"Sosyal bilimlerin hemen hemen her alanıyla ilgili geniş bir ilgiye sahip olan Frankfurt Okulu, 1923 yılında Almanya’nın Frankfurt Üniversitesi bünyesinde, “Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü” olarak kuruldu. Hitler’in iktidara gelmesiyle çalışmaları sekteye uğrayan okul, mensuplarının farklı ülkelere göçüyle, çalışmalarını sürdürdü. Ancak okulun adı aynı kaldı."
Giriş
Sanat, Osmanlı’nın gerilemesinin başlamasından bu güne, toplumda hak ettiği yere asla bir daha gelmedi. Bu anlamda, sanat alanındaki ihmal, yüzyıllara tekabül etmektedir. Bu acınası tablo, bugünlerde daha çok dile getirilmekte, akademik çevrelerce gündeme getirilmekte, sanatın neliğinden, ihmaline varan geniş bir yelpazede tartışılmaktadır.
Türk literatürü, Batı kaynaklı olduğundan, kendi toplumsal gerçekçiliğimiz açısından kavramların yerelde neye karşılık geldiği ise, tartışmaların çoğunu kilittlemektedir. Yine de, artık küresel bir köy haline gelen dünya, bilgi birikimini paylaşmakta ve toplumlar arası, kültürler arası alışverişler gittikçe artmakta ve yaygınlaşmaktadır. Sanat ve toplum dendiğinde de, ülkemizde sanatı nereye ve nasıl oturtacağımıza karar vermeden önce, bir anlamda, kapitalizm üzerinden modernizm eleştirisi yapan Frankfurt Okulu’nun Sanat’a dair eleştirel yaklaşımları ve değerlendirmeleri, sanatla ilgili analizler yaparken vazgeçilmez başvuru kaynağıdır.
Bu makalede, Frankfurt Okulu, temsilcileri arasından Adorno ve onun sanata ilişkin değerlendirmeleri ele alınacaktır kısaca.
Frankfurt Okulu
Sosyal bilimlerin hemen hemen her alanıyla ilgili geniş bir ilgiye sahip olan Frankfurt Okulu, 1923 yılında Almanya’nın Frankfurt Üniversitesi bünyesinde, “Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü” olarak kuruldu. Hitler’in iktidara gelmesiyle çalışmaları sekteye uğrayan okul, mensuplarının farklı ülkelere göçüyle, çalışmalarını sürdürdü. Ancak okulun adı aynı kaldı.
Okulun dağılmasıyla, ilgi alanlarının dağınıklığı, mensuplarınca alan yoğunlaşmalarıyla çeşitlenmiştir. Buna rağmen, hepsinin ortak sürdürdüğü yaklaşım, “Ortodoks indirgemeci Marksizm’den kopuşla çalışmaları daha çok alt yapıdan üst yapıya çevirmek ve akademik ilgiyi merkeze almak fakat pozitivizme eleştirel durmak olarak belirlendi” (Yelken, 2007:185). Bu duruş, beraberinde zaten “Eleştirel Teori” olarak Frankfurt Okulu’nun bilim camiasına en önemli katkısı oldu. Marx’ta, alt yapıyı ekonomi temsil eder. Diğer bütün kültürel, ideolojik ve politik pratikler ve kurumlar üst yapıyı oluşturur. “Üretim ilişkileri (üretimin iş bölümü, otorite ve hukuk aracılığıyla toplumsal açıdan örgütlenme yolları) ekonomik yapıya denk düşmektedir. Marx’ın modeli, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında denk bir ilişki bulunduğunu varsayar, üretim ilişkileri bir bütün olarak üretim çıkarlarına hizmet ederken, üstyapının gölge-fenomen statüsüne indirgenmesiyle ekonomik güçler öncelik kazanmaktadır” (Swingewood, 1998:106). Franfurt Okulu mensuplarının üst yapıya ilgilerini kaydırmaları ve daha sonraki analizlerinde Marx’ın kullandığı sınıf teorisini kullanmamaları, aralarındaki en büyük farkı teşkil eder.
Ekol mensupları, Amerika’ya taşındıktan sonra, Amerika’daki kapitalizmini çözümlemeye giriştiler. Kültürü masaya yatırdılar. Kültürün kendiliğindenliğinin kapitalizmle birlikte öldürüldüğünü, kültürün yaratıcılarını, kullanıcılarını, halk kültürünü, yüksek kültürü ve popüler kültürü kapitalizm çerçevesinde yeniden anlamlandırarak, insanın kendine yabancılaşmasıyla ilişkilendirdiler. Bu şekilde bir pazarın oluşturulduğunu “kültür endüstrisi” olarak kavramsallaştırarak ifade ettiler.
Sonuç itibariyle, ekol mensupları, Horkheimer, Adorno ve Marcue’dan Habermas’a kadar iki kuşak boyunca, pozitivistik felsefelerde ahlaki akıla empoze edilen sınırları eleştirmekle ilgilenmişlerdir (Bottomore, Nisbet, 2002: 271). Pozitivizm ve empirizm eleştirisi, gelişmiş toplumlardaki yeni egemenlik biçimlerinin analizi, kültür endüstrisi analizinin yanı sıra, eleştirel teorinin en temel temalarından biri de modern toplumda bireyselliğin azalmasına bağlı olarak insanın kendine yabancılaşmasının gittikçe artacağı endişesi idi (Slattery, 2007:207). Sanata dair değerlendirmeleri de en çok bu yabancılaşmadan hareketle yaptıkları eleştirilere dayandı.
Frankfurt Okulu’nun Sanata Dair Görüşleri
Adorno’ya göre, sanat ve toplum, insanda çakışırdı. Kapitalizmin egemenliği altında kendiliğini yitirmiş olan insanın tek çıkış yolu sanattı. eğer bir toplumu etkisi alan bir sanat söz konusu ise, burada değiştirilmesi gereken ne sanat anlayışı ne de toplumdur, tek tek bireylerin değiştirilmesi gerekmektedir.
Bireyin, toplum içerisinde yaşamasından başka bir çaresi yoktur. Toplumsal bir varlıktır. Ancak, içerisinde yaşadığı toplum içerisinde birey, sürekli saldırı altındadır. Sınırları belli de olsa, kendi özerk alanını oluşturmayan birey, toplum içerisinde kaybolup yitecektir.
Hegel idealizmi ve Marksist materyalizm arasındaki ikilemi aşmak için geliştirdikleri diyalektik, genel ve tikel açısından da rehberlik niteliğindedir. Totalite, toplumsal yapı ve düzeni temsil eden “genel” içerisindeki “tikel”, bütünün bir parçasıdır onlara göre. Verili olanla ütopya arasındaki ilişkiyi eleştirel kuram sağlar ve bu ikisi diyalektik eleştiriyi oluşturur.
Bu ikilem, Adorno’ya göre ne mutlak bir ikilem ne de mutlak bir birliktir. içkin olan insanın kendi hakkındaki görüşleri ifade ederken, aşkın olan ise bütünle ilgili olandır. Dolayısıyla içkin ve aşkın olan arasındaki gerilimden çıkış yoludur sanat. Ancak, insanın ütopyasını, umudunu, düşlerini saklayabileceği bir alandır sanat, hepsi o kadar. Daha fazla anlam yüklemesi yapmaktan özellikle kaçınan düşünürler, sanat alanı yüceltmek yerine, sanatın vazgeçilmezliği üzerine durmuşlardır.
Sanat, toplumu kendisinde içkin olarak bulundur ve topluma karşı tikelin hem özgürlük alanı hem de itirazıdır (Dellaloğlu, 2007:9).
Sonuç Yerine
Akıl eleştirisi de yapan Frankfurt Okulu mensupları, öznel ve nesnel akıl ayrımı yaparken, öznel olanı sadece öznenin niteliği diye değerlendirirken, nesnel aklın kaotiğine dikkat çeker. Tikel ve genel arasındaki diyalektik yorumu da yine bu yaklaşımla insan üzerinden analiz ederler. Bir endüstri olarak kültür ürünü sanatsal yapılar, zaten kapitalizm için hegomonik bir araçtır; sanat yoluyla insanları birbirine kenetlemek ve onları sürü haline getirmektir amaç. Oysa bilinçli bir insan, bu travmatik yabancılaşma altında ezilmemek için kendisine bir sanat alanı açıp, kendiliğinden vazgeçmemesi gerekir. Sanatla uğraşmak, kendi sınırları içerisinde ve özgürce, genele bir başkaldırı, bir itirazdır.
Diğer yandan, Besim Hocanın kitabında da hatırlatıldığı üzere, “sanat eserine kendini bırakmak, başka bir dilde, tercüme yoluyla yeniden o eseri icra etmek değil, o eseri kendi kulağınla, kendi sesinle kendi gözünle yeniden yaratmadır” da. Dolayısıyla sanat ve bireyin harmonisi, insanın kendisini gerçekleştirme imkanlarından biri değil sadece, en önemlisidir.
Birsen Şöhret, 11.03.2018, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler
Kaynakça
Bottomore, T., Nisbet, R. (2002) Sosyolojik Çözülmenin Tarihi, İkinci Baskı, yraç Yayınevi, Ankara.
Dellaloğlu, B. F. (2007) Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Dördüncü Baskı, Say Yayınları, İstanbul.
Slattery, M. (2007) Sosyolojide Temel Fikirler, Ümit Tatlıcan – Gülhan Demiriz (Çev.), Birinci Baskı, Sentez Yayıncılık, İstanbul.
Swingewood, A. (1998) Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Osman Akınhay (Çev.), İkinci Baskı, Bilim ve Sanat, Ankara.
Yelken, R. (2007) Kültür Endüstrisini Yeniden Tartışmak ya da Popüler Kültürle Hesaplaşmak, Kültür Sosyolojisi, Der: Köksal Alver ve Necmettin Doğan, Birinci Baskı, Hece Yayınları, Ankara, s: 183-206.
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.