" Evin bahçesinde yetişip de dünyanın dört bir tarafına dağılan çocuklar albümlerde kendi çocuklarına göstereceklerdi çiçek saksılarını, kuşlar yemesin diye özel kılıflara yerleştirilen üzüm salkımlarıyla kaplı duvarları, renkleri halı desenlerine vuran çiçekleri…"
Düğünlerde baş köşede oturtulurlardı. Danışılır, arabuluculuklarına başvurulurdu. İki kız kardeş, 67 yıl aynı çatı altında sulh içinde yaşamamışlar mıydı, çoluk çocuklarıyla…
İkamet ettikleri ev çarşıya yakındı, ana caddeye bir kapıyla açılan ara bir sokakla ulaşılıyordu. İki katlı evin üst katı ailenin evli çiftine ve misafirlere, giriş katı ise dul kız kardeş/elti ve çocuklarına ayrılmıştı. Karışıklığı şöyle izah edeyim: İki kız kardeş, iki erkek kardeşle evlenmişti. Üst katta daha genç olan çift kalıyordu, alt katta ise daha yaşlı çift.
Önce yaşlı çiftin erkeği vefat etti, dünyaya gelen dört çocuğun ardından. (Vefat eden ağabeyin önceki evliliğinden de üç çocuğu bulunuyordu). Genç çift yaşlı çiftin çocuklarını koruma altına aldı, elbet kardeş/elti/baldız ile birlikte. Fakat korumadan öte geçen bir saygı ve sevgiyle yaşlı abla, evin idaresinde büyük pay sahibi kılındı. Geniş bir aileydiler. Otuz yıl kadar önce, benim o eve ilk gittiğim tarihlerde gün boyu kapı tokmağı çalınır, komşular, akrabalar, evli çocuklar, onların çocukları gelir giderdi. Sofra her zaman kalabalıklar için kurulurdu. Ansızın gelebilecek misafire dönük bir hazırlık da eksik olmazdı. Hamam ve çamaşırhane bodrum kattaydı. Bir ziyaret sırasında, hamam ve çamaşırhanenin olduğu bodrum kattan üst kata koşuşturma içinde olurdu genç hanımlar.
Mutfak işlerinde kayınvalidem Zekiye Hanım’ın bir ağırlığı vardı. Sofra süsleme, salatalar, sebze çorbaları, kuymak pişirmenin incelikleri… Ancak ev ziyaretleri için çıkardı evden kayınvalidem, bir de sık yapılan yolculuklar için tabii. Mustarip olduğu migren atakları, yaşamadığı başka bir hayata ait düşüncelerin metaforu gibi gelirdi bana.
Rengârenk tarhlar, saksılar, Trabzon hurması, şeftaliler ve duvarlardaki asmalar… Safiye teyze bahçedeki bin bir çiçeğin ve ağaçların ihtiyaçları ve intizamıyla ilgilenirdi. “Güzel bakan güzel görür” onun sözüydü. Güzel olan her şeye karşı hassas, nezaket sahibi Safiye hala, tahsil görseydi siyasette yüksek bir mertebeye ulaşabilirdi de. Yirmi beş sene önce Urumiye’de pastörize süt pahalandığında belediyeyi protesto eden kadınlara akıl verdiğini hatırlıyorum. Geniş aileyi kayınbiraderiyle yönetti, karar verici konumdaydı. Kayınvalidem olan Zekiye Usuli, bunu sorgulamadı. Birbirlerini idare ederek on iki çocuğu hayata kazandırdılar.
İki kadın da âlim çıkartan bir aileye mensup oldukları halde okula gönderilmemişlerdi. Farsça bilmiyor, arı bir Azerbaycan Türkçesiyle konuşuyorlardı. Akışkan sofa toplantılarının konuşmalarının geliştirdiği bir incelikleri vardı. Zekiye Hanım, mensubu olduğu Avşar boyuna özgü tekerlemeler ve söylenceleri anlatmayı severdi. Ümmiliğin etkisiyle olmalı, hafızası ve anlatım yeteneği güçlüydü. Eş dostla birlikte çeşitli yemeklerde kullanılan yeşil otları seçmek için oturdukları odada gerçekleşen sohbetler bir sözlü edebiyat şöleni gibi gelirdi. Samed Bahrengi masallarını onlar bir başka anlatırdı. Şecere sayan kadınlardı her biri, hafızaları yanılmazdı. Namazları zikirle uzayıp giderdi. “Toy” dedikleri düğünlerde de taziye ziyaretlerinde de gerektiği gibi giyinmeye özen gösterirlerdi.
Kayınvalidem Zekiye Usuli, yetmiş yıl kadar önce, evlere sığmaz bir çocukken, 17 yaşında kendi rızasıyla evlenmişti. Giderek kalabalığı artan geniş ailenin işlerinin düzenli yürümesi için zaman içinde çocuksu seslerini bastırmak zorunda kalması anlaşılabilir. O çocuksu sesler ilginçtir, eşinin ve ablasının 4 yıl arayla vefatlarını takiben, koca evde eski düzeni temsil eden tek kişi olarak kaldığı 2014 yılında yeniden canlanmaya başladı. Geçmişte bastırdığı bir canlılık ve neşeyle ağırlıyordu insanları. Eskiden de varlığını belli eden muzip ve yaramaz çocuk halini serbest bırakmıştı.
Aile çevresinde hep anlatılırdı: Her halde 10-12 yaşlarındayken bir gün ırmak kıyısında su içmek için yere çökmüş bir mandanın sırtına binmişti bir sıçramayla, fakat huysuzlanan hayvan deli gibi koşmaya başlamıştı kırlık alanda. Sonunda manda (veya camış) bütün hızıyla ahırların bulunduğu çiftlik alanının hayvanlara ait kapısının önüne vardığında, deli dolu Zekiye hayvanın sırtına yapışarak kurtulmuştu korkunç bir çarpmaya maruz kalmaktan.
Son iki yıldır bir gözü şekerden tamamen görmez olmuştu, diğeri ile ise siyah beyaz karartılar halinde algılıyordu dünyayı. Buna rağmen bodrum kattaki raflarda bağbozumu sırasında pekmez kazanında kaynatılan reçel kavanozlarını görebilirdiniz.
Vefatından on gün önce yanındaydım. Şeker, çevikliğini tehdit ediyordu. Merdivenlerden bir solukta inip çıktığı günlerinde değildi artık. Üç katın yaşantısı giriş katına indirgenmeye başlanmıştı çoktan. Odalardan biri banyo haline getirilmişti. Bakır kazanlar, semaverler, kullanılamaz hale gelen halılar… Savaş yıllarında, neredeyse otuz yıl önce Irak uçaklarının saldırıları karşısında sığındığımız, o tarihlerde pencerelerine kum dolu çuvallar yerleştirilmiş bodrum, elden ayaktan düşmüştü. Artık sadece misafir kabulü için açılan üst kat olabildiğince sessizdi.
Gece yarısı, yukarı katta kız kardeşim Aynur’la paylaştığım odada garip bir sesle uyandım. Tuhaf, tarif edilemez bir haykırış; gök gürültüsü değil, daha önce duyduğum herhangi bir sese de benzemiyor. Aşağıya kulak kabarttım; ses seda gelmiyordu. Kız kardeşim kâbus görüyordu belki de… Sabahleyin söylediğimde, sesini çıkarmadı Aynur. Belirsiz korkunç bir ses benliğimizin hangi aralığından taşıyor olabilir dünyaya?
Kahvaltı sofrasında anlaşıldı: Sac çatının rüzgâr çıktığında çıkardığı ses o, daha önce nasıl hiç duymadım?
Şimdi düşünüyorum da halkı dağılıp da sessizleştiği için evin yapısal sesleri kulağıma gelmeye başlamış olmalıydı. Zekiye Hanım çocuklarının yanına taşınmak istemedi, evde bakıcıyla kalıyordu. Gün boyu gelen giden eksik değildi, ama onun vefatından sonra ev büsbütün ıssızlaşıp yıkıma terk edilecekti. Muhtemelen bir iş hanı yapılacaktı yerine, birlikte yaşama sanatının inceliklerine ulaşılmış aile yuvasının. Evin bahçesinde yetişip de dünyanın dört bir tarafına dağılan çocuklar albümlerde kendi çocuklarına göstereceklerdi çiçek saksılarını, kuşlar yemesin diye özel kılıflara yerleştirilen üzüm salkımlarıyla kaplı duvarları, renkleri halı desenlerine vuran çiçekleri…
Zekiye Hanım ufak tefekti, esmer güzeliydi. Yaşını hiç belli etmedi. Yaşlandıkça çocuk Zekiye’ye daha bir benzedi; hani, önünde bir at belirecek olsa binip sürebilirdi dörtnala. Şu var ki şeker hastalığı tarafından tek tek ele geçiriliyordu dayanakları. Kayınvalide, dolaylı anne, zaman içinde varlığınızın bir parçasına dönüşüyor.
Gözlerimin önüne, bir yere çarpmamak için ellerini iki yana açarak yatağına gittiği çocuk haliyle geliyor; vedalaştıktan sonra bahçe kapısına doğru ilerlerken dönüp baktığımda görmüştüm pencereden. Bir daha görüşme hayali kuramayacak kadar hayattan yorulmanın atılışı içindeydi yatağına doğru. Yıllarca sürdürdüğüm sınır aşırı yolculuklar beni de yormuyor mu sanki… Nevruz’da geliriz herhalde, diye geçiriyordum aklımdan. Gelecek kestiremeyeceğimiz kadar uzaklara kaçıyor bazen.
Cihan Aktaş, 25.11.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.