"Sahne karanlık bir fonla kaybetti kendini.. sonunu merak ettim, ne olmuştu, başarmış mıydı, başaramamışsa neden başaramamıştı.. kim merhametli kim vahşiydi; her şey nasıl da yer değiştiriyordu."
***
Yo! Hayır! Gözyaşlarının beni avlayacağını sanıyorsan aldanıyorsun! Aldanıyorsun pek sayın bayan. Çok uzun zaman oldu benim için gözyaşlarının avcılıktan düşmesi! Artık beni avlayamıyor, evet bir zamanlar yaman avcıydı her bir gözyaşı. O zamanlar hamdım, yani avdım.. Ama şimdi işler değişti!
Hani yine de bir öksüz, bir yetim, bir acılı anne yahut dizinin bağı çözülmüş bir baba, gözleri açılmamış bir kedi yavrusu yahut kanadı kırık bir kuşun çırpınması.. belki onların gözyaşları avlayabilir! Böyle bir ihtimal var! Hayır hayır! Avlar demiyorum! Sadece bir ihtimalden söz ediyorum, hepsi o kadar. İşte bu yüzden boşuna harcama gözyaşlarını!
Hem bilmelisin ki bütün suç senin! Vallahi senin! Yapacaklarımı sen soktun aklıma! Evet, evet! Hiç boşuna şaşkınlığa bürünme! Hem şaşkınlık da beni avlayacak değil! Ben artık av değilim kaç kere söylemeliyim? Dedim ya ben bir avcıyım artık!
Kes debelenmeyi! Kes dedim sana! Eğer bir daha tokat yemek istemiyorsan debelenmeyi keseceksin! Bağırman, çağırman sana fayda etmeyecek. Elbet debelenmek de! Uslu uslu otur ve düşün! Yahut düşle! Neler yaşatacağımı, neler yaşayacağını düşle! Rahatlamak istiyorsan, korkularından, sıkıntılarından azade olmak istiyorsan dediğim gibi yaşayacaklarını düşle! Başka düşler de kurabilirsin! Ona karışmam!
Bir avcı kediden –lanet olsun kedilerin bile doğasını tahrip ettiniz! Artık birçok kedi avcılıktan yoksun! Ne büyük bir canavarlık olanı olduğundan çıkarmak! Ha bir örümcek ağ öremez olmuş ha bir kedi avcılığı unutmuş! Kahretsin sizi Tanrınız! Lanet olasıcalar!- bir avcı kediden kaçacak bir delik bulamayan bir fare nasıl ki gözlerini sımsıkı yumar ve kediyi göremediği için kurtulduğunu, rahata erdiğini sanırsa sen de tıpkı öyle yapabilirsin düş kurarak!
Baştan söyleyeyim ki gırtlağını keseceğim! Nasıl kestiğimi sen de göresin diye koydum aynayı karşına.. hani ola ki aklına başka bir şey gelmesin! Ne bileyim, ‘ay rimelim akmış mı? Rujum dağılmış mı? Yüzümdeki, alnımdaki kırışıklıklar, boynumdaki çizgiler, kaz ayakları daha mı belirginleşmiş?’ gibi aptalca sorularının yanıtını görmen, bulman için değil! Elimdeki ustura nasıl gırtlağında ince bir çizgi açacak onu göreceksin!
Bu elimde gördüğün ustura dede yadigârıdır. Dedem pek matrak biriydi. Pek şakacıydı. Bu usturayı bana hediye olarak verdiğinde daha yedi sekiz yaşlarındaydım. Suratımda şimdiki gibi tek tüy yoktu ve O matrak adam bana;
- Bu usturanın hakkını verse verse bu dığa verir, demişti gülerek.
Dığa küfür gibi bir şey olmalı.. öyle sanıyorum.. büyükler bir çocukları severken bir de birine öfkelendiklerinde söylerlerdi bu sözcüğü. Garip bir memleketti doğup büyüdüğüm senin anlayacağın, garip bir memleketti. Küfür olan bir sözcük yeri gelir sevgi sözcüğü olurdu. Tabi o sözcük –tıpkı dığa gibi- ne zaman ve kim tarafından söylendiğinde farklı anlamlara sahip olurdu. Dedem, amcam, babam bana kendilerinden küçüklere diyebilirken –sevdiğini belirtmek için- küçükler söyleyemezdi. Yani ben kalkıp dedeme ‘dığa seni çok seviyorum!’ diyemezdim. Denilmez. Ama dediğim gibi büyükler küçüklere sevgi sözcüğü olarak -birbirleri için küfür olan bir sözcüğü- rahatlıkla kullanabilirlerdi.
Ne çok gülmüştü ha ‘bu usturanın hakkını verse verse bu dığa verir!’ dediğinde. Çok sonraları anladım, hatta iki hafta öncesine kadar anlamsız, aptalca bir şaka olarak yorumlardım. Ta ki seninle karşılaşıncaya kadar. Ben köseyim gördüğün gibi, yani herhangi bir tıraş aletinin hakkını suratımda verecek biri değilim. Ama dedem aha o zamandan benim sakaldan, bıyıktan özürlü biri olacağımı sezmiş, sezgisi pek güçlüymüş rahmetlinin.. bununla hiç tıraş olamadım. Ama seni görünce.. seninle karşılaşınca işte o zaman dedemin niçin güldüğünü, niçin bu usturanın hakkını verecek olanın ben olduğumu anladım. Bir tür içe doğuş. Bir tür aydınlanış.
Kes sesini kaltak! Sana gözyaşlarının beni avlayamayacağını söylemedim mi? Ne anlayışsız, ne budala şeysin lanet şey!
Debelenme kız! Debelendikçe ellerin ayakların, sırtın yaralanacak. Yapışkanla tutturuldun sandalyeye! Evet ya! En güçlü yapıştırıcıymış.. salak satıcı genç öyle söyledi. Satıcılara güvenmem.. dediği gibi olup olmadığını onun üzerinde denedim. Gerçekten dediği gibiymiş. Dudaklarını yapıştırdım. Tıpkı O'nu da senin gibi sandalyeye oturttum. Kolları, sırtı, saçları, kaba etleri sandalyeye yapışıp kaldı. Salak salak bakıp durdu, kıvrandı. Sonra da aç farelere yem oldu!
Ne o korktun mu? Korkma! Seni sıçanlara yem etmeyeceğim. Yani diri diri yem etmeyeceğim! Hayır ahmak! Dedim ya gırtlağını keseceğim. Ama bilmeni isterim o salağı –satıcıyı yani- kurtarmak için çok çabaladım satış esnasında. Çok üsteledim. Ama fayda etmedi.
- Bak, dedim O’na, dediğin kadar güçlü bir yapıştırıcı mı?
- Evet, dedi.
- Peki nereden biliyorsun? Sen kullandın mı?
Bu soruyu sormamın nedeni;
- Hayır, kullanmadım beyefendi.. neylersin ekmek parası. Patron bize her gün kota koyar. İşte şu kadar mal satacaksın.. yalan-dolan.. abartı.. sattığımız ürünlere etiket vururuz, o etiketler kasada birikir, mesai sonunda etiketlere bakılır, kotayı dolduramayan kapı dışarı olur, türünden bir yanıt almaktı.
Ama hayır! öyle bir yanıt yerine;
- Hayır ben kullanmadım, ancak kullanan müşterilerimizin anket yanıtlarından hareketle, bu yapıştırıcının bir mandayı bile yere sımsıkı yapıştıracağını öğrendim, dedi.
Abartıya bak! Ben yine de kurtuluşu için üsteledim;
- Bak, dediğin gibi değilse geri getiririm.. hani buncacık şeyi geri getirmek ayıp olur ama..
- Ne demek beyefendi, eğer memnun kalmazsanız, fişiyle birlikte getirin, iade işlemi yaparız.. ama gerçekten çok memnun kalacaksınız! Dedi.
- Peki, dedim, çıktım.
O salak ‘memnun kalacaksınız!’ der demez dediği gibi olup olmadığını test etmek için onun üzerinde denemeye karar vermiştim. Tebessüm edip elimi uzattım, salak şaşkın şaşkın elime baktı, sonra da çekinerek elini uzattı. Tokalaştık.
Her neyse üzerinde denedim. Ve dediği gibi çıktı. Denemek zorundaydım senin sandalyede oranı buranı öteye beriye sallamanı, kafanı eğmeni, gözlerini kapamanı istemiyordum. Aynaya bakmalıydın. Sonuna kadar. Göz kapaklarını da yapıştırdım. Yani görmekten kaçar yerin yok! Gırtlağını keserken göreceksin! Hemen ölmeni istemiyorum! Kan kaybından ölmelisin! Bunu becerebilir miyim bilmiyorum! Umarım umduğum gibi olur!
Gelelim bütün bunları aklıma senin soktuğun konusuna. Otomobil kullanırken o telefonu kullanmayacaktın! İki hafta üç gün önceyi hatırlıyor musun? Saat üç sıralarıydı. Öğleden sonranın üçü.. ben otobüsle hasta ziyaretine gidiyordum. Kırmızı ışıklarda durmuştu otobüs. Sonra sen geldin. Yüzünü göremiyordum doğallıkla. Saçların, kahverengi montun, ve elinde şu pembe telefon.
- Trafikte olduğunu unutmuş bir sorumsuz! Demiştim, içimden. Sonra, sonra.. aman Tanrım!
Gırtlağın –demek ki her birimiz konuşurken aynısı oluyordur- öyle güzel hareket ediyordu ki.. seğirir gibi.. arada bir aşağı yukarı derinin hareket edişi. Sen konuştukça, derin hareket ettikçe dedemin sözleri yankılanmaya başladı içimde ‘bunun hakkını verse verse bu dığa verir!’
Sonra da seni izlemeye başladım. İki hafta izledim. Sokak hayvanlarına gösterdiğin merhametin üzerine vazgeçmeye karar vermiştim ki, o merhametin sahte, bencil bir merhamet olduğunu anladım. Hani bir sokak köpeğini severken yanına ayakları çıplak, üstü başı pejmude on yaşlarında mendil satan bir çocuk yaklaştı da sen onu yanından öyle bir kovduydun ya.. hah işte o zaman anladım o merhametin sahte olduğunu.. merhamet değil.. adı konulmamış bir bencillik.. kedilere aldığın mamanın onda biriyle o çocuk en azından iki üç gün sıcak bir çorba içerdi. Ama yo! Hayır! Şükür ki o davranışın imdadıma yetişti. Düşünsene onca hazırlık yapmışım! Yapıştırıcının gücünü test etmek için bir salağı sıçanlara yem etmişim.. usturayı kentin en usta bileyicisine bileyletmişim.. olmaz!
Teşekkür ederim, yani o çocuğu kovmasaydın, bir de sağdan soldan geçenlere şikâyet edercesine söylenmeseydin, inan vazgeçmiştim! O şehvetle öpüp kokladığın köpeklerin yanında o çocuğa tiksinerek bakışın yok mu? Oysa O küçük çocuk kendisinden birkaç yaş daha küçük kardeşlerine bakmanın telaşındaydı. Gittim çocuğun yaşadığı yeri buldum. 'Senin tarafından kovulmasına, aşağılanmasına ne neden olmuştur?' diyerek üşenmeden araştırma yaptım!
-Olur, dedim kendi kendime, neyin nesi kimin fesi olduğunu biliyordur da onun için böyle davrandı!
Gidip şunu bir öğreneyim! Ve öğrendim! Bir bodrum katında bir göz odada yaşam savaşı veren üç dört kişi! Babaları korkunç bir kaza geçirmiş.. anneleri desen yarım bir kadın. Ve o çocuk işte o yaşta kendinden küçük iki kardeşi yatalak babası için yarım annesine yardım ediyor geçinmek için! Ve sen! Merhamet sahibi.. alçağın tekisin! En çok da tiksinmen artırdı öfkemi! Git köpeklerinle eğleş.. zerre ırgalamaz.. ama..
- Boş ver, dedim kendi kendime, boş ver be Köse, kim neresini ne ile kaşırsa kaşısın sana ne!
Neyse! Artık başlayalım! Seni daha fazla bekletmeyeyim! Korkudan ölüp gitmeni istemem! Ne derin keseceğim, ne yüzeysel bir kesik! İkisi ortası bir kesik olacak! Yani öyle olmalı! Öyle olmalı ki kanın yavaş yavaş akarken sen de göresin! Birlikte kanın akışını izleyelim! Hem derin kesik olursa oluktan fışkırır gibi çıkar mıkar, ortalık berbat olur! kim uğraşacak temizlemekle! Hayır birden bire olmamalı! Umarım başarırım!
***
Sahne karanlık bir fonla kaybetti kendini.. sonunu merak ettim, ne olmuştu, başarmış mıydı, başaramamışsa neden başaramamıştı.. kim merhametli kim vahşiydi; her şey nasıl da yer değiştiriyordu.
Cemal Çalık, 09.03.2018, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.