بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Yazmak, yazamaya niyetlenmek, yazmak için kendimi ikna etmek kolay olmadı. Kendimi bildim bileli bir şekilde okuyordum, gerektiğinde konuşuyordum da. Yazmak pek de aklımıza gelen bir şey olmamıştı. Hem zaten birileri yazıyordu ve yazmak kim biz kimdik? Biz de dünya da büyük bir türbülansa girmiştik, kaos âdiyattan olmuştu.
Coğrafyamızın ve Türkiye’nin karşılaştığı meseleler, problemlerin çeşitliliği ve de yazanların birkısmının çok ciddi güven kaybına ve hayal kırıklığına yol açmaları, hatta dayanılmaz hale gelmeleri büyük bir problemdi. Yazabilenlerin bir kısmındaki kibir ve samimiyetsizlik, riyakarlık, ahlaksızlık, dertsizlik ve cehâlet artık katlanılamaz boyutlara ulaşmıştı.
15 Temmuz hain işgal girişiminden sonra zaten memlekette din, tarih, medeniyet, siyaset, uluslararası ilişkiler, ahlak, adalet vb. tartışmaya konu edilmişti. Hemen her şeyde bir sahihlik ve samimiyet sorgulaması baş gösterdi.
Aslında bu iyi bir gelişmeydi, insanlar sonunda neyi kaybettiklerini ve neyden uzaklaştıklarını hatırlayabileceklerdi. Bu sorgulama testinden geçerken insanlar, eski yapıların ve anlayışların çok ciddi bir şekilde hırpalandığına, zayıflığına, köhneleşmişliğine ve yetersizliğine de şahit olmuşlardı. Eski hâl muhâldi artık.
Dünya gerçekten çok hızlı bir şekilde değişiyordu. Yazarlar, düşünürler ve akademisyenler bile bu hıza yetişmekte, bu olağanüstü kırılmaları ve ardından gelen artçı sarsıntıları anlamakta ve açıklamakta zorlanıyorlardı. Bodoslama dalanların ise eskiden olduğu gibi “vardır bir bildiği” denilip saygı duyulmuyordu, somut, mantıklı ve tutarlı çözümler isteniyordu.
Din algısı başta olmak üzere bir çok alanda artık birbirimize propaganda yapmak yeterli değildi, özellikle 'din' diye aktarılan ama Kur’an ve Sünnet ile artık zorlansa da alakası kurulamayan; din diye içine mistik bâtinî yorumların –ki en tehlikelisi, hissettirmeden yok ediyor-, Şiiliğin ve Vahhabiliğin zerk edildiği ve din diye pazarlandığı şeyler eskisi kadar müşteri bulamıyordu. Aslında insanları sömüren din simsarlarının ayaklarındaki zemin kayıyordu ya da eskisi sağlam olmayacaktı.
Bir şeylerin yanlış gittiğini hepimiz fark ediyorduk, ama hiç birimiz bu yanlışlığın günahını üzerimize almak da istemiyorduk. Ama topu daha fazla aramızda çeviremiyorduk da. 15 Temmuz sonrası can havliyle dünyanın en alçak, en kirli ve en şeytani terör örgütü olan FETÖ’ye ihale edip rahatlamak istedik, ama olmuyordu çünkü aynı sapkın ve sömürü düzeninin kirli çarklarından mamul bir sürü yapılanma ve anlayış vardı.
Bu Allah adına Allah ile aldatan, Allah’ı, kitabını ve elçisini hiç çekinmeden kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmeyen bir zihniyetti. Aslında FETÖ de işi yönetime tabi olamaya kadar götürmeseydi her şey güllük gülistanlık bir şekilde kabul edilip gidecekti. Ama bu dinin sahibi olan âlemlerin Rabbi olan Allah buna daha fazla izin vermedi.
Sonra Diyanet’in ve üniversitelerin de yetersiz kaldıkları hakikati görüldü. Bununla beraber bu yetersizliğe rağmen FETÖ ve benzer yapıların, öz/hakiki Ehl-i Sünnet pazarlamacıları olan bâtinilerin nefret ve hainlikle saldırılarına şahit olduk.
Geldiğimiz noktada devlet Diyanet İşleri Başkanlığı’na gerekli her türlü desteği verip, kuruma müdahaleyi en asgari dereceye indirip hakem konumunda bulunmalı ve hesap sormalıdır. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı uluslararası düzeye çıkartılıpp, coğrafyamızdaki az da olsa savrulmamış Müslüman alimler de bu yapının içinde görevlendirilmelidir.
Sivil toplum olarak geçen cemaatlere kendi alanlarında kalmaları ve şeffaf olup hakikati tekellerine almamaları, bâtinilik ve aşırılıkları terk etmeleri ile gerektiği vurgulanmalı, devlet kesinlikle herhangi bir yapıya pozitif ayrımcılık yapmamalıdır. FETÖ örneğinde olduğu gibi iş işten geçmeden istihbarat örgütlerinin bu yapıları kullanıp kullanmadığı da tespit edilmelidir. Bu sorgulama ve denetimi de Diyanet İşleri Başkanlığı yapmalıdır.
Gözlerimizin önünde milyonlarca Müslüman katledilmiş, milyonlarcası vatanlarından tehcir edilmiş, binlercesine işkence yapılmış iken ve küresel barbar katiller olan Amerika, İngiltere, Avrupa, İsrail ve Rusya kadar tehlikeli olan ev zencisi Suud ve İran’ın ihanet ve zulümleri ortada iken Müslümanların Kur’an ve Sünnet etrafında birleşmeleri- bu arada saydığım tüm bâtini cemaatler de zaten biz Kur’an ve Sünnet dışındayız demiyorlar- safları birleştirmek, “tevhid-vahdet-takva-adalet-merhamet” etrafında birleşmeleri gerekmektedir.
İslam’a ve Müslümanlara küresel ölçekte böyle bir savaş sürdürülürken “ehem-mühim” meselesi önem arz etmektedir. Bu ümmete hainlerden daha çok ahmaklar zarar vermektedir. Ki düşmana hizmet etmek için illa hain olmaya gerek yok, ahmak olmak da onlar için yeterlidir. Yani hem ihanetle hem de cehâletle mücadele etmek zorundayız.
Aslında ben niye yazmaya karar verdiğimi yazacaktım değil mi? Evet her şeye rağmen ümitliyim, kendimize güvenerek değil bu dinin sahibi olan Allah’a, mevlâmıza güvenerek. Bu dinin sahibi O. Bizle ya da bizsiz bu dini koruyacaktır, biz nerede konuşlanacağız, tekrar bu şerefe layık olacak mıyız; bu mühimdir.
Bu arada bu yazmaya alışma döneminde “üzüntü ve sevinç” konuları ile ilgili yazmam gerekiyordu alışmak için. Gözlem yaparak deneme ve makale yazmam gerekiyordu, ama bunun benim için kolay olmadığını söylemem gerekiyor. Ne yazacaktım, nasıl yazacaktım? Sonra kırık-dökük cümlelerimle yazmaya çalıştım.
Evet, dertli, tek başına belki onlarca kişinin yaptığı işi yapmaya çalışan ve bunu da her hangi bir destek almadan ve Allah için yapan bir kardeşin yönlendirmesi, hatta biraz zorlaması ile yazmaya karar verdim. İlk başta zorlandım, hatta yazmaya çalışmayı bırakmayı düşündüm, ama ustam bırakmadı beni.
Ben yedi milyarı aşkın insandan sadece bir tanesiyim ve kâinattaki zerreler adedince hamdolsun ki Rabbim size olduğu gibi bana da Müslüman olma şerefini nasip etti. Peki, ben yazacak mıyım? Evet inşallah.
Bu yedi milyar insanın farkında olmadığı kadar gözümüz de zihnimiz de açık ve tetikte. Hepiniz gibi ben de olan şeyleri takip etmeye, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum. Amatörce bir Müslüman kardeşiniz olarak yazmaya çalışacağım. Hatam, yanlışım olabilir ama ne Rabbime ne de Müslümanlara ihanet etmeden yazmaya çalışacağım inşallah.
Tabi ki “sanat sanat içindir” safsatasını bir kenara koyup bunu Allah için yapmaya çalışacağım, hepiniz gibi ben de Rabbim beni sevsin, razı olsun, sırât-ı müstakimden ayırmasın ve cenneti nasip etsin istiyorum. Hepiniz gibi ben de Peygamberler, sıddîk, şehit ve salihlerle yoldaş olmak, aynı yolun yolcusu ve aynı davan neferi olmak istiyorum.
“Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’âm,6/162.) Namazım, ibadetlerim, yaşamım, ölümüm nasıl Allah içinse basit karalamalarım da Allah içindir.
Hiçbir şey vaat etmiyorum, ben de sizin gibi bu dünya imtihanında başarılı olmak istiyorum, kendi gördüklerimi ve fikirlerimi yazmaya çalışacağım. İnsanım hata yapabilir, yanılabilirim ama hatamı fark etmeye çalışırım ve hatamda ısrar etmem.
Ben yazabiliyorsam benden çok daha güzel insanlar da yazabilirler.
Bu arada diyebilirsiniz oradan oraya atlıyorsun…Dedim ya ben acemi bir yazarım ve çalışmaların devam edecek, hâlâ bir çırağım…
Ne demişti Allah’ın elçisi, en güzel örneğimiz Muhammed Mustafa (sav): “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a da şükretmez.” (Tirmizî, Birr, 35)
Seçkin Deniz Bey’e ve Sonsuz Ark’a sonsuz teşekkürler.
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.