"Müminler, Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e salât u selâm olsun.
EN’ÂM SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (14-24. Ayetler)[1]
En’âm Suresinin ilk 13 ayetinde hamd’in, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve ışığı var eden Allah’a mahsus olduğu; insanı (özel) bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını (ecel) takdir edenin ancak Allah olduğu; göklerde ve yerde tek Allah olduğu; Allah’ın gizlinizi açığınızı ve neyi yapıp ettiğinizi de bildiği; Allah’ın inkar edenleri günahları sebebiyle helâk edip ve onların ardından başka nesiller meydana getirdiğini; yeryüzünde dolaşıp, sonra (hakikati) yalan sayanların sonunun nasıl olduğuna bakmamız gerektiğini; göklerde ve yerdeki her şeyin Allah’ın olduğunu; Allah’ın kendi üzerine rahmeti yazdığını; İnsanları gerçekleşmesinde asla şüphe olmayan kıyamet gününde mutlaka toplayacağını; gece ve gündüzde barınan her şeyin Allah’ın olup kendisinin, her şeyi işitmekte, bilmekte olduğu bize öğretildi.
Âyetler de Allah’ın hükümranlığı teyit edilerek göklerde ve yerde bulunanlar gibi gece ile gündüzde barınan her şeyin yani bütün zaman kategorisine giren varlıkların da Allah’ın mülkünden olduğu; Allah’ın, ister gecenin karanlığında, ister gündüzün aydınlığında olsun, her varlığı, her olup biteni kesin olarak duyup bildiği ifade edilmiştir.
قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَتَّخِذُ وَلِياًّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ يُطْعِمُ وَلَا يُطْعَمُۜ قُلْ اِنّ۪ٓي اُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ اَوَّلَ مَنْ اَسْلَمَ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, yediren ama yedirilmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?" De ki: "Bana müslüman olanların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma (denildi)." (En’âm Suresi,6/14.)
“Dost” diye çevirdiğimiz velî ve “yoktan var eden” diye çevirdiğimiz fâtır, esmâ-i hüsnâdan olup ilki Allah’ın mevlâ, yönetici, yardımcı ve dost olduğunu; ikincisi de yapıp yaratan, yokluktan varlık sahnesine çıkaran olduğunu ifade eder. Bu âyette yüce Allah kısaca “yediren ama yedirilmekten münezzeh olan” şeklinde tavsif edilerek bütün varlıkların rızıklarını, ihtiyaçlarını karşılarken kendisinin yedirilmekten, ihtiyaçtan münezzeh olduğu ifade buyurulmuştur. (Diyanet, Kur’an Yolu, II/384.)
Müminler sadece ve sadece Allah’ı velî/mevlâ edinecekler, Müslümanlıklarında sebât edeceklerdir ve asla şirk koşmayacaklardır. Kur'an-ı Kerimde hem إِنَّ وَلِيِّيَ اللّهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ "müminlerin Allah'ın velîsi" (Araf,7/196.)[2], hem de وَاللّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ "Allah'ın müminlerin velîsidir." (Al-i İmran,3/68.) olduğu ifade edilirken, bazı ayetlerde ise inananlarla inanmayanlar arasında tesis edilecek bir dostluk men edilmiş (AI-i İmran,3/28.) ve müminlerin birbirinin dostu (velisi) olduğu (Tevbe,9/71.) ve velilerin korkulan olmayacağı ve mahzun da olmayacakları (Yûnus,10/2.) özellikle vurgulanmıştır. Bakara sûresindeki “Allah iman edenlerin velîsidir” meâlindeki âyetin devamında (Bakara,2/257) inkâr edenlerin dostlarının Allah değil şeytan ve tâgut olduğu ifade edilmiştir (Nisâ,4/76).
قُلْ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اِنْ عَصَيْتُ رَبّ۪ي عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ
De ki: "Ben rabbime isyan edersem gerçekten büyük günün (âhiret) azabına uğrayacağımdan korkarım." (En’âm Suresi,6/15.)
Havf, istenilmeyen bir şeyin başa gelmesi veya sevilen bir şeyin kaybedilmesi endişesi içinde olmaktır. Havf, emniyet ve güven kelimelerinin zıddıdır. Allah korkusu, bütün korkulan şeylerin hilafına, insanı Allah’tan uzaklaştırmayıp O’na yaklaştırır. Allah’tan korkan kimsenin Allah’tan kaçması imkansızdır. “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Beled,90/16.) “Nerede olursanız Allah sizinle beraberdir” (Hadîd,57/74.) “Nereye yönelirseniz Allah oradadır” (Bakara, 2/115.) “Kuşkusuz Rabbin her an gözetlemektedir.” (Fecr, 89/14.) gibi âyetler Allah’tan kaçılamayacağını göstermektedir. Müslüman, Allah’ın merhametini kaybetme endişe ve korkusuna kapılabilir. O’ndan korkan insan, Allah’ın gazabından kaçıp yine O’nun merhametine sığınır.
“O Peygamberler ki, Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar”(Ahzâb, 33/39.) âyet-i kerîmesinde “haşyet” kelimesi, hem Allah’tan hem de insanlardan korkmak anlamında kullanılmıştır. “Haşyet, korkulan kişinin büyüklüğünden dolayı oluşur, havf ise korkan kişinin zayıflığındandır” diye de açıklanmıştır.
Müfessirler arasında dinî bir mefhum olarak “Allah korkusu” kavramı en çok takvâ ismiyle tanımlanmaktadır. Takvânın Kur’ânî anlamı hürmet ya da saygıdan kaynaklanan bir Allah korkusu, Allah’ın emrettiklerini yerine getirip yasakladıklarından kaçınmak ve sorumluluk bilinci, bir mü’mine yakışmayan eylemlerden ve bunun uzantısı olarak ahiretteki cezasından kişinin kendisini koruması manalarına gelir. Allah Teâla, “Kim Allah’tan korkarsa (takvâ), Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükafatını artırır”(Talâk,65/3.)[3] buyuruyor. Burada iki türlü kazanım olduğu görülmektedir. Birincisi, yapılan kötülüklerin verdiği utançtan ve deşifre edilmekten kurtulmaktır. İkincisi, yapılan iyiliklerin mükafatının katlanmasıdır.
“Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun (takvâ) ve ancak Müslümanlar olarak can verin.”( Al-i İmran, 3/102.)[4]
“Rabbinin makamından (huzurunda hesap vermekten) korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için şüphesiz cennet yegane barınaktır.” (Naziat, 79/40-41.)[5]
“Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.” (Rahman, 55/46.)[6]
Mü’min’in uhrevî hayatta, korkusu cehennem, ümidi ise cennet ve Allah’ın cemalidir. Korkusunu giderecek ve ümidini gerçekleştirecek anahtar ise Allah korkusudur. Allah korkusu, sadece dünyevî problemlerden kurtulup, dünyevî hedeflere ulaşmada değil aynı zamanda uhrevî sıkıntıların giderilmesinde ve ebedî saadete ulaşmada da en büyük etkendir. Korkulandan emin, umulana nâil olmanın yolu Allah korkusudur.
Atamız İbrahim (as) gibi Rabbimize yalvarıyoruz:
“(Allah’ım! insanların) dirilecekleri gün beni utandırma. O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak (küfür ve nifak hastalıklarından) temizlenmiş bir kalb ile gelenler hariç (Onlar o günde fayda görür.) (Şuara, 26/87-89.)[7]
مَنْ يُصْرَفْ عَنْهُ يَوْمَئِذٍ فَقَدْ رَحِمَهُۜ وَذٰلِكَ الْفَوْزُ الْمُب۪ينُ
“O gün kim azaptan kurtarılırsa gerçekten Allah onu esirgemiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.” (En’âm Suresi,6/16.)
Âhirette azaptan kurtulmayı hak eden kimse rahmet-i ilâhiyyeye nâil olacaktır. Kuşkusuz insan için bundan daha büyük bir kurtuluş, başarı ve sevinç yoktur.
وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۜ وَاِنْ يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
“Eğer Allah seni bir zarara uğratırsa onu kendisinden başka giderecek yoktur; ve eğer sana bir hayır verirse bilesin ki O her şeye kādirdir.” (En’âm Suresi,6/17.)
Abdullah ibn Abbas (Allah Onlardan razı olsun)’den bildirildiğine göre: Bir gün Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in bindiği hayvanın arkasına binmiştim. Bana şöyle söyledi: “…Birşey isteyeceksen Allah’tan iste, yardım dileyeceksen Allah’tan dile, bil ki bütün insanlar toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak senin için Allah’ın yazdığı faydayı sana ulaştırabilirler. Yine bütün insanlar sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler.” (Tirmîzî, Kıyâme 59)
Mümin hakikatte Allah’ın kudret ve irâdesinden gayri kudret ve irâde olmadığını fark eden kimsedir. İnsanın bütün çaba ve çalışmasına rağmen nihayetinde, hayır ya da şer, her şey Allah’ın takdiri iledir. “Gayret bizden muvaffakiyet Allah’tan” dır. O’ndan gayri kimsenin elinde bir şey yoktur, zarar da fayda da ancak Allah Teâlâ’dandır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” buyrulur. (Yunus 10/107.)[8]
Allah müminlerin her daim yardımcısıdır. Kâfirlerin tuzaklarını/tedbirini zayıflatır. (Enfâl,8/18,19.) Bundan dolayı müminin gevşemesine üzülmesine gerek yoktur; ayetin ifadesiyle, “eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Âli İmrân,3/139.)
Yardım ve başarı Allah’tandır. Mümin bir şey isteyecekse Allah’tan istemeli, yardım dileyecekse Allah’tan dilemelidir. Mümin iman eder ki, bir zarara uğrarsa onu Allah’tan başka giderecek yoktur; ve eğer Allah bir hayır verirse bilir ki O her şeye kādirdir. Dolayısıyla mümin için muvaffakiyet dünyevî, maddî bir başarı elde etmek, cihâdı kazanmak, üstün gelmek değildir. Bu hususta sonuç Allah’ın takdiri iledir. Asıl muvaffakiyet insanın Allah yolunda, takvâ, ihlâs ve ihsân şuuru ile, ceht ve sebât üzere olması, bu hal üzere sâlih bir kul olarak Allah’a kavuşmasıdır. Bu yolda mağlûbiyet de zaferdir. “Gayret bizden muvaffakiyet Allah’tan” dır. Zira mümin için iki güzellik vardır: Zafer ya da şehadet, ki her ikisi de kurtuluş sebebi ve gerçek muvaffakiyet olarak görülmüştür. “De ki: ‘Siz bizim hakkımızda iki güzellikten birinden başkasını mı beklersiniz? Ve bizler ise size Cenâb-ı Hakk'ın katından veya bizim ellerimizle bir azabın isabetini bekliyoruz. Artık bekleyiniz. Biz de sizinle beraber bekleyicileriz.” (Tevbe 9/52.)
وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِه۪ۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْخَب۪يرُ
“O, kullarının üstünde tam bir tasarrufa sahiptir. O hakîmdir, her şeyden haberdardır.” (En’âm Suresi,6/18.)
Zaten Allah'ın yardımından başka hiçbir kuvvet yoktur!
مَا شَاء اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ
“Mâşaallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır.” (Kehf,18/39.)
“Biz ona şah damarından daha yakınız” (Beled,90/16.)
“Nerede olursanız Allah sizinle beraberdir” (Hadîd,57/74.)
“Nereye yönelirseniz Allah oradadır” (Bakara, 2/115.)
“Kuşkusuz Rabbin her an gözetlemektedir.” (Fecr, 89/14.)
Hiç şüphesiz imanda sebât ve tevhidi korumakta zorlanan, iman ettiği kitabın (Kur’an) ve Peygamberin câhili olan, nefsânî arzulara, dünyevi heveslere belki de bütün zamanlardan daha ziyade maruz kalmış çağımızda, insanın her zamankinden daha ziyade kullarının üstünde tam bir tasarrufa sahip, hakîm, her şeyden haberdar olan Allah’ın lütuf ve merhametine, yardımına ve mağfiretine ihtiyacı vardır. Müslümanın, hemen bütün faaliyetlerinin başında lanetlenmiş şeytanın şerrinden Allah’a sığınarak başlamakla emredilmesinin manası da bu olsa gerektir.
Yaşadığımız dünyada insanı tuğyân, herc, fitneler, azgınlık, zulüm, kirlenme, yabancılaşma, riyakarlık ve kibrinin, aklının, nefsânî arzularının, reel şartların hapsettiği maddî determinizmin esâretinden –kula kulluktan- özgürlüğüne kavuşturacak olan, Yüce Kudret’e sığınmak, dua etmek, O’nun dünyadaki ve ahiretteki vaadine iman ve teslimiyettir.
قُلْ اَيُّ شَيْءٍ اَكْبَرُ شَهَادَةًۜ قُلِ اللّٰهُ شَه۪يدٌ بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْ وَاُو۫حِيَ اِلَيَّ هٰذَا الْقُرْاٰنُ لِاُنْذِرَكُمْ بِه۪ وَمَنْ بَلَغَۜ اَئِنَّكُمْ لَتَشْهَدُونَ اَنَّ مَعَ اللّٰهِ اٰلِهَةً اُخْرٰىۜ قُلْ لَٓا اَشْهَدُۚ قُلْ اِنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌ وَاِنَّن۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَۢ
De ki: "Hangi şahidin şahitliği daha güvenilirdir?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur’an bana, hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla uyarmam için vahyedildi. Yoksa siz Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz?" De ki: "Ben buna şahitlik etmem." De ki: O, ancak bir tek Allah’tır; ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım." (En’âm Suresi,6/19.)
Mümin, şirkten berî olduğu gibi müşriklerden de berîdir. Müminler, Allah’ın lütfu olan ve en büyük nimeti olan imanlarına şirk, küfür, nifâk, fısk karıştırmazlar.
Yani şu evren bütününde tanıklığı en büyük olan şahit kimdir? Tanıklığı bütün tanıklıklara baskın gelen şahitlik kiminkidir? Kimin tanıklığı meseleyi köklü çözüme bağlar ve başkasının tanıklığına yer bırakmaz? Peygamberimize nasıl bu soruyu sorması emrediliyorsa cevabını kendisinin vermesi emrediliyor. “De ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir.” Yaratan, yaşatan, hüküm koyan, öldürüp diriltecek ve hesaba çekecek olanın şâhitliği kabuldür. O'nun şahitliğinden sonra başka bir şahitliğe, O'nun sözünden sonra başka bir söze yer yoktur. O bir şey söyleyince söylenecek başka bir şey kalmaz, mesele bitmiş olur.
Müslümanlar olarak bu İslam davasında Rabbimiz, ilâhımız, mevlâmız/velîmiz (Bakara,2/286.), vekîlimiz (Ahzâb,33/3.), şâhidimiz, yardımcımız (Nisâ,4/45.) da Allah’tır. Zaten bizim “namazımız da, diğer ibadetlerimiz, yaşam ve ölümümüz de âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’âm,6/162.)
اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَٓاءَهُمْۢ اَلَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ۟
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyan edenlere gelince, işte onlar inanmazlar.” (En’âm Suresi,6/20.)
Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav)’i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanıyan ehl-i kitap inat ve kibirlerinden dolayı iman etmemişledir. İnsanın kendini büyük görmesi, imana kesinlikle zıttır. Allah (cc) büyüklük taslayanların imanlarının kabul edilmeyeceğini bildirmektedir. (Mü'min,40/27,28; Nisa,4/173; A'raf,7/132,133.) Genellikle inat sıfatıyla birlikte bulunan kibir, insan fıtratının yaratıcıya açılan pencerelerini perdeler. Nefiste karar kılan bu kötü huyun eserleri değişik şekillerde ortaya çıkar. Genellikle kişinin hakkı görmesine mani olur. Görse bile itiraf ettirmez ve O'na bağlanmayı engeller.
Kur'an'da, insanı küfre götüren sebeplerden biri olarak zikredilen kibir öğesiyle, pek çok halde kafirin en tipik niteliği sembolize edilir. Sağlam yaratılış kanunundan (fıtrattan) sapmış kalplerde varlık gösteren inat, kin ve düşmanlık, hakkı inkar etmenin en etkili sebeplerindendir.
Kur’ân-ı Kerîm’de dört âyette anîd (inatçı) geçmekte olup tefsirlerde bu kelime, “gerçeği kabul edip ona teslim olmamakta direnen isyankâr kişi” diye açıklanmaktadır. Bu âyetlerin birinde, ısrarla iyiliği engelleyen ve Allah’tan başka tanrı edinen inkârcı kişi bu sıfatla anılmakta (Kāf 50/24-26), iki âyette de kelime, “cebbâr” nitelemesiyle birlikte önder ve yönetici konumundaki kimseler için kullanılmaktadır (Hûd 11/59; İbrâhîm 14/15). (M.Çağrıcı, “İnat”, DİA, XXII/265.)
Ayette haber verildiği gibi, ehl-i kitâbın son peygamber Muhammed Mustafa (sav)’i inatla inkarları, Allah’ın elçisinin doğruluğu hususunda her hangi bir şüpheden dolayı değil, kin, inat ve düşmanlık gibi duyguların gönülleri tutsak etmesiyle gerçekleştiğini göstermektedir. İlâhî mesajlara karşı inatla direnenler, dinden uzaklaşan, Allah ile bağlarını koparan Allah tarafından sıkıntı ve zorluklara maruz bırakılacaklardır. İnkârcılığın sonucunun/meyvesinin bunalım, kaygı, sıkıntı olacağı, ilâhî yasa tarafından tayin edilmiştir. Yüce Allah, Kendi’sinden yüz çevirenlere, bunun bedelini, daha dünyadayken manevî elem olarak tattıracağını vaat etmiştir. Kur’an öğretilerine göre, inkârcılığın sonucu her zaman mutsuzluk ve huzursuzluk, manevî kriz ve bunalım şeklinde ortaya çıkacaktır. Her zaman mutsuzluk ve huzursuzluk, manevî kriz yaşayan, tükenmiş, iflas etmiş batı medeniyeti (Yahudi, Hıristiyan) bütün dünyaya kan kusturmakta, küresel ölçekte krizler ve kaoslar tertip etmekte, milyonlarca insanı hunharca katletmekte ve karada ve denizde fesâd çıkarmaktadırlar.
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِه۪ۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
“Yalan sözlerle Allah’a iftira edenden veya O’nun âyetlerini yalan sayandan daha zalimi kimdir? Şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler.” (En’âm Suresi,6/21.)
Ayetteki "Yalan iftira"; ilâhlığında Allah'a ortaklar bulunduğu ve onların da tapınmaya değer olduğu iddiasıdır. Şirkin zemini olan bizzat Allah'ın şunu veya bunu kendi özel çevresi yaptığı ve ilâhî niteliklerin onlara da verilip, onlara da Allah'a gösterilen saygı vs. gösterilmesi gerektiğini emrettiği (veya en azından onayladığı) da 'yalan iftira'dır.
“Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir? İşte bunlar, Rablerine arz edilecekler ve şâhitler de, “Rablerine karşı yalan söyleyenler işte bunlardır” diyeceklerdir. Biliniz ki, Allah’ın lâneti zalimler üzerinedir.” (Hûd,11/18.)[9]
Âyet-i kerîme, Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu reddetmeye kalkışan, insanların Kur’an’ı ve onun ilkelerini benimsemelerine engel olan; malî, bedenî, ilmî, siyasî, sosyal ve psikolojik gücünü Kur’an’a karşı kullanıp inkâr edilmesini sağlamak için onunla ilgili şüpheler uyandırmaya, onu zaafa uğratmaya ve zararlı göstermeye çalışan kimselerin zalim olduklarını, bu sebeple Allah’ın lânetini hak ettiklerini, yani O’nun rahmetinden mahrum kaldıklarını ifade eder. (Diyanet, Kur’an Yolu, III/160.)
“Artık, Allah’a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir? Şüphe yok ki (böyle) suçlular asla kurtuluşa ermezler.” (Yûnus,10/17.)[10]
Müşrikler bir yandan Allah’ın zâtı, sıfat ve fiilleri hakkında asılsız sözler uydurup söylemek, bir yandan da O’nun, peygamberi vasıtasıyla gönderdiği çok önemli açıklamaları inkâr etmek suretiyle insana verilen kabiliyetleri yersiz bulmakta ve kötüye kullanmakta, bu mânada kendilerine en büyük zulmü reva görmektedirler. (Diyanet, Kur’an Yolu, III/91.)
"Allah'ın ayetleri", kâinatta tek bir ilâhın bulunduğu ve başka her şeyin O'nun kulları olduğu gerçeğini gösteren işaretlerin tümüdür. Bu ayetler tüm kâinata yayılmış bulunmaktadır. Tüm bu ayetlerin karşısında İlâhî nitelikleri başka şeylere de veren ve onları İlâhî haklara değer gören gerçekte büyük bir zulüm suçu işlemiş demektir. Hiçbir delil, bilgi, gözlem ve tecrübeye sahip olmadan yalnızca zan veya tahmin veya ataların geleneklerine dayanarak başka şeylere de İlâhî nitelikler vermek cidden büyük bir zulümdür. Böylesi bâtıl bir inanca sahip kişi, Hakk'a, Hakikate, bizzat kendisine ve kâinat'ta ilişki içinde bulunduğu her şeye ve herkese zulmetmektedir. “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.” (Lokmân,31/13.)[11]
وَيَوْمَ نَحْشُرُهُمْ جَم۪يعاً ثُمَّ نَقُولُ لِلَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَيْنَ شُرَكَٓاؤُ۬كُمُ الَّذ۪ينَ كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ
“Unutma o günü ki onları hep birden toplayacağız; sonra da Allah’a ortak koşanlara "Nerede boş yere “davasını güttüğünüz ortaklarınız?" diyeceğiz.” (En’âm Suresi,6/22.)
ثُمَّ لَمْ تَكُنْ فِتْنَتُهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا وَاللّٰهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِك۪ينَ
“Sonra onların mazeretleri "Rabbimiz Allah’a andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık" demekten başka bir şey olmadı.” (En’âm Suresi,6/23.)
اُنْظُرْ كَيْفَ كَذَبُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ
“Gör ki, kendi aleyhlerinde nasıl yalan söylediler ve (tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerini nasıl bırakıp gitti!” (En’âm Suresi,6/24.)
Şirk koşanların uydurdukları yalan kendi aleyhlerine işledi, kendi özlerine zarar verdi, kendilerini aldattılar. Müşrikler yüce Allah'a ortak koştukları gün kendi özlerini aldattılar, öz benliklerini kandırdılar, tevhîd’i reddedip şeytana/tâğuta kulluk ettiler de yüce Allah'a karşı böyle bir iftira düzdüler. Mahşer ve hesap günü gelince de bu düzmeceleri, bu hayali yakıştırmaları kendilerini yüzüstü bırakıp kayıplara karıştı! Sonuç muazzam bir fiyasko ve ebedî kahroluş…
“İnsanlar ölüp ruhlar bedenlerden ayrıldıktan veya insanlar yeniden diriltildikten sonra Allah Teâlâ kendisine putları ortak koşmak ve bu suretle İslâm’ın tevhid akîdesine karşı mücadele bayrağını açmak gibi büyük bir suçun vebalini yüklenmiş olan müşriklere, dünyadaki alelâde varlıklara yahut kişilere tanrı gibi taparcasına bağlanarak hakiki mâbudlarını inkâr edenlere “Hani o bana ortak koştuğunuz putlarınız; sözde tanrılarınız nerede?” anlamında olmak üzere “Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?” diye soracaktır.
Sonra onlar bu fitnelerinin, bu inkârlarının neticesi olarak, Allah’ın her hallerine vâkıf olduğunu bile bile, “Rabbimiz Allah’a andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık” diyerek şaşkınlık ve çaresizlik yüzünden yalan söyleyecekler; böylece kendi kendilerine karşı, yani söylediklerinin asılsız olduğunu bizzat kendileri de bile bile yalan söyleme gereğini duyacaklardır. Üstelik dünyadayken, uydurma bir inançla, akıllı ve güçlü olduğunu, kendilerine şefaat edeceğini sandıkları putları –sözde tanrıları– kendilerinden uzaklaşmıştır.” (Diyanet, Kur’an Yolu, II/388.)
Ahmet Hocazâde, 29.01.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Muhâfız ya da Muârız'a dair
Ahmet Hocazâde Yazıları
[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] “Çünkü benim velim, Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren Allah’tır. O, bütün salihlere velilik eder.” (Araf,7/196.)
[3] وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يُكَفِّرْ عَنْهُ سَيِّئَاتِهِ وَيُعْظِمْ لَهُ أَجْرًا
[4] يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ
[5] وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى
[6] وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ
[7] وَلَا تُخْزِنِي يَوْمَ يُبْعَثُونَ يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
[8] وَإِن يَمْسَسْكَ اللّهُ بِضُرٍّ فَلاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ هُوَ وَإِن يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلاَ رَآدَّ لِفَضْلِهِ يُصَيبُ بِهِ مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
[9] وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أُوْلَئِكَ يُعْرَضُونَ عَلَى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الأَشْهَادُ هَؤُلاء الَّذِينَ كَذَبُواْ عَلَى رَبِّهِمْ أَلاَ لَعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ
[10] فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الْمُجْرِمُونَ
[11] وَإِذْ قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.