6 Kasım 2017 Pazartesi

SA5121/KY57-AHCZD54: Sûre Sûre Kur'an'da Mü'minlerin Vasıfları 17: Âl-i İmran (161-175)

"Müminler,  Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. 


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e  salât u selâm olsun.


ÂLİ İMRÂN SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (161- 175. Ayetler)[1]
  
وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَغُلَّۜ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۚ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ

“Hiçbir peygamber savaşanların hakkını zimmetine geçirmez. Kim böyle bir haksızlık yaparsa kıyamet günü, zimmetine geçirdiğini yüklenmiş olarak gelir; sonra herkese kazanmış olduğunun karşılığı, kimse haksızlığa uğratılmaksızın tastamam ödenir.” (Âli İmrân,3/161.)

1- Hz. Peygamber başka yönlerden insanlara örnek olduğu gibi (bk. Ahzâb 33/21) yönetici olarak da en mükemmel örnektir. Buna rağmen, iman kalbe tam yerleşmezse ve dünya ahirete galebe çalarsa, gaflet insanı bürürse o zaman Peygambere bile güven duymayıp Allah’ın elçisini bile sorgulayabilir o zalim insan. Peygamberin; güvenilir, adil ve tertemiz tabiatlı oluşu başından itibaren ihanetin meydana gelmesine engeldir. Buna rağmen Allah'ın Rasûlü'nün kendine emanet edilen serveti adaletsizce dağıtacağını nasıl düşünebilirsiniz?" demektir bu. 

Ayrıca Müslümanların devlet bütçesinden haksız bir şekilde faydalanmasının ihanet olduğunu ve kamu malını zimmetine geçirmenin ve yolsuzluğun cezasız kalmayacağını bilmeleri gerekmektedir. Emanete ihanet edenler, kamu malından ya da ganimetten herhangi bir şey gizleyenler korkunç bir  tehditle uyarılmışlardır. Rabbimiz Müslümanları eğitmeye bu ayetlerle devam etmiştir.

ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“Sonra o gün, (dünyada yararlandığınız) nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?” (Tekâsür,102/8.)

“Ganimet mallarından bir şeyi gizlice alıp zimmetine geçirmek” anlamına gelen “gulûl” kelimesi genel olarak kamu malında yolsuzluk ve suistimali ifade etmektedir. Âyet peygamberlik göreviyle kamu malına hıyanetin bağdaşmasının mümkün olmadığını, böyle bir yolsuzluğun hiçbir peygambere yakışmayacağını, dolayısıyla Hz. Peygamber’in de bundan münezzeh olduğunu vurgulamaktadır. O, insanların en doğrusu, ahlâken en üstün olanı ve Allah’tan en çok korkanıdır. Böyle bir kimsenin ganimet malını zimmetine geçirmek gibi bir haramı işlemesi veya kamu malında yolsuzluk yapması düşünülemez. Zaten tarih ve siyer kaynakları da onun dünya malına değer vermediğine şahitlik etmektedir. 

Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav) devlet ve milletin emanetlerinin korunması hususunda son derece titizlik göstermiş, yöneticilerin zaruri ihtiyaçları dışında devlet malından bir şey almamalarını ve onu titizlikle korumalarını istemiştir (Müsned, IV, 229). Nitekim bazı hadislerde devlet işlerinin aksamaması ve başarılı bir şekilde yürütülmesi için görevlinin zaruri ihtiyaçlarının devlet bütçesinden karşılanması gerektiği ifade edildikten sonra zaruri ihtiyaç olmadığı halde devlet bütçesinden haksız bir şekilde faydalanmak hıyanet sayılmış, hatta yöneticilerin hediye kabul etmeleri dahi yolsuzluk olarak nitelendirilmiştir (Müsned, V, 424). 

Hz. Peygamber birçok hadisinde kamu malından bir şeyi zimmetine geçiren kimsenin kıyamet gününde o malı sırtlanmış olarak Allah’ın huzuruna geleceğini, bütün mahşer halkının bu manzarayı göreceğini, daha hesaba çekilmeden ve cezası verilmeden önce halkın huzurunda rezil olacağını haber vermiş, bu konuda devlet görevlilerini sürekli olarak uyarmıştır (bilgi için bk. İbn Mâce, “Cihâd”, 34; Taberî, IV, 158-161). “Sonra, herkese kazanmış olduğunun karşılığı kendileri haksızlığa uğratılmaksızın tastamam ödenir” meâlindeki cümle de, kamu malını zimmetine geçirmenin cezasız kalmayacağını ifade etmektedir.( Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri, Cilt: 1 Sayfa: 706-707)

---
اَفَمَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَ اللّٰهِ كَمَنْ بَٓاءَ بِسَخَطٍ مِنَ اللّٰهِ وَمَأْوٰيهُ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ هُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ۟

“Allah’ın rızâsını elde eden, Allah’ın gazabına uğrayan gibi olur mu hiç! Bunun varacağı yer cehennemdir; o ne kötü bir varış yeridir! Onlar (Allah’ın razı oldukları) Allah katında derece derecedir. Allah onların yaptıklarını görmektedir.” (Âli İmrân,3/162-163.)

2- Rabbimiz hakk ile bâtılı ayırıp, Allah’ın rızâsını elde eden ile  Allah’ın gazabına uğrayanın; Allah’ın emir ve yasaklarına uyan, doğruluğu ve dürüstlüğü sayesinde Allah’ın rızâsını kazanmış olanla emir ve yasak dinlemeyen, devlet ve millet malını zimmetine geçirdiği için Allah’ın gazabına uğrayanın; mü’min ile fâsığın; bilenlerle bilmeyenlerin; kör ile görenin; karanlıklarla aydınlığın; kendisine bir nur verilen kimsenin durumunun, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimse ile aynı olamayacağını haber vermiştir. 

Mü’min fâsık gibi olamayacağına göre o zaman Mü’minin fâsık gibi bir hayat yaşaması da mümkün olamaz. Hakk ile batıl arasındaki flu halden kurtulup Rabbimizin istediği şekilde istikamet ve kulluğa kavuşmamız gerekmektedir. Hakk, Rabbimizden gelen ve O’nun belirlediğidir. (Bakara,2/147.)[2]  Hak’tan sonra sadece sapıklık vardır. (Yûnus,10/32.)[3]  Zaten Allah hakkı batılın üzerine atar da bâtılın beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiştir. (Enbiyâ,21/18.)[4] Hakk gelmiş ve bâtıl yok olmuştur. Şüphesiz bâtıl yok olmaya –kaybetmeye- mahkumdur. (İsrâ,17/81.) [5]  “Hak geldi. Artık batıl yeni bir şey ortaya çıkaramaz, eskiyi de geri getiremez.” (Sebe,34/49.)[6] “Allah batılı yok eder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir.” (Şûrâ,42/24.)[7] Hakka tutunmak, hakka dayanmak ve hakkı yüceltmek dışında bir planı/derdi olanın bâtılla ilgili bu gerçekleri bilmesi gerekmektedir. Bâtıl, kendine zulmetmiş, zavallı kaybedenler kulübüdür.

أَفَمَن كَانَ مُؤْمِنًا كَمَن كَانَ فَاسِقًا لَّا يَسْتَوُونَ

“Hiç mü’min, fasık gibi olur mu? Bunlar (elbette) eşit olmazlar.”  (Secde,32/18.)

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ

“De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer,39/9.)

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ

“De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?” (Ra’d,13/16.)

أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu? İşte kâfirlere, işlemekte oldukları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir.” (En’âm,6/122.)
---


لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولاً مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ

“And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lutufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar, apaçık bir sapkınlık içinde bulunuyorlardı.” (Âli İmrân,3/164.)

3- Bütün insanlık için bir müjdeci, bir uyarıcı ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz. Muhammed’dir (bk. Enbiyâ 21/107; Ahzâb 33/40; Sebe’ 34/28). Onu peygamber (resul) olarak göndermesi, yüce Allah’ın tarihî olarak ilk müslümanlara, evrensel olarak da bütün insanlara verdiği nimetlerin en büyüğüdür.

Câhiliye denilen İslâm öncesi dönemde müminlerin yaşadıkları hayat, ayet-i celilede belirtildiği gibi “apaçık bir sapkınlık içinde bulunma” olarak tarif edildi. Bu apaçık sapkınlıktan onları, Yüce Rabbimiz, “kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan/tebliğ eden (mübelliğ), kötülüklerden, bâtıl inançlardan ve inançsızlıktan onları arındıran (Müzekki-mürebbi), kendilerine kitap ve hikmeti öğreten (muallim), içlerinden bir peygamber göndermekle” kurtarmıştı.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Yüce Rabbimizin emir ve yasaklarının her alanda nasıl uygulanacağını gösterme görevini, Kur’an-ı Kerim’i hayatıyla örneklendirmek suretiyle yerine getirmiştir. Yani Peygamberimizin hayatı Kur’an-ı kerim’in canlı tefsiri niteliğindedir. Bu sebeple Allah Teâlâ onu bize, herhangi bir kısıtlayıcı kayda bağlı olmaksızın mutlak yani genel bir ifade ile “en güzel hayat örneği” olarak takdim etmiş, şöyle buyurmuştur: 

“Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek (hayat modeli) vardır.” (Ahzâb,33/21)

Bu ayet-i kerimeler göstermektedir ki bütün mesele, bizim Kur’anı Kerim ile Hz. Peygamber’e hayatımızda ne kadar yer verebildiğimize ve ona ne ölçüde uyabildiğimize, ümmet olabildiğimize yani o ilahi ikram ve nimete nasıl sahip çıktığımıza bağlıdır. 

İslâm’dan önce Araplar “Câhiliye dönemi” denilen karanlık bir dönem yaşadılar. Bugün de insanlık düne göre çok daha kesif, karmaşık, evrim geçirmiş ve çok daha korkunç bir modern cahiliye dönemi yaşamaktadır. Sadece adı modern cahiliye değildir. Tıpkı küresel ölçekte Müslümanlara karşı yürütülen ve milyonlarca Müslümanın katledildiği bir 3. Dünya savaşını yaşadığımız gibi. Sadece düşmanlarımız 3. Dünya savaşı demeden katliam yapmaktadırlar.
---
اَوَلَمَّٓا اَصَابَتْكُمْ مُص۪يبَةٌ قَدْ اَصَبْتُمْ مِثْلَيْهَاۙ قُلْتُمْ اَنّٰى هٰذَاۜ قُلْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

“Düşmanınıza iki mislini verdirdiğiniz kayıp kendi başınıza gelince "Bu nereden başımıza geldi?" mi diyorsunuz? De ki: "O, kendinizdendir." Doğrusu Allah her şeye kadirdir.” (Âli İmrân,3/165.)

4- Âlemlerin Rabbi olan Allah; sancağını taşıyan ve müttakî ve muvahhid dostlarına yardım etmeyi üzerine almıştır. Ancak bu yardımı, kalplerinde iman gerçeğinin olgunlaşmasına, düzen ve hayat tarzlarında imanın gereklerini yerine getirmelerine, güçleri oranında hazırlık yapmalarına ve imkanları nisbetinde çaba sarf etmelerine bağlamıştır. İşte Sünnetullah budur. Ve Sünnetullah’ta hiç kimse kayırılmaz. Müslümanlar ne zaman bu işlerden birinde bir eksiklik yaparlarsa, bu eksikliğin sonucuna katlanmalıdırlar. Çünkü müslüman oluşları, kendileri için âdetin bozulmasını ve kanunun iptalini gerektirmez. Onlar, hayatlarının tümünü Sünnetullah’a uydurmak ve ilahi kanunlar doğrultusunda düzenlemekten dolayı müslümandırlar zaten. Burada özel iltimas beklemek meseleyi anlamamak olacaktır.

Allah’tan nimet gelince sevinen, nimet çekilince ve imtihana tabi tutulunca ümitsizliğe kapılmak, isyan etmek her şeyden önce Müslümanca bir tavır değildir.  Hakk tarafında olmak hep kazanma anlamına gelseydi bâtıl tarafında kimse kalmazdı hatta bizden önce burayı doldururlardı. Hakk ehli, hakkı tutup kaldıran, hakkı tavsiye edenlere bu yolun hep güllük  gülistanlık olacağı da hiçbir zaman söylenmedi ki insanlık tarihi boyunca Peygamberlerin ve onlara iman eden Müslümanların hayatları Kur’an’da bunu bize anlatılmaktadır. Bize va’dedilen ise şudur:

وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ /وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوَى

“Sabret! Sonuç (en güzel âkibet) , Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır (müttakîlerindir).” (Hûd,11/49; Kasas,28/83.) “Güzel âkibet (sonuç), takvâ iledir.” (Tâhâ,20/32.)

Ayette insanların zulüm ve nankörlük damarına işaret edilmiştir. İnsan öyle bir nankördür ki, başına gelen bir musibetten ötürü Rabbinin bütün nimetlerini unutabilmektedir. 

”Gerçekten insan çok zalim ve pek nankördür.”(İbrahim, 14/34)

وَإِنَّا إِذَا أَذَقْنَا الْإِنسَانَ مِنَّا رَحْمَةً فَرِحَ بِهَا وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَإِنَّ الْإِنسَانَ كَفُورٌ

“Gerçekten biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımızda ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları işler yüzünden onlara bir kötülük dokunursa, o zaman da insan pek nankördür.” (Şûrâ,42/48.)

وَإِذَا مَسَّ النَّاسَ ضُرٌّ دَعَوْا رَبَّهُم مُّنِيبِينَ إِلَيْهِ ثُمَّ إِذَا أَذَاقَهُم مِّنْهُ رَحْمَةً إِذَا فَرِيقٌ مِّنْهُم بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ

“İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, Rablerine yönelerek O’na dua ederler. Sonra Allah, onlara kendinden bir rahmet tattırınca da, bir bakarsın ki içlerinden bir grup, Rablerine ortak koşuyorlar.” (Rûm,30/33.)

Uhud Savaşı sonunda Müslümanların çoğu, Hz. Peygamber (s.a) kendi aralarında bulunduğu ve Allah'ın yardım ve desteğine sahip olduklarını düşündükleri için, kâfirlerin hiçbir şekilde kendilerini yenememelerinin gerektiğini düşünüyorlardı. Bu nedenle beklentilerinin aksine Uhud'da bir yenilgi ile karşılaştıklarında, kendi kendilerine şöyle demeye başladılar: Allah adına savaştığımız halde, İslâm'ı yıkmak için savaşan kâfirler karşısında bu yenilgiye uğramamızın sebebi nedir? Ama ayette onlara bu felâkete kendilerinin neden olduğu söyleniyor. Yani, yenilginin sebebi sizsiniz, bu felâket Allah’ın sabır ve takvâ tavsiyelerine aykırı hareket etmenizden kaynaklanmıştır.

وَمَا أَصَابَكُم مِّن مُّصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَن كَثِيرٍ

“Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ,42/30.)

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُم بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

“İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm,30/41.)

“Müslümanlar Uhud’da Hz. Peygamber’in önderliğinde ve Allah yolunda savaştıkları için galibiyete kesin gözüyle bakıyorlardı. Hz. Peygamber de onlara, sabrettikleri ve yanlış davranışlardan sakındıkları takdirde, Allah’ın yardım vaadini bildirmişti. Fakat durum beklediklerinin tersine oldu. İslâm’ı ve müslümanları yok etmek için Mekke’den gelmiş olan müşrikler karşısında içlerine sindiremeyecekleri ağır bir yenilgiye uğradılar ve “Bu nereden başımıza geldi?” diyerek yenilginin sebebini sormaya başladılar. Âyetin “De ki: O, kendinizdendir” meâlindeki bölümü bu soruya cevap vermektedir. Bununla âdeta şöyle denmiş oluyordu: Yenilginin sebebi sizsiniz. Bu felâket Allah’ın sabır ve takvâ tavsiyelerine aykırı hareket etmenizden, okçularınızın Hz. Peygamber’in ve kumandanlarının emirlerini dinlemeyip nöbet yerini terkederek ganimet toplamaya koşmalarından dolayı başınıza gelmiştir. İşte felâketin asıl sebebi budur. Yoksa bazılarının zannettiği gibi Allah vaadinden dönmüş değildir, O vaadini yerine getirmiş ve düşmana karşı size yardım etmiştir. Nitekim savaşın başında düşmanı bozguna uğratmıştınız. Ama sabırsızlık gösterdiniz ve başınıza felâketin gelmesine sebep oldunuz. Bununla birlikte Allah zafere ulaştırmaya da yenilgiye uğratmaya da kadirdir. Dileseydi bu şartlarda bile size zafer nasip ederdi. Ancak bu onun tabii kanunlarına aykırı olurdu. Ayrıca müminlerin de bir daha böyle bir hataya düşmemeleri için ders almaları gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu.”  (Kur'an Yolu Tefsiri, Cilt: 1 Sayfa: 711-712.)

Ashâb-ı kirâmın bu dersi aldığı söylense de günümüz Müslümanlarının bu dersi aldıklarını söylemek hayli güçtür.

Rabbimizin şu uyarısını da Müslümanlar olarak hiç bir zaman unutmamalıyız: “Kendi değerler sistemini bozan milletler" ise, içten gelen bir bozgunu ve perişanlığı paylaşırlar.  Uhud Savaşı da bugün Müslümanların yaşadığı bütün bozgun ve yenilgiler bizi bu ayetleri çok daha iyi düşünmeye sevk etmelidir.

إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ

“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez." (Ra'd, 13/ 11)

ذَلِكَ بِأَنَّ اللّهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا نِّعْمَةً أَنْعَمَهَا عَلَى قَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنفُسِهِمْ وَأَنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Bunun sebebi şudur: Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi davranışlar)ı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez ve şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enfâl,8/53.)

Yarın başımıza gelecekleri bu gün yaptıklarımızla satın alıyoruz! Müslümanların bugün yaşadıkları bozgun ve kaosu bu şekilde okumaları gerekmektedir.
---
وَمَٓا اَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِاِذْنِ اللّٰهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلِيَعْلَمَ الَّذ۪ينَ نَافَقُواۚ وَق۪يلَ لَهُمْ تَعَالَوْا قَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَوِ ادْفَعُواۜ قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالاً لَاتَّبَعْنَاكُمْۜ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ اَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْا۪يمَانِۚ يَقُولُونَ بِاَفْوَاهِهِمْ مَا لَيْسَ ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَۚ

“İki ordunun karşılaştığı günde başınıza gelenler, Allah’ın izniyle ve müminleri (herkesin) bilmesi içindi. Bir de münafıkları ortaya çıkarması için... Onlara, "Gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada bulunun" denildi. Onlar, "Savaş olacağını bilsek elbette size katılırız" dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Gizlediklerini Allah onlardan daha iyi bilir.” (Âli İmrân,3/166-167.)

5- Kur’ana göre hiçbir şey rastlantı sonucu ve boşuna meydana gelmemiştir. Hiçbir şey faydasız, boş yere yaratılmamış (Sâd,38/27.) ve başıboş da değildir. (Kıyâme,75/36.) Her hareket, şu evrenin yaradılışında planlanmış ve kendisine özgü sebep ve sonuçları olan bir kadere (ölçü ve dengeye) göre hareket etmektedir. (Kamer,54/49.)  Uhud savaşında meydana gelen bu olaylar da bize  örnek olarak verilmektedir. Kuşkusuz yüce Allah müslümanlara, zafer (Bedir) ve yenilgi (Uhud) hakkındaki sünneti ve şartını öğretmişti. Onlar da bu sünnet ve şarta aykırı hareket etmişlerdi. Bunun sonucunda da acı ve yaralarla karşılaşmışlardı. Ancak mesele bu noktada bitmiyor, çünkü bu karşı çıkmanın ve acı çekmenin ötesinde, saftaki müminlerle münafıkların ayrılması, mümin kalplerin arındırılması, düşünce bulanıklığından, zaaf ve eksikliklerden temizlenmesine ilişkin Allah’ın kaderinin gerçekleşmesi yer almaktadır.

Allah’ın gönderdiği dine teslim olan ve bütün hayatında onu uygulayan müslümanlara yardım edip onları gözetmek, sonuçta acılarını tatmış olsalar bile işledikleri hataları nihai hayırlarına bir araç kılmak Allah’ın bir lütfudur. Müslümana her hâlükarda kazanma imkanı tanınmıştır.

Rabbimiz bizlere imandan çok küfre yakın olan, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söyleyen münafıkları haber vermektedir. Münafıkların en iyi tanınacağı alanlardan birisi, kesinlikle cihad meydanından kaçmalarıdır.
---
اَلَّذ۪ينَ قَالُوا لِاِخْوَانِهِمْ وَقَعَدُوا لَوْ اَطَاعُونَا مَا قُتِلُواۜ قُلْ فَادْرَؤُ۫ا عَنْ اَنْفُسِكُمُ الْمَوْتَ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

“Onlar, oturup kardeşleri hakkında, "Bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi" diyenlerdir. De ki: "Eğer sözünüzde doğru iseniz, ölümü başınızdan savın!" (Âli İmrân,3/168.)

6- Allah, Uhud Savaşı imtihanı ile Müminleri münafıklardan ayırmış ve ortaya çıkarmıştır. Rabbimiz devam eden ayetlerde, münafıklar "savaş olacağını bilsek elbette size katılırız" diye yalan söyleyen ve bu sözleri ile  müslüman askerleri savaştan kaçmaya teşvik eden, imandan çok küfre yakın olan, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söyleyen; Uhud Savaşından kaçmak sureti ile İslam ordusunu bölerek ayrılmalarında bir hikmet ve maslahat olduğunu, Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) itaat edip uymakta da bir zarar ve ziyan olduğu zehirli fitnesini yaymak istiyorlardı. Müslümanlar savaşı kaybedince de şehitler için "bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi" diyerek, şehid ailesi ve arkadaşlarının kalplerine sarsıntı ve hayıflanma duygularını ekmek isteyen, şehit olanları küçümseyen, onların öldürülmelerine sevinen ve fitne üretmeye devam eden her dönemin en aşağılık tipleri olan Münafıkları Rabbimiz  bizlere haber vermiştir.  

Münafıklar, vatana saldırmış olan düşmana karşı savaşarak şerefle ölmeyi değil de, savaştan kaçarak alçakça ölmeyi tercih etmişler ve şerefle şehit olmak yerine zillet içinde yaşamayı seçmişlerdir. Bugün de durum aynıdır. Münafık ve kafir konumunu korurken Müslümanların kendilerine gelip sorumluluklarını yerine getirmeleri beklenmektedir.
---
وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتاًۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَۙ فَرِح۪ينَ بِمَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۙ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذ۪ينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْۙ اَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۢ يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَفَضْلٍۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُؤْمِن۪ينَۚ

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lutuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar Allah’tan gelen bir nimet, bir lutuf sebebiyle ve Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesi ile de sevinç içerisindedirler.” (Âli İmrân,3/169-171.)

7- Mü’minler Allah yolunda öldürülenlere, şehitlere "ölü" demezler; çünkü ölü, hayatı sona eren, duyuları yok olan, bu nedenle hiçbir şeyi algılayamayan kimse demektir; oysa Allah yolunda öldürülenler böyle değillerdir; bilakis onların, keyfiyetini sadece Allah’ın bildiği bir şekilde diri olduklarına iman ederler. Şehitler bizim gibi insandırlar. Öldürülüyorlar, dış görünüşünü bildiğimiz hayattan kopuyorlar. Bize göründüğü kadarıyla hayattan ayrılıyorlar. Ayette Rabbimiz bizlere, şehitlerin Allah’ın rızkını sevinerek karşıladıklarını çünkü onlar bunun yüce Allah’ın kendilerine karşı bir lütfu algıladıklarını haber veriyor. Bu lütuf ise, yüce Allah’ın onlara kendi yolunda öldürülmesinden hoşnut olduğunun kanıtıdır. 

Şehitler bilirler ki, Allâh’ın mağfireti ve rahmeti münafık, kafir ve müşriklerin dünyalık nâmına  topladıkları her şeyden daha hayırlıdır. Rabbimiz Müslümanı da, şehitlik veya zafer olmak üzere iki güzelliğin peşinden koşan ve bu iki güzellikten birine kavuşan kimse olarak tarif ediyor. Hayatını Rabbinin râzı olduğu bir şekilde yaşamak ve yeri-zamanı geldiğinde de, Allah’ın razı olacağı bir biçimde cihâd edebilmek sonra  da şehâdete kavuşabilmek her Müslüman için bir özlemdir. Allah yolunda şehit olabilmeyi Allah’ın son elçisi Muhammed Mustafa (sav) Peygamber olmasına rağmen arzulamıştır. (Buhârî, Îman, 26; Müslim, İmâre, 103, 107)

وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاء وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ

“Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” (Bakara,2/154.)

وَلَئِنْ قُتِلْتُمْ فِى سَبِيلِ اللهِ اَوْ مُتُّمْ لَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللهِ وَرَحْمَةٌ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

“Eğer Allâh yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki Allâh’ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün her şeyden daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 157)

قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَا إِلاَّ إِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ وَنَحْنُ نَتَرَبَّصُ بِكُمْ أَن يُصِيبَكُمُ اللّهُ بِعَذَابٍ مِّنْ عِندِهِ أَوْ بِأَيْدِينَا فَتَرَبَّصُواْ إِنَّا مَعَكُم مُّتَرَبِّصُونَ
“De ki: Bizim için siz, (şehitlik veya zafer olmak üzere) ancak iki güzellikten birini bekleyebilirsiniz. Biz de, Allah’ın kendi katından veya bizim ellerimizle size ulaştıracağı bir azabı bekliyoruz. Haydi bekleyedurun. Şüphesiz biz de sizinle birlikte beklemekteyiz.” (Tevbe, 9/52)

وَقَالَ عُمَرُ: «اللَّهُمَّ ارْزُقْنِي شَهَادَةً فِي بَلَدِ رَسُولِكَ»

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da: “Allâh’ım, beni yolunda şehîd olmak ve Rasûlü’nün beldesinde ölmekle bahtiyar kıl!” diye temennîde bulunurdu. (Buhârî, Fedâilü’l-Medîne, 12)

Şehitler ve şehitlikle alakalı olarak daha geniş bilgi için Hadis kaynaklarına müracat edilebilir.
---
اَلَّذ۪ينَ اسْتَجَابُوا لِلّٰهِ وَالرَّسُولِ مِنْ بَعْدِ مَٓا اَصَابَهُمُ الْقَرْحُۜ لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا مِنْهُمْ وَاتَّقَوْا اَجْرٌ عَظ۪يمٌۚ

“Bunca yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve peygamberin çağrısına koşanlar var ya işte onlardan bu güzel davranışta bulunan ve karşı gelmekten sakınanlar için de büyük mükâfat vardır.” (Âli İmrân,3/172.)

8- Bu ayet, çok kritik bir dönemde, bozguna uğramalarına ve çok ciddi sarsılmalarına rağmen Kureyşlilerin peşinden gitmekte olan Hz. Peygamber'e (s.a) eşlik eden, Allah’tan başka güvence tanımayan, Allah’tan hoşnut olan, O’nunla yetinen, imanın tad ve lezzetini almış, zorluk karşısında imanları artan ve insanların kendilerini düşmandan korkutmaları karşısında “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyen samimi ve muttaki müslümanları kastediyor.

Çok kritik bir durum olmasına rağmen müminler ve Allah'a bağlı kullar, çağrıya cevap verdiler. Zaten Uhud ile birlikte münafıkların ayrılması ve başka bir çok imtihan yaşamıştı Müslümanlar. İmtihan devam ediyor ve Müslümanlar yine Allah’a itaat ederek kazanıyorlar. Münafıklar bu sefere katılmaları engellenmekle ikinci defa Müslümanlardan ayrılıyorlar. Zahmetini çekmediği, bedelini ödemediği zaferin üstüne konmak münafıkların en iyi yaptığı işlerdendir ama bu fırsat onlara tanınmamıştır. Münafık her dönemde başaranın ve kazananın yanında konuçlanmayı becerebilen ve gemisini yürütebilen, asıl iğrenç niyetini gizleyip kendisini sûreti haktan gibi pazarlayabilen insanımsı varlıklardır. Bugün de böyledir… Bunun içinde omurgasız ve hiçbir insani değere sahip olmayan münafığı cehennemin tâ dibinde, hak ettiği konforlu (!) bir yaşam beklemektedir. (Nisâ,4/145.)

“Tarihî kaynaklara göre Uhud Savaşı sona erdiğinde Kureyş ordusu Mekke’ye dönmek üzere yola çıkmış, ancak Revhâ denilen yere geldiklerinde müslümanların tamamını imha etme imkânı doğduğu halde bu durumu değerlendirmediklerine pişman olmuşlar ve bütün müslümanları imha etmek üzere dönüp Medine’ye saldırmak istemişlerdi. Ne var ki buna cesaret edemeyip Mekke istikametinde yollarına devam ettiler. Öte yandan Hz. Peygamber de düşmanın böyle bir fırsatı değerlendirmeyi düşünebileceğini tahmin ederek gereken tedbiri almak üzere arkadaşlarını topladı ve Kureyş ordusunu takip etmenin gerekli olduğunu anlattı. Müslümanlar yorgun, bitkin ve yaralı olmalarına rağmen büyük bir cesaret ve feragat göstererek Allah Resûlü’nün çağrısına uydular. Ancak Hz. Peygamber bu takibe bir gün önce savaşta bulunanların dışında yalnızca Câbir b. Abdullah’a izin verdi. Hz. Peygamber savaşa katılmış olanlardan 200 kişilik bir kuvvetle yola çıkıp Medine’ye yaklaşık 15 km. uzaklıktaki Hamrâülesed denilen yere gelerek burada üç gün kaldı. Bazı kaynaklarda Hz. Peygamber’le birlikte gidenlerin yetmiş kişi olduğu belirtilmektedir. Düşmanın çekilip gittiğini öğrenince o da Medine’ye döndü. İşte bu âyet o çetin şartlarda ve yaralı olmalarına rağmen Hz. Peygamber’in çağrısına uyarak düşmanı takip eden müminler hakkında inmiştir. Yüce Allah müminlerin bu davranışlarının güzel ve kendi rızâsına uygun olduğuna işaret buyurmakta, bu sebeple kendilerine büyük bir mükâfat verileceğini bildirmektedir.” (Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri, Cilt: 1 Sayfa: 715-716)

---
اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَاناًۗ وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

“Birtakım insanlar onlara, "İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun" dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" diye cevap verdiler.” (Âli İmrân,3/173.)

9- Ayet, her kesi kendileri gibi korkak ve aşağılık bir varlık kabul eden, “Hasbünallahü ve ni‘me’l-vekîl” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) diyen, Allah ve Resûlü’ne olan imanlarını, güvenlerini ve kararlılıklarını ispat etmiş, Allah’ın dışında ne ölümden ne başka bir şeyden korkmayan Müslümanları korkutabileceklerini zanneden zavallıları anlatmaktadır. Bize örnek olarak anlatılan Müslümanca duruş ne güzel onurlu ve izzetli bir duruştur. Bâtılın bütün tehditlerine rağmen imanları artarak, bâtıla zerre miktarınca eyvallah demeyen, bırakın korkmayı “elinizden geleni yapın” diyerek (şehitlik veya zafer olmak üzere) iki güzel şeyden birini bekleyen Müslüman tavrıdır. Ne şeytanın ne de şeytanın milisleri olan bâtıl güçlerinin buna tahammülü yoktur.  

Bugün eksikliğini hissettiğimiz Müslüman bilinci de böyle bir şeydir. Bugün “Allah bize yeter!” diyebilen,  sadece Allah’tan korkan, Rabbine dayanan, güvenen ve tevekkül eden Müslümanlara ihtiyaç vardır. Mesele âlemlerin Rabbi olan Allah’ın bizimle olmasıdır, bizim bunu hak edecek bir yaşam sergilememizdir. Ya Allah bizimle olmazsa ne olur bunu düşünmeleri gerekir Müslümanların…

Şeytanın dostları, korku ve endişe perdesi altında, terör ve zorbalığın gölgesinde, yeryüzünde onun direktiflerini uygulamaktadırlar. Hakk’ın, doğruluğun ve adaletin sesini gizlemek hatta hakkı susturmak isterler. Hileci, aldatıcı ve hain şeytan, dost ve milislerinin arkasına gizlenir, vesvesesine râm edemediği kimselerin gönüllerine onlarla korku salmak ister. 

İşte burada yüce Allah O’nun hile ve tuzaklarını ortaya çıkarmakta ve ondan sakınabilmeleri için onun gerçek mahiyetini, hile ve tuzaklarının gerçek durumunu müminlere göstermektedir. O halde Müslümanlar şeytanın dostlarından çekinmemelidirler ve onlardan korkmamalıdırlar. Şeytan ve avânesi, Rabbine sığınan, O’nun gücüne dayanan müminin kendilerinden korkmayacağı kadar zayıftırlar. Kuşkusuz, korkulup endişe duyulacak tek güç, fayda ve zarar dokundurabilen güçtür. O da Allah’ın gücüdür.
---
فَانْقَلَبُوا بِنِعْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُٓوءٌۙ وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ ذُو فَضْلٍ عَظ۪يمٍ

“Bunun üzerine Allah’ın lutuf ve keremiyle kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan geri döndüler Allah’ın rızâsına da uymuş oldular. Allah büyük lutuf sahibidir.” (Âli İmrân,3/174.)

10-  Müslümana yakışan bir tavırla, daha dün saflarda ve düşüncelerde baş gösteren kararsızlık ve kargaşadan kurtularak, toparlanıp güçlenerek, yalnız ve yalnız Allah’tan korkarak, heybet ve izzetle; Allah’ın rızasını da kazanmış ve bir imtihanın da hakkını vererek,  Müslümanlar şerefli bir şekilde Medine’ye geri döndüler. Kuşkusuz acı tecrübeler, olayların şiddetle sarstığı ruhlara yapacağını yapmıştır. Kapalılık giderilmiş, kalpler uyandırılmış, ayaklar sabitleşmiş ve ruhlar azim ve kararlılıkla dolmuştur. Müslümanlara kazanma yöntemleri öğretilmiştir.
---
اِنَّمَا ذٰلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ اَوْلِيَٓاءَهُۖ فَلَا تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ

“Bakın, bu şeytan ancak kendi yandaşlarını korkutur. Mümin iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (Âli İmrân,3/175.)

11- Kur’ân-ı Kerim her şeyden önce İblis’i ve dolayısıyla şeytanı insanın düşmanı olarak göstermiştir. Kur’an’ın şeytan’a yüklediği temel nitelikler onu karşımıza kötülüğün temsilcisi olarak çıkarır. Onun bütün varlığı insanların sürekli kötülük peşinde koşan tarafınca temsil edilmektedir. İnsanın kalbinde ve zihninde onu iyilikten uzaklaştırıp kötülükle meşgul eden, sürekli çatışma halinde tutan, zihnini ve kalbini hiçbir zaman sükûnete erdirmeyen şeytan; insanın içindeki ikinci bir kişi gibi hareket etmekte, onu vesveseleriyle ele geçirmeye çalışmaktadır. Şeytanın faaliyeti olarak gösterilen her şey, insanın içindeki arzuları tetiklemek, cazip göstermek şeklinde kendini göstermektedir. 

“Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürterse, Allah’a sığın…” (A’raf,7/200.) 

Şeytanın dürtmesi ise, insanın aklını işletmeyerek içgüdülerinin kontrolüne girmesi ve insani tarafını bırakarak beşeri/alçak güçlerinin peşine takılmasını ifade eder. Gariptir ki şeytan (insanın şer tarafı) gücünü yine insanın zaafiyetinden alır, kendi gücü yoktur. Şeytanın en güçlü olduğu an, insanın en zayıf olduğu ana denk düşer. Kıyamet günü şeytan bütün çalışmalarına karşılık, bir sonuç elde edemediğini ve insanlar üzerinde bir güce sahip olmadığını itiraf edecektir. Zira şeytan insanlara aldatmadan başka hiçbir şey vaat etmez (İsra,17/64) ve şeytanın hilesi zayıftır.( Nisa,4/76.)

Şeytanın propagandasına aldanarak korkanlar, onun dostları olan münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan imanı zayıf kimselerdir. Müslüman ise sahibi, mevlâsı Allah iken ve Allah ona yeter iken şeytana pirim vermeyen insandır.  Müminler, “Allah’tan korkan, başka hiç kimseden korkmayan kimselerdir.” (Ahzâb,33/39.)[8] "...Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah'tır." (Tevbe, 9/13).[9]
---



<<Önceki                     Sonraki>>


Ahmet Hocazâde, 06.11.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Muhâfız ya da Muârız'a dair

Ahmet Hocazâde Yazıları



[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
[3] فَذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلاَّ الضَّلاَلُ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ 
[4] بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ 
[5] وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
[6] قُلْ جَاء الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ
[7] وَيَمْحُ اللَّهُ الْبَاطِلَ وَيُحِقُّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ
[8] وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ أَحَدًا إِلَّا اللَّهَ
[9] أَتَخْشَوْنَهُمْ فَاللّهُ أَحَقُّ أَن تَخْشَوْهُ إِن كُنتُم مُّؤُمِنِينَ 




Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz

Seçkin Deniz Twitter Akışı