"Sahip olduklarımız, sahip olduğumuzu sandıklarımız, çizgilerinde kendimizi tanımlayarak var ettiğimiz malımız mülkümüz veya mülksüzlüğümüz… Eski yağmurları daha güzel gösteren, durulanmaya açık bakışımız, kul hakkı adına tedirgin bilincimizdi elbette."
Hayat bazen kendine ait cümlelerin peşinde süren zahmetli ancak umut dolu bir yolculuk gibi yaşanıyor, bazen ise bastırılan kelimelerin özrünü ve utancını yansıtan suskunluklar, geri çekilmeler, sakatlıklarla.
Güz sahneleri yağmurla, fırtınayla, rengârenk yaprak selleriyle hiç değişmemesi gereken üzerine sorular sorduruyor, ancak bizim bakışımız meşgul. Ne yapmalı? Kırmızı şeftali, sarı ceviz, sarı-kahve dut ağacı yaprakları… Ekim, Kasım yeni başlangıçlara çağırıyor ya da yeni kaçma sebeplerine.
Geri gelsin de başka bir söz söyleyelim, denir ya hep… Güz, solmakta olan güzellikleri fark etmenin mevsimi. Kaçırılan anların oluşturduğu bir perde yüzünden giderek köreliyor bakışlarımız, öyle değil mi? Anlayışımıza layık olanları her zaman daha uzakta olanlardan seçiyoruz, bir de bu var. Soyut insan sevgisi, diyordu Tolstoy.
Sürekli bir “şimdi”yi yaşayamama hali nedeniyle maziyi yüceltiyor, geçmişin sahnelerini daha sahih ve yaşanmaya değer buluyoruz. Şimdiki zamanın kısırlığından usanarak uzakları özlüyoruz. Geçip gitsek, gidebilsek, her şey bambaşka olur muydu? Yutkunmamıza sebep olan utanç verici sahneler ve olgulara ilişkin suskunluklar, görülmesi gerekene yabancılaştırıyor bakışlarımızı. Zamanında söylenememiş sözler yüzünden ise sağırlaşıyor kalbimiz. Başkalarının haksızlığını tescilleyen ittifaklar üzerinden kendi halimizi tarifi sürdürdükçe aslında ne olduğumuzu, nasıl olduğumuzu unutur hale geliyoruz. Mazlumiyetin sonsuz rövanşının tesellileri, kinleri, hırsları… Hayat ve ötesi çok daha fazlasını talep ediyor.
Gündelik hayatın akışı içinde vazifelerimiz var; alışkanlıklarımız, randevularımız, programlarımız var. Korunmayı sağlayan maskelerimizin yanı sıra iş gibi, sosyal faaliyet veya hobi gibi sığınaklarımız var. Kemikleşmiş ilişki ağlarının tahammülü nedeniyle kusurlarımızla yüzleşmeyi ola ki daha serbest zamanlara erteliyoruz. Yolculuk çevre bağlarını silikleştirdiği için de kendimizi daha yansız bir şekilde fark etmemizi sağlıyor. Uzak bir bahçenin renkleri arasında daha berrak görünüyor her anlama çekilebilecek başlıklar. Mümkün olduğu kadar az eşya, mümkün olduğu kadar az söz… Tek yıldızının farkında olmayan salaş otel tertemiz çarşaflarıyla sevindiriyor. Bir sohbet uzayıp gittiğinde kalkmam gerektiğini düşünmüyorum. Yazı saatlerine ilişkin refleksleri terk ediyorum huzursuzluk hissetmeden.
Yolculuk sırasında insan, Albert Camus’nün Tersi ve Yüzü öykülerinin birinde anlattığı şekilde “benliğinin iç dekorlarının” yıkılmasının oluşturduğu yeni bir öğrenme sürecine açılıyor. Vazgeçilmezlerin sırası değişiyor, bahaneler kadar korkular da başka bir bağlama ait görünüyor. Neredeydim bir zamanlar ve şimdi hangi noktaya geri döndüm? Döndüm mü? Kalabalığı çekilmiş bir evde eski günlerin seslerini umarak dolaşan bir ihtiyarın feri çekilmiş gözlerindeki tanıma ışığı, bir bağ evine götüren yolda toprağa karışmaya çalışan kararmış ceviz kabukları, unutuldukları köşede hayata tutunmayı başaran hanımeli dalları, selamın bir şey ifade ettiğini gösteren karşılaşmalar… Eski bir fotoğrafta dile gelen gençlik hayalleri, bir duvarın kenarında unutulmuş resmin çizgileri, aşınmış bir tahta basamakta bırakılmış ayak izlerinin uğultusu… Yol manzaraları unutulmaya terk edilenlerin sebep olduğu iç sızısını canlandırıyor.
Umutsuzluğu ölümcül kılan, kardeş bildiğine dayanamaz oluşun elden ayaktan düşüren tedirginliği. Başkalarının kalbini ve onurunu kırarak kazanılmış zaferlerin peşine düşenler dostumuz, kardeşimiz olamıyor. Ve evet, elbette, hatalarımızla yüzleşmeden umut etmeye hakkımız yok. Bir acı yaşanırken nerelerdeydin, imdat çığlığı kulaklarına ulaşmamış olabilir mi… Değişen manzara elbette meşgul ediyor, ama gösteriyor da: Mazlumun aynadaki yüzü sürekli değişiyor. Yüzlerce kez yazılması gerekiyor bazı cümlelerin: Kendini sonuna kadar haklı hissediyor olabilirsin geçmişin acıları nedeniyle, ne var ki bu haklılık ancak başkalarının acısını görme sorumluluğuyla bir değer üretebilir.
İnsanın kendini görmesine izin vermeyen ne çok kabuğu, ne çok aşağılara çeken ağırlığı var gündelik hayatında! Eklemler kireçlenmiyor yalnızca, fikirler de kireçleniyor, yürek de… Geniş KHK çuvalına atılan kimliğiyle işinden gücünden olan ailelerin dramları ne ölçüde yer tutuyor gündemimizde? 28 Şubat’ı oluşturan dehşetin asli hedefi olanlar, kurgulanmış suçlarla mahkûm edilmenin ne anlama geldiğini unutmamışlardır. “Bana en dürüst adamın eliyle yazılmış iki cümle verseniz onlarda bile onu asacak bir sebep bulurum” dermiş ya Richelieu… (Özgürlüğe Kaçışım sf.104)
Sürekli insan kaybediliyor bu topraklarda, çeşitli damgalar vurularak. Önüne gelene hain denilirken, gerçek hainler kayboluyor kargaşada. Suçu tanımlamayı suçluyu tanımayı zorlaştırıyor linç ekiplerinin öncelikleri.
İnsanlığımız bir insanı kazanmakla gelişiyor oysa, kaybetme yollarını bir öyle bir böyle genişletmekle değil. Yolculuk dönüşü karşıma ilk çıkan haber oldu, altı askerin acısı. Gelecek kuşaklara ve Hayatı Bağışlayan’a borçlanmaya devam ediyoruz.
Sahip olduklarımız, sahip olduğumuzu sandıklarımız, çizgilerinde kendimizi tanımlayarak var ettiğimiz malımız mülkümüz veya mülksüzlüğümüz… Eski yağmurları daha güzel gösteren, durulanmaya açık bakışımız, kul hakkı adına tedirgin bilincimizdi elbette.
Cihan Aktaş, 11.11.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.