Hak-hakikati, dini kendi tekeline alan, kendinden olmayanı ötekileştiren hatta tekfire yönlenen, kendi aziz’lerini ve masumlarını icat eden; paralel din algıları oluşturan, dini ve inananlarını sömürenlere kesinlikle fırsat verilmemelidir.


7- Müslümanların tevhid, vahdet, adalet, ahlak yani Müslüman kimliğini  korumakta zorlandıkları, Ümmetin darmadağın olduğu, gönüllü ev zencilerinin ve Sion katır birliklerinin iş başında olduğu, Müslümanların birbirlerine ihanet ettikleri (Suud, BAE ve İran örneği), Müslümanın Müslümanı katlettiği (Suud’un Mısır, Gazze, Yemen, Suriye ve Irak; İran’ın Suriye, Irak, Yemen ve Afrika vb.) İslam düşmanlarının milyonlarca Müslümanı katlettiği, yüz binlercesinin işkenceye tabi tutulduğu, milyonlarca  yetimin ve mültecinin olduğu ve bâtıl cephesinin İslam’a ve Müslümanlara karşı çok barbarca bir savaşı sürdürdükleri bu zor zamanda, bugün hedefte olan Türkiye'dir, Müslümanların tümüdür.


Aslında iyi bir tarihi tecrübeye sahibiz, II.Mahmud Osmanlı’nın da başına bela olan o günün paralel yapısı Bektaşiliği kaldırmaktan başka çare görmediği zamanları da iyi hatırlamalıyız. 19. yüzyılda merkezileşme bağlamında ciddi reformlar yapan Osmanlı Devleti’nin tarikatlara yönelik denetim siyasetinin en somut şekli 1866 tarihinde Meclis-i Meşayih’in kuruluşunu da –çok bir işe yaramasa da- hatırlamalıyız. Bu meclis, Osmanlı Devleti’nin modernleşme sürecinde tarikatları kendi denetim ve kontrolü altına almasının en somut adımıydı. 

 Rabbimden sırat-ı müstakimden ayırmaması noktasında dua ettiğim Devlet erkânından Allah için ricam ise Diyanet İşleri Başkanlığı dışında hiçbir sivil toplum yada cemaat/guruba, hangi gerekçe ile olursa olsun pozitif ayrımcılık yapılmamasıdır. Bu yapıların kendi yağlarında kavrulmaları ama çok iyi bir denetlenmeleri gerekmektedir. Sömürü ve dini istismar etmelerine fırsat verilmemelidir. Osmanlı Meclis-i Meşayih ile bunların denetlenmesini Şeyhulislamlığa vermişti, bugün de denetimleri Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığının hakem konumunda, şeffaf ve sahih din algısını anlatmaya devamı için çok daha kuvvetli bir şekilde desteklenmesi gerekmektedir. Tabi sorumluluğunu yerine getiremediği zaman hesap sormak kaydı ile..


Emin Emre, 03.11.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, İlahiyat, Din ve Tefekkür
Emin Emre Yazıları


Kaynaklar:
[1] Sevda Dursun, SA5095/KY38-SevDur94: Namaz'dan Kaçmanın Adı; DEİZM
http://www.sonsuzark.com/2017/11/sa5095ky38-sevdur94-namazdan-kacmann-ad.html



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı