"Müminler, Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e salât u selâm olsun.
NİSÂ SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (162-176. Ayetler)[1]
لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَالْمُق۪يم۪ينَ الصَّلٰوةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ اُو۬لٰٓئِكَ سَنُؤْت۪يهِمْ اَجْراً عَظ۪يماً۟
“Onlar arasından ilimde derinleşmiş olanlarla müminler -ki bunlar sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana iman ederler- namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve âhiret gününe inananlar başkadır. İşte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz.” (Nisâ Suresi,4/162.)
Ehl-i kitabın hakikate ihanet eden ve hakikati değiştiren, gerçeğe uymayan inançları, hem kendilerine hem de başkalarına zarar veren birtakım davranışları zikredildikten sonra tamamının böyle olmadığı, içlerinde kibirle hakikati reddetmeyip, iman eden kimselerin de bulunduğu ifade ediliyor. Ayette ilâhî kitapların niteliklerini çok iyi bilen, namazı kılan, zekâtı veren, Allah’a ve âhiret gününe iman eden, adil, doğru ve her tür önyargı, isyan ve zulümden uzak olan Yahudi alimleri kastediliyor. Onlar körcesine babalarının dinine tâbi olmamış ve vahyolunan kitaptan öğrendikleri Hakk'a hemen tâbi olmuşlardır.
Bu nedenle onlar Kur'an öğretilerinin kendi peygamberlerinin öğretileriyle aynı olduğunu kolayca anlamışlar ve samimiyetle her ikisine de inanmışlardır. Ancak ayet geneldir. Her zaman onlardan, derin bilginin ya da gerçeği gören inancın yol göstericiliğinde, bu dini kabul edenleri kapsamaktadır.
اِنَّٓا اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ كَمَٓا اَوْحَيْنَٓا اِلٰى نُوحٍ وَالنَّبِيّ۪نَ مِنْ بَعْدِه۪ۚ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَع۪يسٰى وَاَيُّوبَ وَيُونُسَ وَهٰرُونَ وَسُلَيْمٰنَۚ وَاٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ زَبُوراًۚ
“Biz Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya‘kūb’a, torunlara, Îsâ’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a vahyettik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” (Nisâ Suresi,4/163.)
Kur’an’da anlatılan bütün Peygamberler. Bu, çeşitli kavim ve ırktan, değişik bölge ve kıtadan farklı zamanlarda ortaya çıkan Allah’ın elçileridir. Ne soy, ne ırk, ne toprak, ne vatan, ne zaman ne de ortam bunları birbirinden ayıramaz. Hepsi de o yüce kaynaktan gelmişlerdir. Tümü de o yol gösterici nurun taşıyıcılarıdır. Uyarı ve müjdeleme ödevini yerine getiriyorlar. Tümü de insanlığı bu nura sürüklemeye çabalıyorlar. Bir aşirete, bir kavme, bir şehire, bir bölgeye ya da peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) gibi tüm insanlığa gönderilmiş olmaları, bu durumu değiştirmez. Hepsi de vahyi Allah’tan almışlardır. Kendilerinden hiçbir şey katmış değillerdir.
Rabbimiz bu elçilerini, itaat eden müminler için hazırlanan nimet ve hoşnutlukları müjdelemek ve isyancı kafirler için hazırlanan cehennem ve gazaptan korkutmak için göndermiştir.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın gönderdiği bütün Peygamberler, emaneti yerine getirip mesajı tebliğ ettiler ve bu ağır sorumluluktan kurtulup Rablerine kavuştular. Onlar sadece dilleriyle tebliğ etmediler -bununla beraber- pratik hayatta somutlaşan bir örnek olmakla da tebliğ ettiler. Engelleri ve zorlukları bertaraf etmek için, gece gündüz giriştikleri cihadla duyurdular çağrılarını. İnsanın içini yiyip bitiren kuşkulardan, türlü sapıklıklardan oluşan engel ve zorluklarla uğraştılar. İnsanları çağrıya uymaktan alıkoyan ve dinden dönmeye zorlayan azgın, zorba ve barbar güçlerle savaştılar. Risaletin sonuncusunu getiren son tebliğci, peygamberlerin sonuncusu Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) yaptığı gibi.
قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ فَإِن تَوَلَّوا فَإِنَّمَا عَلَيْهِ مَا حُمِّلَ وَعَلَيْكُم مَّا حُمِّلْتُمْ وَإِن تُطِيعُوهُ تَهْتَدُوا وَمَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ
"De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer O'na itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır." (Nûr, 24/54.)
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Mustafa (sav) den sonra bu ağır görev peygamberimize iman edenlere yani biz Müslümanlara kaldı. Bu nesillere mesajı iletecek de Rasulullâha tabi olanlardır kuşkusuz. Onların bu ağır sorumluluktan, insanların Allah’a karşı bahanelerin kalmamasını sağlamaktan insanları ahiret azabına ve dünya mutsuzluğuna karşı uyarmak yükümlülüğünden kurtulmaları mümkün değildir. Tebliğ kaçınılmazdır. Görevi yerine getirmek zorunludur. Sözle açıklamak suretiyle tebliğ yapmak gerektiği gibi tebliğciler tebliğ ettikleri davanın birer canlı tercümanı olana kadar pratik uygulama şeklinde tebliğ etmek de bir zorunluluktur.
Ne yazık ki günümüzde, İslam’ı tebliğ ettiği iddiasıyla ortaya çıkan, hakkı tekeline alan -sadece kendini hakk olarak gören, kendinden olamayanı bâtıl olarak tanımlayan- ancak İslam yerine kendi doktrinini propaganda eden pek çok mezhep, tarikat, cemaat ile pek çok dini kurum ve organizasyon bulunmaktadır. Allah’ın kurtarıcı olarak gönderdiği Kur’an’a perde olan ve en güzel örnek olan Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav) yerine kendini konuşlandıran bâtinî ve diğer yapılar bırakın tebliği, insanları sömürmek sureti ile ve dini istismâr ederek İslam’a ve Müslümanlara en büyük zararı vermekte ve İslam’ın anlaşılmasının önündeki en büyük engeli teşkil etmektedirler.
وَرُسُلاً قَدْ قَصَصْنَاهُمْ عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُ وَرُسُلاً لَمْ نَقْصُصْهُمْ عَلَيْكَۜ وَكَلَّمَ اللّٰهُ مُوسٰى تَكْل۪يماًۚ
“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu.” (Nisâ Suresi,4/164.)
Allah Teâlâ insanlara gerektiği kadar peygamber göndermiştir, ayrıca her insan topluluğunda onlara yol gösteren rehber kulları vardır (Ra‘d13/7). Ancak peygamberlerin tamamının isimlerini Kur’an’da saymamış, müslümanların bilmelerinde fayda gördüğü peygamberleri yeteri kadar zikretmiş ve faaliyetleri hakkında bilgi vermiştir. Burada isimleri sayılan peygamberlerden başka (bu âyetin vahyedilmesinden önce) Hûd, Sâlih, Şuayb, Zekeriyyâ, Yahyâ, İlyas, Elyesa‘, Lût gibi peygamberlerden söz etmiştir. (Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, II/182-184.).
“Bütün peygamberler tevhid inancını telkin ve tebliğ etmişlerdir. Pek tabii olarak her Peygamber kendi ümmetine “Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. O halde Allah’tan korkun ve bana uyun/itaat edin” (Dihlevî, Hüccetullahi’l-bâliğa (Trc. M.Erdoğan), I, 322-3.) çağrısında bulunmuştur. Peygamber Efendimize de “Eğer Allah’ı seviyorsanız. bana uyun, de!” (Bakara,2/21) emri verilmiş bulunmaktadır. Bu demektir ki tevhid tebliğcisi her peygamber, tevhid çağrısında “La ilahe illallah” cümlesinin peşine kendisine uyulmasını eklemiştir. Çünkü kendisine uyulmasını isteyen herhangi bir peygamberin, peygamberliği kabul ve tasdik edilmeden ona uymak ve La ilahe illellah ikrarını içselleştirmek gerçekleştirilemez.
Dolayısıyla Kelime-i tevhid’in asıl ve değişmeyen cümlesi “La ilahe illallah”tır. Kıyamete kadar Peygamber Efendimizin risaleti geçerli olduğu için ümmet-i Muhammed açısından kelime-i tevhid, “La ilahe illellah Muhammedu’r-resulullah” cümlelerinden oluşmaktadır. Hem zaten ne zaman nerede “la ilahe illallah” denilse, Muhammedü’r-resulullah açıktan dile gerilmese bile zımnen söylenmiş kabul edilir. Çünkü tevhid inancının ve Allah sevgisinin temelinde -Al-i imran 31.ayette açıklandığı gibi- Hz. Peygamber’i “Muhammedü’r-resûlüllah” olarak kabul edip ona uymak gerekir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, “Ben ve benden önceki peygamberlerin en önemli ikrar ve çağrısı, ‘bir olan, eşi-ortağı bulunmayan Allah’tan başka tanrı yoktur sözüdür” (Muvatta, Kur’an 32, Hac 246; Tirmizî, Dâavât 122.) beyânı, insanlığın en önemli dâvasını, Allah’ın birliği ilkesinin gönüllere yerleşmesi ve oradan da günlük hayata yansıması olarak tespit etmektedir. Hiç kuşkusuz bu yansıma tevhid inancı ekseninde bir vahdet, birlik ve dirlik hayatı olarak gerçekleşecektir.” [2]
رُسُلاً مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللّٰهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَز۪يزاً حَك۪يماً
“Müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı tutunacak bir delilleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisâ Suresi,4/165.)
İnsanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı tutunacak bir delilleri olmadığına göre günümüzde de tevhid eksenli düşünüp Müslümanlardan yana tavır almak, Müslümanlara destek olmak, sosyal hayatta tevhide inananlar arasında bulunması gerekli olan vahdetin temel kuralıdır. Tevhidi ve vahdeti korumak zorunda olan Müslümanlar diğer önemli vazifeleri olan muvahhid nesiller yetiştirme gayret ve sorumluluğunu unutmamalıdırlar. Müslümanlar inançta tevhidi, hayatta vahdeti ivedilikle gerçekleştirmelidirler. Yoksa Kur’anın ısrarla bizlere anlattığı sapan ve gazaba uğrayan, Allaha ihanet eden Ehl-i Kitab’ın muazzam yanlışlıklarına düşmek, saptırıcı ve gazaba uğrayıcı işlere düşme tehlikesi ortaya çıkacaktır.
لٰكِنِ اللّٰهُ يَشْهَدُ بِمَٓا اَنْزَلَ اِلَيْكَ اَنْزَلَهُ بِعِلْمِه۪ۚ وَالْمَلٰٓئِكَةُ يَشْهَدُونَۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداً
“Fakat Allah sana indirdiğine, onu ilmiyle (ilminin bir eseri olarak) indirdiğine şahitlik eder; melekler de şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah yeterlidir.” (Nisâ Suresi,4/166.)
Allah, Peygamberi Muhammed Mustafa (sav)’ e gönderdiği vahye şahittir, melekleri de. Şahit olarak Allah yeterlidir. Bundan sonra iman edip etmemek onlara kalmıştır. Zaten Peygamber (sav)’ e de tebliğ etmek düşmektedir. (Şûrâ,42/48; Nahl,16/82.)
فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلاَغُ وَعَلَيْنَا الْحِسَابُ
“Senin görevin sadece tebliğ etmektir. Hesap görmek ise bize aittir.” (Ra’d,13/40.)
إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
“…Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf,12/40.)
وَمَا اخْتَلَفْتُمْ فِيهِ مِن شَيْءٍ فَحُكْمُهُ إِلَى اللَّهِ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبِّي عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ
“Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir. İşte bu, Rabbim Allah’tır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum.” (Şûrâ,42/10.)
Şimdi dini tebliğ etmek yerine kendisini haşa Allah yerine koyup dünya da hesap görmeye, insanları cennetlik/cehennemlik tasnifi ile uğraşanlar, hüküm verenler bu ayeti hiç mi okumamışlardır?
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ قَدْ ضَلُّوا ضَلَالاً بَع۪يداً
﴾167﴿ “İnkâr eden ve Allah yolundan alıkoyanlar şüphesiz doğru yoldan çok uzaklaşmışlardır.” (Nisâ Suresi,4/167.)
الَّذِينَ يَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُم بِالآخِرَةِ كَافِرُونَ
“Onlar Allah yolundan alıkoyan ve onu, eğri ve çelişkili göstermek isteyenlerdir. Onlar ahireti de inkâr edenlerdir.” (A’raf,7/45.)
Allah Müminlere inkar eden -Allah yolundan alıkoyan, onu eğri ve çelişkili göstermek isteyen ve inkar eden –zulmedenleri bağışlamayacağını haber vermiştir. İnkâr edenler her şeylerini insanları Allah yolundan alıkoymak için harcayacaklardır. Sonra bu mallar onlara bir iç acısı olacak, sonra da yenilgiye uğrayacaklardır. (Onlar), dünyada ve ahirette hüsrandadır. (Hacc,22/11.) Müslümanlar kıyamete kadar bu iki sınıf insan tipi ile mücadeleye devam edecektir. Bugün de küresel ölçekte bu mücadele devam etmektedir.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّواْ عَن سَبِيلِ اللّهِ فَسَيُنفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ إِلَى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَ
“Şüphe yok ki, inkâr edenler mallarını (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklardır. Sonra bu mallar onlara bir iç acısı olacak, sonra da yenilgiye uğrayacaklardır. İnkâr edenler toplanıp cehenneme sürüleceklerdir.” (Enfâl,8/36.)
Peygamberler tevhid eksenli aydınlatma ve iman çağrısı görevlerine başlayınca karşılarında toplumların ileri gelenlerini, yöneticilerini (mele’) buldular. Çağdaş ifadesiyle bir anlamda o toplumların aydınları da demek olan yöneticiler, öncelikle peygamberlerin şahıslarına yönelik her türlü yıldırma, tehdit ve baskıyı uyguladılar. Peşinden de peygamberlere inanan insanları, uğursuz saymak, akılları ermez, ayak takımı gibi sözlerle aşağılamak, alay etmek, ekonomik ambargo uygulamak, kişisel ilişkileri kesmek, toplumdan dışlamak, boykot etmek, işkenceye tabi tutmak ve memleketten sürmek, göçe mecbur etmek gibi ellerinden gelen her türlü insanlık dışı işlemleri yaptılar ve ellerindeki her türlü imkânı peygamberleri yollarından çevirmeye (saddun an sebilillah) çalıştılar.
Bu yolla kendi batıl inançlarını ve sosyal kirlenmişliklerini, yanlışlarını savunmaya kalktılar. Bu tür anlayış ve davranış sahipleriyle mücadele etmek, her peygamberin ortak nasibi oldu. Ehl-i arz’ı ehl-i arş’a bağlayan tevhid inancı, nedense insanlar tarafından tarih boyu hep yanlış ve hoyrat yorumlarla birtakım putlar, kavramlar ve sistemler adına nesnelleştirilmiş, dünyevileştirilmiş ve saptırılmıştır. Bu sebeple de insanlık tarihi, tevhid-şirk, iman-küfür mücadelesi tarihi olmuştur. Peygamberler ise, bu tarihî ve beşerî mücadelenin tevhid ve iman cephesi öncüleri ve kahramanları olmuşlardır.[3]
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَظَلَمُوا لَمْ يَكُنِ اللّٰهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ طَر۪يقاًۙ
اِلَّا طَر۪يقَ جَهَنَّمَ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ وَكَانَ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يراً
﴾168-169﴿ “İnkâr edenleri ve hakkı gözetmeyenleri, Allah asla bağışlayacak değildir. Onları, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem yolundan başka bir yola da yönlendirecek değildir. Bu da Allah için çok kolaydır.” (Nisâ Suresi,4/168-169.)
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ فِي نَارِ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أُوْلَئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ
“Şüphesiz, inkâr eden kitap ehli ile Allah'a ortak koşanlar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar yaratıkların en kötüsüdürler.” (Beyyine,98/6.)
إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisâ,4/116.)
إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْمًا عَظِيمًا
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (Nisâ,4/48.)
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمُ الرَّسُولُ بِالْحَقِّ مِنْ رَبِّكُمْ فَاٰمِنُوا خَيْراً لَكُمْۜ وَاِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يماً حَك۪يماً
“Ey insanlar! Peygamber rabbinizden size gerçeği getirdi. Şu halde kendi iyiliğinize olarak iman edin. Eğer inkâr ederseniz bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah sınırsız ilim ve hikmet sahibidir.” (Nisâ Suresi,4/170.)
Genelde insanlar özelde ise Müslümanlar Peygamber (sav)’in Rabbimizden getirdiği gerçeği niçin anlamaya çalışmakta bu kadar gevşek davranmaktadırlar? İman ediyoruz ki hakk Allah’tan gelendir, geriye kalanlar ise bâtıldır.
الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
“Hak (ancak) Rabbindendir.(Gerçek olan, Rabbinden gelendir.) Artık, sakın şüpheye düşenlerden olma!” (Bakara,2/147; Âli İmrân,3/60.)
إِن تَكْفُرُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنكُمْ وَلَا يَرْضَى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ وَإِن تَشْكُرُوا يَرْضَهُ لَكُمْ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ثُمَّ إِلَى رَبِّكُم مَّرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
“ Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilir.” (Zümer,39/7.)
وَلاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لَن يَضُرُّواْ اللّهَ شَيْئاً يُرِيدُ اللّهُ أَلاَّ يَجْعَلَ لَهُمْ حَظًّا فِي الآخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremezler. Allah, onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük azap vardır.” (Âli İmrân,3/176.)
Üzülmeyin, ümitsizliğe kapılmayın! Onlar ALLAH’a bir zarar veremezler. Yeterki siz bir Müslüman olarak, bu asrın muhafızları ve şahitleri olarak elinizden geleni yapın. Bu dinin sahibi Allah’tır ve O koruyacaktır. (Hicr,15/9.) Kaybetmeye mahkûm bâtılın herhangi bir çarpışmada galip gelmesi ve bir zaman diliminde güçlü ve baskın görünmesi, yüce Allah’ın bâtılı bıraktığı ya da yenilmeyecek bir güç olduğu veya hakka, kalıcı ve öldürücü zararlar dokundurabileceği anlamına gelmez. Aynı şekilde, herhangi bir çarpışmada hakkın sınanması, bir zaman diliminde zayıf görünmesi, yüce Allah’ın onları yalnız bıraktığı veya unuttuğu ya da batıla dilediği gibi öldürüp eziyet etmesi için terk ettiği anlamına gelmez. Pisin temizden, münafığın Müminden ayrılması için, hakk da imtihana tabi tutulur…
Böylece imtihan karşısında direnenler, sorumluluklarını yerine getirip Müslüman olma rüştlerini ispat edenler büyük sevaplar kazanırlar. Kuşkusuz bu, hakk için bir kazanç, batıl için ise bir kayıptır.
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ اِنَّمَا الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّٰهِ وَكَلِمَتُهُۚ اَلْقٰيهَٓا اِلٰى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُۘ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۚ وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌۜ اِنْتَهُوا خَيْراً لَكُمْۜ اِنَّمَا اللّٰهُ اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ سُبْحَانَهُٓ اَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌۢ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً۟
“Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur. Şu halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin, "üçtür" demeyin, bundan vazgeçin; hakkınızda hayırlı olan budur. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Güvenmek ve dayanmak için Allah yeter.” (Nisâ Suresi,4/171.)
Allah’ın dini aslına bakar iseniz tamda bir denge unsurudur. O hiçbir konuda aşırılığı kabul etmez ve inananlarına bunu en küçük bir ima yoluyla bile olsa tavsiyede bulunmaz. Kerim kitabımız olan Kuran insanın hangi konularda aşırı gide bileceğini net bir şekil de açıklayarak bizleri uyarmıştır. Son kitap Kuran’ı kerim getirmiş olduğu prensipler ile kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlık için hem dünyalıklarını hem de ahiretlerini kazanıp her iki dünya saadetini temin ede bilecekleri yol ve yordamları gayet açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. Müslümana düşen hem dünya hem ahret saadeti için Allah’a itaat etmektir.
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلاَ تَتَّبِعُواْ أَهْوَاء قَوْمٍ قَدْ ضَلُّواْ مِن قَبْلُ وَأَضَلُّواْ كَثِيرًا وَضَلُّواْ عَن سَوَاء السَّبِيلِ
De ki: “Ey Kitap ehli! Hakkın dışına çıkarak dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve dümdüz yoldan da şaşmış bir milletin arzu ve keyiflerine uymayın.” (Mâide,5/77.)
Ayette "Kitap ehli" ile, dinde sınırı aşan ve Hz. İsa'ya (a.s) olan aşırı sevgileri nedeniyle Onu ilâh mertebesine çıkaran Hıristiyanlar kastedilmektedir. Bu, diğer aşırı uca yönelerek Hz. İsa'ya (a.s) düşmanlık gösteren Yahudilerin (diğer Kitap ehli) tam aksi bir durumdadır.
“Dinde aşırı yorumlar yukarıda zikredilen Kur’an ve sünnet sınırlarının zorlanması veya tahrife varacak şekilde yorumlara gidilmesiyle ortaya çıkar. Bu aşırılık indirgemeci ve eklemeci olmak üzere iki türlü tezahür eder. İndirgemeciler dini, belli bir delil veya anlayışla sınırlarken eklemeciler dinde olmayan birtakım hususları dine ilave etmek suretiyle Kur’an ve sünnet sınırlarını aşan bir çerçeve oluştururlar. Tarihte birinci kesimin örneği dini Kur’an ile sınırlayan Hariciler şeklinde ortaya çıkarken ikinci kesim tüm -bâtinî/mistik yapıları,- bidatçıları ve hurafecileri içine almaktadır. Bu problemin işaretleri Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında da görüldüğü için Hucurat suresinin ilk ayetinde, “Ey iman edenler, Allah ve Rasulünün önüne geçmeyin.” buyrulmuştur. Bu uyarıyı İmam Matüridi, yaratma ve emretme Allah’a aittir. Sizler emir, söz, fiil ve hüküm koyma hususunda Allah’ın ve Rasülünün önüne geçmeyin. Yani dinde aşırı bir anlayışa gitmeyin ve çizilen çerçeveyi koruyun şeklinde anlamıştır. (bk. Te’vilâtü’l-Kur’an, anılan ayetin yorumu)”[4]
“Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin” cümlesi hem yahudileri hem de hıristiyanları muhatap almaktadır. Çünkü her iki grubun da inançları içinde, Allah’ın Kur’an’da açıkladığı makbul ve doğru inanca aykırı taraf ve unsurlar vardır.
En güzel örneğimiz olan Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
وَإِيَّاكُمْ وَالْغُلُوَّ فِي الدِّينِ ، فَإِنَّمَا أَهْلَكَ مَنْ قَبْلَكُمُ الْغُلُوُّ فِي الدِّينِ
“Dinde aşırı gitmekten sakının, sizden öncekiler dindeki aşırılıkları yüzünden helâk olmuşlardır.”(Buhari, Kitabu’l-İ’tisam 6869[5]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 125[6]; İbn Mace, Kitabu’l-Menasik,3028.[7])
تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَعْتَدُوهَا وَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Bunlar “Hududullah” Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bunları aşmayın. Allah’ın koyduğu sınırları kim aşarsa, onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara,2/229.)
Âlemlerin Rabbi olan Allah insanlara hem dinlerinde aşırı gitmemelerini hem de “Hududullah” (Allah’ın sınırları) nı aşmamalarını emretmiştir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’i insanlara rehber olarak göndermiştir. (Bakara, 2/185) Kur’ân’ın rehberliği; iman, ibadet, ahlak, helal, haram, siyaset, adalet, yeme, içme, konuşma, giyinme, evlenme, boşanma, eğitim ve öğretim, temel haklar, komşuluk ilişkileri, insan hakları, çalışma ve ticaret hayatı, temizlik, çevrenin korunması, mirasın taksimi ve benzeri insan hayatının her alanı için söz konusudur. Yüce Allah; bütün bu alanlarla ilgili hükümler, ilkeler, kurallar, emirler, yasaklar ve sınırlar getirmiş ve bunlara uyulmasını istemiştir. Koyduğu kurallara uyanları mükâfatlandıracağını, uymayanları ise cezalandıracağını bildirerek insanları uyarmıştır. “Hudud” kelimesinin geçtiği ayetleri (Bakara, 2/187, 229, 230; Nisa, 4/13-14; Tevbe, 9/97, 112; Mücadele, 58/4; Talak, 65/1) incelediğimiz zaman; dinî hükümlerin; iman, ibadet, ahlak, muamelat (sosyal ilişkiler), ukubat (cezalar) ve keffaret diye bir ayırım yapılmadan hepsinin Allah’ın hükümleri olduğunu, bunlara iman edilmesi ve gereğinin yerine getirilmesi gerektiğini, Allah’ın hükümlerinin birbirinden ayrılamayacağını öğreniyoruz. Müslüman, Allah ve Peygamberin koyduğu hükümlere (Tevbe, 9/97) bir bütün olarak iman eder, gücü ve imkânı nispetinde bu hükümleri uygulamaya ve insanlara anlatmaya (tebliğ) çalışır.[8]
Bizim açımızdan ise “Ey Müslümanlar! Siz de Hevâ ve hevesinize göre dininizde aşırı gitmeyin, “hududullah” (Allah’ın sınırları) nı aşmayın” demektir. Rabbimiz sınırları aşıp aşmamayı “Allah'a ve Peygamberine itaat veya isyan” hadisesi olarak değerlendiriyor. (Nisa,4/13) Ey Müslümanlar! Dinde olmayan birtakım hususları dinden göstermeyin ve dine yeni ilavelerde bulunmayın, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından söylenmemiş söz veya uygulamaları ona nispet ederek Allah’ın elçisine iftira etmeyin, rüya, keşif, keramet, ilham gibi şeyleri dinde hüküm koyma aracı olarak görüp ve bunlardan hareketle dinî hüküm ve değer ihdas etmek sureti ile yeni-paralel din anlayışları çıkartmayın ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin” Sizden önceki Ehl-i kitab’ın yanlışlarını ve sapmalarını tekrar etmeyin.” demektir.
لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَس۪يحُ اَنْ يَكُونَ عَبْداً لِلّٰهِ وَلَا الْمَلٰٓئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَۜ وَمَنْ يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَم۪يعاً
“Ne Mesîh Allah’ın bir kulu olmaktan geri durur ne de yakın melekler. Büyüklenerek O’na kulluktan geri duranların hepsini Allah, yakında huzuruna toplayacaktır.” (Nisâ Suresi,4/172.)
Bütün mahlukat Allah’a kulluk için yaratılmıştır.
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat,51/56.)
Müşrikler, “melekler Allah’ın kızlarıdır” diyorlar (Nahl 16/57), hıristiyanlar da Îsâ Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlardı. Yaradan Allah bunların hepsini reddederek, gerek meleklerin ve gerekse Hz. Îsâ’nın Allah’a kulluk ve ibadet ettiklerini bildirdi. Melekler Allah’a kulluk ve ibadet için var edilmişlerdir.
فَإِنِ اسْتَكْبَرُوا فَالَّذِينَ عِندَ رَبِّكَ يُسَبِّحُونَ لَهُ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُمْ لَا يَسْأَمُونَ
“Eğer onlar büyüklük taslarlarsa, bilsinler ki Rabbinin yanında bulunanlar (melekler), gece gündüz hiç usanmadan O’nu tespih ederler.” (Fussilet,41/38.)
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۚ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْتَنْكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَاباً اَل۪يماًۙ وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِياًّ وَلَا نَص۪يراً
“İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara Allah ecirlerini tam olarak verecek ve lutfundan onlara daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan yüz çevirenlere ve kibirlenenlere gelince, onlara acı bir şekilde azap edecektir; bunlar kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.” (Nisâ Suresi,4/173.)
İmtihan yerimiz olan dünyada Allah’a kulluktan geri durmayan, tevhidi ve vahdeti koruyan, sâlih amel işleyen, sorumluluğunun bilincinde olarak takvâ şuuru ile ömrünü Allah’a kulluk, ibadet ve güzel işler, iyi davranışlarla geçiren müminlere gelince Allah, onlara ibadetlerinin ve güzel davranışlarının karşılığını verdikten sonra lutfundan bir de fazlasını ihsan edecek, onları hak ettiklerinin üstünde ödüllendirecektir.
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكُمْ نُوراً مُب۪يناً
“Ey insanlar! Şüphesiz size rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.” (Nisâ Suresi,4/174.)
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَاعْتَصَمُوا بِه۪ فَسَيُدْخِلُهُمْ ف۪ي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍۙ وَيَهْد۪يهِمْ اِلَيْهِ صِرَاطاً مُسْتَق۪يماًۜ
“Allah’a iman edip O’na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları, kendinden bir rahmet ve lutuf içine daldıracak ve onları kendine ulaştıran dosdoğru bir yola iletecektir.” (Nisâ Suresi,4/175.)
وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
“Size Allah’ın âyetleri okunup dururken ve Allah’ın Resûlü de aranızda iken dönüp nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah’a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle o, doğru yola iletilmiştir.” (Âli İmrân,3/101.)
إِلاَّ الَّذِينَ تَابُواْ وَأَصْلَحُواْ وَاعْتَصَمُواْ بِاللّهِ وَأَخْلَصُواْ دِينَهُمْ لِلّهِ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللّهُ الْمُؤْمِنِينَ أَجْرًا عَظِيمًا
“Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’ın kitabına sarılanlar ve dinlerini Allah’a has kılanlar müstesnadır. Bunlar mü’minlerle beraberdirler. Allah, mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisâ Suresi,4/146.)
وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ هُوَ اجْتَبَاكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ مِّلَّةَ أَبِيكُمْ إِبْرَاهِيمَ هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمينَ مِن قَبْلُ وَفِي هَذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهِيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللَّهِ هُوَ مَوْلَاكُمْ فَنِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ
“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur’an’da müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır!” (Hacc,22/78.)
وَالَّذِينَ يُمَسَّكُونَ بِالْكِتَابِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ إِنَّا لاَ نُضِيعُ أَجْرَ الْمُصْلِحِينَ
“Kitab’a sımsıkı sarılanlara ve namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz biz, iyiliğe çalışan (erdemli) kimselerin mükâfatını zayi etmeyiz.” (A’raf,7/170.)
Yeryüzünde "en çok okunan" fakat "en az anlaşılan" kitap Kur'ân'dır denilse sanırım yanlış söz söylemiş olmayız. Bu sebepten günümüz insanını bir şekilde Kur'ân'la yeniden buluşturmak gerekir.
Kur’an-ı Kerim tüm insanlığa hitâben indirilmiştir. Her bir insan da bu anlamda Kur’an’ın muhatabıdır. Bu sebeple kendini âyetlerin muhatabı olarak görmek, Kur’an’ı anlamanın ön şartlarından biri olarak kabul edilmiştir. Sahâbenin bu yönü (Kendisini Âyetlerin Muhatabı Olarak Görmesi) dikkate alınarak Kur’an’da yöneltilen hitaplara ilk muhatabın kişinin bizzat kendisinin olduğu bilincinde olmak gerekmektedir. [9]
Hz. Peygamber'in bıraktığı en büyük mucizesi ve mirası Kur'ân olduğu gibi ümmetinin yapacağı “en hayırlınız Kur’an öğrenen ve öğreten" " خَيْرُكُمْ مَنْ تَعَلَّمَ الْقُرْآنَ وَعَلَّمَهُ "[10] (Buhari,"Fedailu'l-Kur'ân", 21 , H.No:4739) ve “en faziletli olanınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir." إِنَّ أَفْضَلَكُمْ مَنْ تَعَلَّمَ الْقُرْآنَ وَعَلَّمَهُ (Buhari, "Fedailu'l-Kur'ân", 21, H.No:4740) amel Kur'ân ile hemhâl olmak ve Kur'ân'ın diriltici soluğunu hissetmektir. "Kur'ân gölgesinde" bir hayat inşâ edebilmektir.
كِتَابُ اللَّهِ فِيهِ الْهُدَى وَالنُّورُ مَنْ اسْتَمْسَكَ بِهِ وَأَخَذَ بِهِ كَانَ عَلَى الْهُدَى وَمَنْ أَخْطَأَهُ ضَلَّ
Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav)’in şöyle buyurdupu rivayet edilmiştir: “Allah’ın kitabı ki, onda mutlak hidayet ve nur vardır. Kim ona sımsıkı sarılırsa ve ona iyice tutunursa hidayet üzere olur. Kim de ona uymakta hata ederse sapıtır.” (Müslim, Fezaliü's-Sahabe, 36.)[11]
فَذَكِّرْ بِالْقُرْآنِ مَن يَخَافُ وَعِيدِ
"...Sen, benim tehditlerimden korkanları bu Kur'ân aracılığıyla uyarmaya devam et." (Kâf, 50/45.)
Hz. Peygamber (sav) Veda Haccı'nda tıpkı bir babanın evladına nasihati ve vasiyeti gibi ümmetine
وَقَدْ تَرَكْتُ فِيكُمْ مَا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ إِنِ اعْتَصَمْتُمْ بِهِ، كِتَابُ اللهِ،[12]
"Bundan sonra sapıtmak istemiyorsanız, bıraktığım “Allah’ın kitabına" sarılın" (Müslim, "Hacc", 147, 1. 890.)[13] buyurmaktadır. Çünkü izzetin, itibar ve şerefin kaynağı Kur'ân'a (Enbiya,21/10.) sahip çıkma, zilletin de sebebi yine Kur'ân'a sırt çevirmedir. (Bakara, 2/101; Al-i İmran, 3/187.)[14]
Hz. Ömer’in Kur’an karşısındaki tutumunu gösterecek en önemli olaylardan biri yaralandığında görülmektedir. Zira ölüm insanın dünya hayatına veda ettiği şiddetli bir andır. Bu anlamda, Hz. Ömer’in yaralanmasının ardından vefat edeceği anlaşılınca yanındakiler kendisine vasiyetini sormuşlardır. İlk vasiyeti “Allah’ın Kitabı’na sarılın.” olmuştur.[15]
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا
“Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’an, ancak zararını artırır.” (İsrâ,17/82.)
يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ
“(Allah) onunla birçoklarını saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır.” (Bakara,2/26.)
«إِنَّ اللهَ يَرْفَعُ بِهَذَا الْكِتَابِ أَقْوَامًا، وَيَضَعُ بِهِ آخَرِينَ»
Hz. Peygamber “Allah şu Kur'ân'la bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da alçaltır” (Müslim, "Musâfirîn" 269; İbni Mace, "Mukaddime" 16.)[16] buyururken şerefin kaynağını ve kurtuluşu da göstermektedir. Şu halde bize düşen “Kendisinde şüphe bulunmayan” (Bakara, 2/2) yüce Kitabımıza sımsıkı sarılmak ve içinde bulunan emir ve yasaklarına riayet etmektir.
Kur'ân'la yükselenler, ona inanan, onu tefekkür, tezekkür, taakkul ve tedebbür eden, şanını yücelten, onunla amel eden, hayatlarını Kur'ân'ın emir ve yasaklarına göre tanzim edenlerdir. Allah Teâlâ onlara bu sayede dünyada mutlu bir hayat nasip eder, ahirette de onları kendilerine nimetler ihsan ettiği kullarından kılar. Bunun aksine hareket edenleri ise alçaltır.
يَسْتَفْتُونَكَۜ قُلِ اللّٰهُ يُفْت۪يكُمْ فِي الْكَلَالَةِۜ اِنِ امْرُؤٌا هَلَكَ لَيْسَ لَهُ وَلَدٌ وَلَهُٓ اُخْتٌ فَلَهَا نِصْفُ مَا تَرَكَۚ وَهُوَ يَرِثُـهَٓا اِنْ لَمْ يَكُنْ لَهَا وَلَدٌۜ فَاِنْ كَانَتَا اثْنَتَيْنِ فَلَهُمَا الثُّلُثَانِ مِمَّا تَرَكَۜ وَاِنْ كَانُٓوا اِخْوَةً رِجَالاً وَنِسَٓاءً فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِۜ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اَنْ تَضِلُّواۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
“Senden fetva isterler. De ki: "Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Eğer (ölen) kız kardeşin çocuğu yoksa erkek kardeş de ona vâris olur. Kız kardeşler iki tane olursa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş varsa, erkeğin hakkı iki kadın payı kadardır. Yanılmayasınız diye Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir.” (Nisâ Suresi,4/176.)
“Kadınlar” mânasında Nisâ adı verilen bu sûrenin son âyetinin de ağırlıklı olarak kadınların (kız kardeşler) miras haklarıyla ilgili bulunması anlamlıdır. Öz kızların bile mirastan mahrum edildiği bir sosyal çevrede; sûrenin başında, anadan erkek kardeşler yanında kız kardeşler, burada ise babadan erkek kardeşler yanında kız kardeşler de mirastan pay sahibi kılınmak suretiyle İslâm’ın kadınlara getirdiği haklar konusuna bir daha dikkat çekilmiştir.
“Babası ve çocuğu bulunmayan kimsenin mirası” diye çevrilen kısmın Arapça’daki karşılığı kelâledir. Hem babanın hem çocuğun bulunmaması halindeki miras durumuna kelâle denilmesinde ittifak, çocuk bulunmamakla beraber babanın bulunması haline bu ismin verilmesinde ihtilâf vardır.
Kelâle ile ilgili miras hükümleri şu âyetlerde açıklanmıştır: a) Ana bir kardeşlerle ilgili olanı sûrenin başında (12. âyet), b) ana-baba bir veya baba bir kardeşler arasındaki miras hükümleri buradaki âyette, c) diğer durumlar ise bir çerçeve hüküm olarak “Aralarında rahim bağı bulunanlar Allah’ın hükmüne göre birbirlerine daha yakındır” meâlindeki âyette (Enfâl 8/75).
Sûrenin 12. âyetinde kardeşler ana bir oldukları için erkek kardeşle kız kardeşler mirastan eşit pay almışlardı: Birer tane iseler her biri altıda bir alırlar, birden fazla iseler üçte bir aralarında eşit paylaştırılır. Burada ise kardeşler baba bir (yani öz) kardeşlerdir. Baba tarafından akraba erkeklerin kadınlara karşı nafaka vb. malî yükümlülükleri bulunduğu, kadınların ise böyle bir yükümlülükleri mevcut olmadığı için erkek kardeşlere, aynı derecede bulunan kız kardeşlere nisbetle iki misli pay verilmiş, böylece nimet-külfet dengesi kurulmuştur. Mirasta, gerekli bulunan durumlarda, aynı derecedeki mirasçı kadınlara, erkeklere nisbetle yarı hisse verilmesinin sebebi, kadınların ikinci sınıf insan olarak kabul edilmelerinden veya haklarının eksiltilmesinden değil, bu nimet-külfet dengesi zaruretinden kaynaklanmaktadır. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/197-198.)
Kur’ân-ı Kerîm’in özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde müminler, “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet” (1/5-6) diyorlardı. Nisâ sûresinde, Fâtiha’da yer alan ilkelerin –daha ziyade kulluk ve doğru yolla ilgili– detayları üç ayrı alanda verilmektedir:
a) Kadın-erkek ilişkisi, aile hayatı ve Miras. İslâm hukukunda mirasın nasıl taksim edileceği geniş ölçüde Nisa suresinin, 11, 12 ve 176. ayetlerinde açıklanmıştır. Bu ayetlerde yeterince açıklanmayan kısımların hükmü, hadislerle açıklığa kavuşturulmuştur.
Ölenin anası, babası, oğlu, kızı, kardeşi gibi bazı yakınlarının hisseleri 11 ve 12. ayetlerde ve hadislerde belirlendiği ve açıklandığı için bunlara “ashâbü’l-ferâiz” (belli payların sahipleri) denmiştir. Tek başlarına olunca mirasın tamamını, ashab-ı feraiz ile beraber olunca geri kalanı alan akrabaya ise “asabe” denir. Meselâ ölenin oğlu tek başına mirasçı olsa terikenin tamamını alır, ölenin hanımı var ise bu hanımın sekizde bir hissesini aldıktan sonra geri kalan sekizde yedisini alır. Ashâbü’l-ferâizin birbirine ve asabeye göre değişen ve paylarını etkileyen durumlarına “hal” denir. Miras ile ilgili “kırk hal” vardır. Bu “kırk hal” fıkıh ve feraiz kitaplarında detaylı olarak açıklanmıştır.[17]
b) Kur’ân-ı Kerîm’in inanan muhatapları, kadın-erkek ve aile ilişkilerinde Allah’a kulluk edecekleri gibi inanan ve inanmayan diğer insanlarla ilişkilerinde de Allah’a kul olma şuurunu koruyacak, O’nun tâlimatına uygun davranacaklardır.
c) Üçüncü olarak da çeşitli âyetlerde vakit namazı, korku namazı, namaz için gerekli bulunan temizlik (tahâret) gibi ibadetlere, ferdî ve sosyal ahlâk kurallarına yer verilmiş; böylece sosyal kurallar, düzenlemeler ve kurumlardan maksadın sağlıklı bir “Allah-kul ilişkisi” kurmaya, yalnızca Allah’a kul olmak isteyenlerin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik olduğuna işaret buyurulmuştur. (Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri, II/12.)
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın yardımı ile Nisâ Suresindeki “Müslümanların Vasıfları” tamamlandı.
Ahmet Hocazâde, 18.12.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Muhâfız ya da Muârız'a dair
Ahmet Hocazâde Yazıları
[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Allah Elçilerinin Ortak Çağrısı: Tevhid, Diyanet, “HZ. PEYGAMBER TEVHID VE VAHDET”, s. 50.
[3] Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Allah Elçilerinin Ortak Çağrısı: Tevhid, s. 51-52.
http://www.besiktasmuftulugu.gov.tr/FileUpload/ds35500/File/2016ekitap_047_allah_elcilerinin_ortak_cagrisi_tevhid.pdf
[4] Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ, ASIL DİN AŞIRI YORUM, Diyanet Dergi.
http://www.diyanetdergi.com/gundem/item/1747-asil-din-asiri-yorum
[5] http://library.islamweb.net/newlibrary/display_book.php?idfrom=13354&idto=13367&bk_no=52&ID=4004
[6] http://library.islamweb.net/hadith/display_hbook.php?bk_no=121&pid=60277&hid=3122
[7] http://library.islamweb.net/hadith/display_hbook.php?bk_no=173&pid=111243&hid=3028
[8] Prof. Dr. İsmail Karagöz, http://www.karagozismail.com/9-makaleler/44-allah-in-sinirlari
[9] Cüneyt Eren, Kur’an-ı Kerim’i Anlamaya Yönelik Metotlar, Erzurum 2002, s. 50.; Salah Abdulfettah Hâlidî, Kur’an’ı Anlamaya ve Yaşamaya Doğru, (Çev. Yusuf Işıcık), Ankara 1998, s. 55; Mehmet Soysaldı, “Günümüzde Kur’an’ın Anlaşılması”, İslami Araştırmalar Dergisi, C. 14, Sayı: 1, 2001, s. 20.
Bkz. Gökhan ATMACA, Hz. Ömer’in Kur’ân’a Yaklaşımı, http://eskidergi.cumhuriyet.edu.tr/makale/2139.pdf
[10] http://library.islamweb.net/newlibrary/display_book.php?idfrom=4834&idto=4836&bk_no=0&ID=2791
[11] http://library.islamweb.net/newlibrary/display_book.php?flag=1&bk_no=53&ID=7178
[12] http://library.islamweb.net/newlibrary/display_book.php?flag=1&bk_no=1&ID=2209
[13] Muslim, Hac 147, I. 890; Ebû Dâvûd, Menasik 57, no: 1905, II. 462; İbn Mâce, Menasik 84, no: 3074, II. 1025; Vâkıdî, Meğazi, III. 1113.
[14] http://www.dinbilimleri.com/Makaleler/1249490390_erul.pdf
[15] Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, X, 413; Muhammed Rıza, el-Fâruk Ömer İbnu’l-Hattâb, Mısır 1936/1355, s. 322. Burada Hz. Ömer’in sözünü kaynak olarak Kur’an’ın öncelenmesi olarak algılamak gerekir. Zira Hz. Peygamber’in “Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sarıldıkça asla sapıtmazsınız: Allah’ın Kitab’ı ve Resûlü’nün Sünnet’i. ” hadisi bulunmaktadır. Hadis için bkz. Muvatta, “Kader”, 3.
[16] http://www.islamweb.org/newlibrary/display_book.php?flag=1&bk_no=53&ID=2298
[17] Prof. Dr. İsmail Karagöz, http://www.karagozismail.com/9-makaleler/44-allah-in-sinirlari
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.