"Sadece yöneticiler ya da idareciler değil, biz, yetişkin her birimiz, çevremize güzeli ve estetik olanı yaymak durumundayız."
Sarraf Davası tüm hızıyla devam ediyor. Sayısız başlıklarla okura ulaştırılıyor. Bununla ilgili köşe yazılarındaki, televizyon programlarındaki ve doğal olarak sosyal medyadaki tartışma seviyeleri yerlerde. Minibüsten zorla indirilerek kaçırılan üniversiteli kız öğrenci bulunmuş, bana iyi davrandılar diye kendisini kaçıranlardan şikayetçi olmamış! Galatasaray’ın kötü gidişatını durdurmak için yine Fatih Terim’in peşine düşmüşler. Eski Yemen Cumhurbaşkanı’nın evine bomba atılmış ve adam kaçarken yakalanıp öldürülmüş; dünya ayakta. AB, ABD’de muhataplarına ulaşamamaktan şikayetçi. Vs. vs. vs. İnsanı çıldırtan haberler bunlar.
Bu, adeta biz muhataplara karşı psikolojik bir tecavüz. Zira haberin ele alınış biçimi, bize iletilmesi, ana başlığın bir haber yazısı içerisinde defalarca tekrarlanışı, duygudan, düşünceden uzak oluşu vs bir yana, okur adına, okurun ne okumak isteyeceğine ilişkin bir niyet okumayla, okurun ilgili olmadığı bir çok konuyu haber niteliği taşıyor diye okuruna manşetlerden veriliyor olması.
Oysa, insanlar yorgun. Son on yıllarda özellikle, 2. Dünya savaşından sonra, kısa süren bir barış döneminden sonra yine bu savaşların, saldırıların, haksızlıkların, adaletsizliklerin had safhaya ulaşması, insanları hayal kırıklığına uğrattı. Devlet yönetimleri değil, uluslar arası hak ve adalet temaları, barış üzerine kurulu ilkelerden oluşmuştu halbuki. Bunlar sadece uygulamaya konmayan ya da konulmayan ya da konulamayan ilkeler olarak kaldı.
Dünyada yaşanan bu kaostan Türkiye de nasibini aldı. Türkiye’nin jeo-stratejik konumu göz önüne alındığında (Ortadoğu’ya köprü ülke olması, önceki büyük savaşların asıl tarafları Avrupa Ülkeleri ve Rusya ve Amerika’nın her sefer yanına çekmeye çalıştığı bir ülke olması vs, ülkemizi de tüm bu süregelen gizli restleşmelerin içine çekti. Türkiye, yakın tarihi boyunca da, bu uluslararası konjektürden bağımsız kalıp kendi kalkınmasını tam anlamıyla gerçekleştiremedi. Sonuç itibariyle, dünyadaki bu anlamsız gidişatın, o ülke insanları üzerindeki tahribatından, bizim ülkemizin insanları, hep kilit konumda tutulmasıyla, hep daha fazla etkilendi.
Sanat iddiası taşıyan bir başlık altına, haber başlıklarıyla başlamak ve dünyadaki daha çok kaotik durumdan bahisle yazıya başlamak tuhaf gelecektir. Ancak, söz konusu, başlıktaki Türkiye olunca, onu sanatla ilişkilendirmeden çok genel olarak mevcudunu hatırlatmak gerektiğini düşündüm.
Türkiye’de yaşayan insanların, dünyadaki gelişmelerden bağımsız değil. Birçok ülkeye göre daha iyi durumda olabilirler ama gelişmiş birçok ülke insanından daha kötü durumdalar.
Sanat, evet her ne kadar refah seviyesi yüksek insanların icra ettiği bir eylem olarak ifade edilse de, kaygısı olan ve düşünen insanların yetilerini ortaya çıkarmasıdır. Aç olan bir mağara insanının eline bir taş alarak mağaranın duvarına ateş üzerinde çevrilen bir koyunun resmini yapması muhtemeldir, son nefesini veriyor olsa da. Çünkü o an, nihai düşü, o leziz ettir.
Türkiye’de, genel olarak ele alacak olursak, yeni sanatsal faaliyetler veya yeni ve özgün ya da orijinal üretimler yok denecek kadar az. Aksine, eski sanat değeri taşıyan, sadece görsel yapıtlar değil, yazılı eserler de özensizce imha ediliyor. Misal eski el yazmaların olduğu bir kütüphaneye atanan bir müdür, eski kitapları çöp kutularına basmakta beis görmüyor. Ya da bayındırmaya takmış bir belediye, kentsel dönüşüm yapıyorum diye eski anıtları, çeşmeleri yerinden sökebiliyor. Taşısa, ona da razı olacağız belki ama, kırıp döküyor. Moloza dönüşüyor o eşsiz eserler!
Sosyalleşme, sosyalizasyon, insanların geçmişten gelen değerleri sonrakilere aktarmasıydı. Kültürlenmeydi bu. Geçmiş zengin ve eşsiz ve köklü kültürel mirasımızın yeni nesillere aktarılması söz konusu edilmezken, böyle bir kaygı güdülmezken, üstelik yeni neslin etrafı estetikten uzak gri binalarla çevrilirken, bu gençlerden geleceğe dönük ne beklediğimiz sorusunu da, kendimizle yüzleşmek adına yine kendimize sormamız gerekiyor.
Demem o ki, günümüz Türkiye’sinin sanatla bağı koparılmış durumda. Klasik bir müzik dinletisi çoklarına zul geliyor. Oysa ruhun beslenmesidir müzik. AVM’lerde tek tip ama gösterişli mekanlar ve vitrinler ve pazarlama stratejilerinin tek bir gayesi var: Tüketmek. Üretmek Değil!
Almanya’da, “inandığı değerler uğruna” ölenlerle birlikte “inandığı değerler uğruna” öldürenlerin hikayeleri veya eşyaları aynı sergide sergilenebiliyor ve bizim basınımız bunu “Terör Sanatı” başlığıyla manşet yapıp hikayeleştiriyor. Sen, değil yan yana kullanmak, aynı cümle içinde dahi kullanamazsın sanat ve terör kelimelerini diye kimseyi ensesinden tutup sallayamıyorsun. Tepki verebilecek durumda dahi olamıyorsun. İbretle izliyorsun olan biteni.
Sadece yöneticiler ya da idareciler değil, biz, yetişkin her birimiz, çevremize güzeli ve estetik olanı yaymak durumundayız. Bir gençle sohbet ederken misal, bir sanat eserinden ya da sanatçıdan bahsetmeliyiz. Açıklama yaparak değil, o eserin nasıl bir şey olduğunu ya da sanatçının kim olduğu bilgisini eksik bırakarak, o genci meraklandırarak. Veyahut, deforme edilen bir eser gördüğümüzde, hayır deforme ediliyor olmasın, bahsi geçerken dahi küçümseniyor olsun, tepki vermeliyiz. Sosyal çevremizden dışlanma pahasına, üstlerimizden cezalandırılmak pahasına. Çünkü bu, yaradılışımıza sahip çıkmadır, kendini gerçekleştirmedir, insan yönümüzün en tabi dışavurumudur. Bu kadar yalın ve sade aslında gerekçesi.
Kuran’ı Kerim’de, sık sık Allah’ın yarattıkları üzerinden O’nun sanatına işaret edilir. Ve bu yaratılanlar üzerinden bir ders alınıp akletmek telkin edilir. Dolayısıyla bir Müslüman için dahi, sanat, aşkın bir uğraştır ve hatta ibadet gibidir. Şuara Suresi 129. Ayet ilgimi çekmiştir hep. Der ki “Ölümsüz kılınmak umuduyla, sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” “Edinmek” fiiliyle şirke düşenler işaret ediliyor olsa da, ayette, içerisinde ölümsüzlüğü mümkün kılan bir sanattan bahsediliyor.
Bu yönüyle sadece, ölümlü olan insanın bir sanat eseri ortaya koymasıyla, kendisini ölümsüz kılmasının imkanına da işaret edilmiş olunuyor. Zaten sanat, ortaya çıkarılışı itibariyle bir abartmayı içinde barındırır, hislerin, duyguların –ister olumlu olsun, ister olumsuz- galeyana gelmesiyle mümkündür; anlamı itibariyle ise “sadece” bir eylemdir, o kadar. Franfurt Okulu düşünürleri de, sanatın vazgeçilmezliğini savundukları halde “İnsanın ütopyasını, umudunu, düşlerini saklayabileceği bir alandır sanat; hepsi o kadar.” diye zeyl düşerler.
Bu yazı, geçmişten günümüze Türkiye’deki sanat anlayışının gelişimini veya sanatını tartışmak değil, sanat açısından ne kadar yoksun kaldığımızı eleştirmek niyetiyle ele alındı. Biz sanatsız kaldık. Bu yüzden eksiğiz. Modern kavramlardan hareketle modern anlamda bir geri kalmışlık bahsetmiyorum, manevi anlamda bir gerileyişin tehlike çanları, kulaklarımızı tırmalamakta.
Türkiyemizin kurucusu Mustafa Kemal “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” demişken, yoksunluğumuzu sanatla derhal gidermek zorundayız. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için inşaa edeceğimiz ülkemizin temelleri elbet yol, su elektrik gibi yatırımlarla yaşama kalitesini yükseltecektir. Ama o temelin diğer üç ayağı bu somut yatırımları temsil ederken, sanat onun dördüncü temel ayağıdır. Sanatsız, her medeniyet yıkılmaya mahkumdur.
Su, 07.12.2017, Sonsuz Ark, Çırak Yazar
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.