"Şüphesiz
Allah katında canlıların en kötüsü, akletmeyen (düşünmeyen) sağırlar ve
dilsizlerdir." (Enfâl 22)
Giriş
İslam, akla
hitap eden ve akletmenin önemini sürekli vurgulayan bir kitaba, Kur'an'a
sahiptir; doğal olarak bu kitap kendisini okuyanı muhatap almakta ve onu
düşünmeye davet etmektedir. Kitabın okuyanı, kitabın bildirdiği bilgiye sahip
olarak bilen, yâni âlim olur; fakat bilmek yetmemektedir, okuyan, o bilgiyi
öğrenen, öğrendiği bilgi ile düşünmek ve hayatını devam ettirmek gibi bir
sorumluluğa da sahiptir.
İnsan ömrü süresince sınanan bir varlık olarak, apaçık
düşmanı olan şeytanın tacizlerine, tahriklerine tazyif girişimlerine açık
olduğu içindir ki Kur'an'ı okumaya, bilgisini sağlamlaştırmaya, düşüncelerini
geliştirmeye mahkûmdur. Dolayısıyla ergenlik dönemine girmiş olan erkek veya
kadın her insan, bir mükellef olarak Kur'an'ın birinci dereceden 'Oku!' emrinin
de muhatabıdır, bu emir, gereğinin yapılması için başkasına devredilemez, okuma
sonrası yapılması gerekli olan düşünme fiili için başkasına vekâlet verilemez. O
halde mükellef olan her insan, her müslüman, hangi ölçülerle yaşayacağını
öğrenmek ve hangi ölçeklere göre ahirette yargılanacağını bilmek üzere Kur'an
okumak ve kendi birikimi ve aklıyla onu yorumlamak hakkına da sahiptir.
Bin dört yüz yıllık tarihiyle İslam, Allah'ın elçisi Muhammed'in ahirete intikalinden hemen sonra çeşitli tahrif girişimlerine maruz kalmıştır. Ne yazık ki vahye şahit olan sahabilerin de dahil olduğu ihtilaflar ve savaşlar Kur'an ayetleri dikkate alınarak üzerinde gerektiği kadar düşünülmediği ve değerlendirilmediği için engellenememiştir.
Vahyin birinci dereceden şahitleri ve onlara tabi
olanlar İslam'ın asıl kaynağı olan Kur'an'ı esas alarak, onu okuyarak yetersiz
olarak akletmekte iseler de sonraki dönemde gerek siyasî sebeplerle gerek cahiliyye
dönemi alışkanlıklarının etkisinde kalınarak Kur'an okunmaz hale getirilmiş,
Kur'an okumak ve üzerinde düşünmek, yeni hükümler çıkarmak imtiyazlı zümrelere
has kılınmıştır. Sonraki yüzyıllarda da bu durum daha da kurumsallaşmış,
mükellef, imtiyazlı sınıfların siyasetle girdikleri ilişkilerin doğal sonucu
olarak tamamen edilgen bir konuma taşınmıştır. Arapça dışında dillere sahip olan
topluluklar müslüman oldukça da Kur'an daha da ulaşılmaz hale gelmiş, mükellef
ile Kur'an arasındaki bağ, imtiyazlı sınıfların yönetimine geçmiştir.
Yirmibirinci
yüzyılda yaşayan bir müslüman, imtiyazlı sınıfların bin iki yüz yılda inşa ve
ihdas ettiği 'İslam'ın Kur'an'da anlatılan İslam'dan farklı, hatta birçok yerde
onun zıddı bir din olduğunu fark etmiştir ve bugün gizli ve karanlık odakların
birer kuklası olarak çalışan geçmiştekilere benzer imtiyazlı sınıfların
varlığına tahammül edememektedir. Bir müslüman olarak Kur'an'ın oku emrine
muhatap olduğunu idrak etmiştir ve önüne çıkarılacak olan engellerle de
mücadele edecektir. Elbette mükellefin bu hak talebine ve mücadelesine karşı
çıkacak olanlar da imtiyazlarını kaybetmekten korkan imtiyaz sahibi olduklarını
iddia eden, kendilerine âlim, hoca, şeyh, seyyid, hocaefendi dedirten ya da
üniversitelerde akademik paye edinen sınıflardır.
Mükellef,
bin iki yüzyıldır olduğu gibi bu sınıfların Kur'an ile kendisi arasına
girdiğinin farkındadır, ancak bin iki yüz yıllık geçmişte davrandığı gibi
davranmayacaktır. Çünkü yirmibirinci yüzyıl bilginin imtiyazlı sınıfların
egemenliğinden kurtulduğu ve bütün insanlar için ulaşılabilir olduğu bir
yüzyıldır. Kuşkusuz her bilginin, tıpkı tıp gibi, tarih gibi, mühendislik gibi
ihtisas sahaları vardır, ancak Dinî Bilgi'nin kaynağı, kapsamı ve sınırları
belli olan, değişmeyecek olan ayetleriyle Kur'an olduğu içindir ki, Kur'an'ı
gerek Arapçası ile gerekse tercüme-mealleriyle okuyan her insan, her mükellef
tahrif edilmiş olan ile olmayanı ayırdedebilecek ve hesaba çekileceği hususları
kitabı okuyarak öğrenebilecektir.
İnsan'ın elinde fıtratına eklenmiş akıl ve
değişmemiş ve değişmeyecek olan bir Kur'an imkanı vardır. İnsan aklı, yaşadığı
kültürlerin, coğrafyaların etkisi altında olabilir, ancak bu insanın elindeki
imkanı zayıflatmamaktadır. Kur'an'ın indiği dönemde pagan/ putperest bir
kültürün hakim olduğu unutulmamalıdır ve Kur'an pagan/putperest bir toplumun
içinde büyümüş olan insanın aklını muhatap almıştır; müslüman olanlar da Kur'an
dinleyerek, okuyarak akletmiş ve iman etmeye karar vermişlerdir, onların hemen
hemen tamamı da- bir kaç istisna dışında- bu babda alim değildir, imtiyazlı
sınıflara dahil değildirler; aksine o dönemde de var olan imtiyazlı sınıflar
tıpkı yahudi rabbileri, hristiyan rahipleri gibi Kur'an'a ve Kur'an'ın
getirdiği din olan İslam'a karşı mücadele etmişlerdir.
Bugünün yaşayan insanı
ve müslümanı çok daha gelişmiş bir akla ve muhakeme gücüne ulaşmıştır ve en az o
dönemdeki insan kadar Kur'an'a muhatap olma hakkına sahiptir. Bugün yaşanan karmaşanın temel sebebi de mükellefin
bu hakkını elde etme çabasına karşı çıkan imtiyazlı sınıfların ürettiği
terördür. Her müslüman, her mükellef bilinçli bir ferd olduğu takdirde
imtiyazlı sınıflar imtiyazlarını kaybedeceklerdir, ancak din konusunda yaşanan
karmaşa da Kur'an merkezli bir toplanmayla azalacak ve nihayetinde yok
olacaktır.
Analizimiz
bu temelde ve maksatta samimi bir soruşturma olarak idrak edilmiştir.
Yöntem
Analizde,
her önüne gelenin dinî yorum yapıp yapamayacağına dair bir fikir alışverişinden
mütevellit olarak Abdülaziz Tantik tarafından kaleme alınan 'Dini Yorum Yapmanın İmkanı' başlıklı metin, örnek bir metin olarak ele alınmış, metnin
içerdiği önermeler, hükümler titizlikle irdelenmiş, ilgili yerlerde çelişkiler
ortaya konmuş, karşı önermelerle konu açıklığa kavuşturulmuştur.
Analizde
metin yazarı Abdülaziz Tantik, diğer benzer fikirlere sahip şahıslar da dikkate
alındığı için 'tartışmacı' olarak muhatap alınmıştır. Analizin seriminde Kur'an
ayetlerinin aydınlattığı bir zemin inşa etmek üzere ilgili ayetler, birer delil
olarak kullanılmadan, gerekli yerlere yerleştirilmiştir.
Teşekkür
Samimiyetinden
şüphe etmediğim Abdülaziz Tantik'e üzerinde çalışmak üzere, benzerlerinin iddia
ettiği şeyleri bir özet olarak metninde bize takdim ettiği için teşekkür
ederim. Ayrıca, kendisinin, analitik
bakışın gerektirdiği gerilim dolayısıyla ortaya çıkan analizdeki nesnel
yaklaşımların ve kullanılan dilin sertliğine umduğumuz hayra vesile olur temennisiyle hoş görü ile bakacağını umuyorum.
Analiz
"Modern
özne'nin yorum hakkının kutsallığı üzerinden mevcut yorumların eş değer oluşuna
yapılan gönderme sorunludur. Mesele din olduğunda bu daha da büyük bir soruna
göndermedir. Dini sahada yorumun belirli kriterleri vardır ve bu kriterlere
uymayan yorum reddedilmiştir. O yüzden her önüne gelenin yorum yapma imtiyazı
yoktur. Bir bilgiye istinaden yorum yapabilmenin önü ise açıktır. Bu bilgi usul
ilmine muvafık oluşan bilgidir. Modern özne, bilginin kaynağı olarak kendisini
kabul eder. Bu yüzden bilgi bizzat öznenin kendisine aittir. İşte bu algı
üzerinden dini yorum yapanların ciddi bir sorun oluşturacağı bellidir."
'Modern
Özne' tamlamasının keskin, ayrımcı yapısına bakıldığında, bu tamlamanın İslam
Literatürü olarak tanımlanabilecek
Fıkıh'ta 'Mükellef'e karşılık geldiği görülecektir. Ki; tartışmaların
başlangıçtaki bu kesin, ayrımcı önyargı ile başlatılması bile katı, değişmez,
dogmatik ve 'kutsallaştırılmış' geleneksel yöntemlerin ve bu yöntemlerle elde
edilmiş geleneksel bilginin müdafiilerinin dehşet verici bir öfkeyle dolu
olduğunu ve muhataplarına yönelttikleri 'yorum hakkının kutsallığı' suçunun
bizzat kendisi tarafından işlendiğini göstermektedir.
Çünkü;
tartışmacı geleneksel ilmî usûllerin 'mükellef' olarak tanımladığı, asgarî
olarak ergenlik dönemine girmiş bulunan herhangi bir insanı, yaşadığımız
yüzyılda, 19. yüzyılda kurumsallaştırılmaya çalışılan, ancak 21. yüzyıla kadar
da kurumsallaştırılamayan 'modernizm'in etkisi altındaki 'özne' olarak nitelemiş, kendisiyle çelişen, kendi
kavramsal dizinini terk eden bir kontrolsüzlüğün kurbanı olmuştur.
Bu gayr-i
ihtiyarî düşülen bir hata değildir, bilakis hükmü baştan verilmiş kasıtlı bir
yargılamanın sonucudur, tartışmacı tartışmanın başında 'mükellef'i 'modern
özne' olarak yargılamadan tanımlamış ve bundan sonraki süreci de bu zemin
üzerinde sürdüreceğini açık bir şekilde ilan etmiştir.
Her şeyden önce bu,
nesnel, objektif, bilimsel bir tartışmanın etik/ahlakî değerini düşüren, baştan
kaybetmeye mahkum bir yöntemdir. Yöntemin ve dildeki öfkenin ve şiddetin,
'mükellef'in aklederek Kur'an'la ilişki kurmasına yönelik psikolojik ve
geleneksel engeller olarak ortaya konduğu dikkate alınırsa, bu babdaki
sorgulamaların önemi ve gerekliliği de ortaya çıkmaktadır.
"Allah’ın
izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı)
kılar." (Yûnus 100)
Başlangıçtaki
sorunları olduğu gibi bırakarak ilerlemek alınacak herhangi bir sonucun her an
anlamsız bırakılacağının habercisidir. 'Modern Özne' ve 'Modern Akıl' olarak
karşı safa itilen 'Mükellef ' ve her insanda var olan ve Kur'an'ın bizzat
muhatap aldığı 'Câri Akıl- Fıtrattan Gelen Mevcut Akıl' öncelikle haksız yere
yapılan bu olumsuzlayıcı ve suçlayıcı sıfatlardan kurtulmak zorundadır.
"Sen,
sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu
Kur'an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız."
(Zuhruf 43-44)
Öncelikle
'Modernizm'in etkisi altındaki Mükellef'in 'Modern Özne' (Modern Fâil) şeklinde
olumsuz olarak ortaya konmasındaki sorunlar irdelendiğinde, önyargılarla
oluşturulan bu tamlamanın aceleci bir yaklaşımla üretildiği görülecektir.
Çünkü; Modernizm, aydınlanmayla birlikte ortaya çıkan, hümanizm ve demokrasi
temeli üzerine yükselen bir düşünce sistemidir. Oysa 'Modern' kavramının kökeni
oldukça eskiye dayanmaktadır:
'Modern',
köken itibariyle Latince bir kelime olan 'modo' (son zamanlar, tam şimdi)’den
türetilen modernus teriminden gelen bir sözcüktür. İlk defa Milattan Sonra 5.
yüzyılda ‘Antiqiqus’un karşıt anlamına gelecek şekilde Hristiyanlığı, pagan
kültüründen ayırmak için kullanılmıştır. Bu kavrama göre eski dünya; karanlık,
putperest, pagan dünyayı nitelenir. Yeni dünya ise Hristiyan modern dünyadır.
Kökeni itibariyle, yeni olanı eski olanın aleyhine olacak şekilde olumlayan bu
kavram, daha sonra, ironik bir şekilde Hristiyan Ortaçağı’nda yine aynı kökten
gelen 'modernitas' terimiyle değer bakımından oldukça farklı bir anlam
kazanmış, zaman ve gelenek tarafından kutsanmamış yeni olan her şeyi kötülemek
için kullanılmaya başlamıştır. “Klasik Çağ”dan "Modernizm"e geçiş önemli
bir belirleyenin yön değiştirmesiyle mümkün olabilmiştir. Klasik çağda dinin ve
kilisenin egemenliği altında olan Batı düşünce dünyası ‘modernizm’ ile din
etkisinden kurtularak buluşabilmiştir. (Bu, Modernizme geçişin en önemli
belirleyicisi olarak görülmektedir çünkü modernzimle birlikte akıl ve aklın
egemenliğinde ortaya çıkan felsefi ve bilimsel söylemler her türlü yaklaşımı
yeniden şekillendirilmiştir. Bu süreçte dinin kutsal, soyut ve Tanrı temelli
açıklamalarının yerini bilimsel, somut ve akıl odaklı değerlendirmeler
almıştır. Pozitivizim, rasyonalizm, emprizm, varoluşçuluk gibi felsefi akımlar
toplumsal hayatı ve bilimsel yaklaşımı belirleyen önemli felsefi söylemler oldu. )
"İbrahim,
babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de
kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti. Böylece biz, kesin
iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu
gösteriyorduk. Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur,
dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi. Ay'ı doğarken görünce, Rabbim
budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan
sapan topluluklardan olurum, dedi. Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur,
zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a)
ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri
yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya
girişti. Onlara dedi ki: Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle
tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak,
Rabbim'in bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâla ibret
almıyor musunuz?"
(En'âm 74-80)
Tartışmacının
'Modern Özne' dediği kişi kimdir? Paganizm'in eskiliğine karşı Hristiyanlığın
yeniliğini savunan kişi midir, Hristiyanlığın eskiliğine karşı 'Modernizm'in
yeniliğini savunan kişi midir? Ya da Antik Çağ'da ve daha sonra Meşşâiler
döneminde aklı ve aklın egemenliğinde ortaya çıkan felsefi ve bilimsel
söylemleri savunan kişi midir?
"Şüphesiz
İbrahim de onun (Nuh'un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi.
Hani o, babasına ve kavmine: Siz kime kulluk ediyorsunuz? demişti. «Allah'tan
başka bir takım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz?» «O halde âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz
nedir?» Bunun üzerine İbrahim yıldızlara şöyle bir baktı. Ben hastayım, dedi.
Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş
yemekleri görünce:) Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz? dedi. Bunun
üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi.) (Putperestler)
koşarak İbrahim'e geldiler. İbrahim: Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz!
Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı, dedi. Onun için bir bina
yapın ve derhal onu ateşe atın! dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı
istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık."
(Saffât 83-96)
Tartışmacının
aceleci bir tavırla girdiği meydanda kendi yetersizliğinden doğan ve başa
çıkması gereken sorunlara sahip iken Fıkh'ın 'Mükellef'ine haksızca tarizlerde
bulunması, onu taciz ve tazyif etmesi kendi kabullerinin kutsallığına işaret
etmektedir. Ve bu durum bize tartışmacının "Modern Özne'nin yorum hakkının
kutsallığı üzerinden mevcut yorumların eş değer oluşuna yapılan gönderme
sorunludur" cümlesi ile eleştirdiği 'yorum hakkının kutsallığı'nı
fazlasıyla kullandığını ve kendisiyle çeliştiğini göstermektedir.
"Leş,
kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb.
ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş
(hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz
müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle
kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler,
sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan
korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha
yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir).
Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir."
(Maide 3)
Tartışmacı, 'Modern Özne'nin, yani 'Mükellef'in
kendisi olarak yaptığı yorumların
'mevcut yorumlar'la, geleneksel dogmalarla eş değer tutulmasının
karşısındadır. Mükellef, kendisi olarak, kendi birikimi ile akıl yürüterek
yorum yapabilir, ama onun yorumu ' usul ilmine muvafık olmadığı için' usul
ilmine muvafık olan yorumlarla eşdeğer olamamaktadır.
"Din
adamları ve âlimleri (rabbiler) onları, günah olan sözleri söylemekten ve haram
yemekten menetselerdi ya! İşledikleri (fiiller) ne kötüdür!"
(Maide 63)
Tartışmacı'ya
göre, 'Mükellef'in din dışındaki herhangi bir alanda yapacağı bu türden
yorumlar bir nebze kabul edilebilir sayılsa da "Mesele din olduğunda bu daha da
büyük bir soruna göndermedir. Dini sahada yorumun belirli kriterleri vardır ve
bu kriterlere uymayan yorum reddedilmiştir. O yüzden her önüne gelenin yorum
yapma imtiyazı yoktur."
Tartışmacı'ya
göre, 'Din' gibi tamamen 'hür irade'nin alanında olan ve varlığı ve işleyişi
ile birlikte fıtrattan gelen ve doğduğu ve yaşadığı kültürden etkilenen 'kendi
aklı'nı kullanarak yorum yaparsa 'büyük bir sorun' oluşacaktır, yorumu dinî
sahadaki yorumun belirli kriterlerini yerine getirmediği için reddedilmeye
mahkûmdur, 'Modern özne' olarak dışlanan herhangi bir 'Mükellef'in dünya ve
ahiret hayatını ilgilendiren 'Din sahası'nda 'yorum yapma imtiyazı
bulunmamaktadır. Burada tartışmacının şu soruya cevap vermesi gerekir; burada
kendi hayatı ve ahireti için dinî sahada yorum yapma imtiyazı olmayan modern
özne midir, mükellef midir? 'Modern Özne' temeli olmayan bir tamlama olduğuna
göre tartışmacının hedefindeki kişi 'mükellef'tir ve yorum yapmak bir 'imtiyaz'
olduğundan, mükellefin dinî sahada, kendi hayatı ve ahireti için yapılacak
yorumlar imtiyaz sahibi bir 'sınıf'a aittir.
"Allah
hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş
demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar."
(Bakara 269)
İmtiyazlılar
sınıfı, Yahudilik'te 'Rabbîler', Hristiyanlık'ta 'Ruhbanlar' olarak vardır;
buna karşılık İslam'da böyle bir sınıf yoktur, ancak 'âlim' vardır, 'âlim'in de
bir mükellefin hayatına ve ahiretine teşmil olacak, 'haram' ve 'helal' Kur'an
ile sabit olduğundan 'helal' ve 'haram'ı belirleyecek olan bir yetkisi mevcut
değildir; böyle bir 'imtiyaz' elde etmeye meyilli bir sınıfın da mükellefin
sorumluluğu karşısında başka ve bağlayıcı olmayan bir 'yorum' olmaktan öte bir
değeri yoktur. Doğal olarak tartışmacının, imtiyaz sahibi sınıf oluşturma
gayreti mükelleften ziyade 'gerçekte var
olmayan' modern özneyi hedef alarak, mevzu ile tamamen ilgisiz bir sahaya
kaymış, öfke ile karışık çelişkili ve çerçeve bile olamayacak bir görüntüye
sahip olmuştur.
"(Kıyamet gününde) hepsi Allah'ın
huzuruna çıkacak ve zayıflar o büyüklük taslayanlara diyecekler ki: Biz sizin
tâbilerinizdik. Şimdi siz, Allah'ın azabından herhangi bir şeyi bizden
savabilir misiniz? Onlar da diyecekler ki: (Ne yapalım) Allah bizi hidayete
erdirseydi biz de sizi doğru yola iletirdik. Şimdi sızlansak da sabretsek de
birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur."
(İbrahim 21)
Tartışmacı,
yaşadığı çelişkinin de farkındadır, bu çelişkiyi gidermek için yine bir 'kutsal
bir yorum' geliştirmiştir;
"Bir bilgiye istinaden yorum yapabilmenin önü
ise açıktır. Bu bilgi usul ilmine muvafık oluşan bilgidir. Modern özne,
bilginin kaynağı olarak kendisini kabul eder. Bu yüzden bilgi bizzat öznenin
kendisine aittir. İşte bu algı üzerinden dini yorum yapanların ciddi bir sorun
oluşturacağı bellidir."
Tartışmacının
'modern özne' olarak hedef seçtiği muhayyel varlığa "Bir bilgiye
istinaden yorum yapabilmenin önü ise açıktır" izni vermiştir, ancak tartışmacı
bu muhayyel varlığın sahip olduğu bilginin içeriğine de vakıftır, herhangi bir
delile sahip olmadan 'modern özne'nin kendisine isnad ederek yorum yaptığı ve
tartışmacıya hakkında bilgi vermediği 'bir bilgi' ilginç bir şekilde şöyle
tavsif edilmekte ve dışlanmaktadır: "Bu bilgi usul ilmine muvafık oluşan
bilgidir."
"Biz,
senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda,
şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki
Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini (lafız
ve mana bakımından) sağlam olarak yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm
ve hikmet sahibidir. (Allah, şeytanın böyle yapmasına müsaade eder ki)
kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı
şeyi bir deneme (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir
ayrılık içindedirler. Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur'an'ın)
hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona
inansınlar, bu sayede kalpleri huzur ve tatmine kavuşsun. Şüphesiz ki Allah,
iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir."
(Hacc 52-54)
Tartışmacı
çelişkilerle devam etmektedir ve muhayyel modern özneye dair yeni yargılarda
bulunmaktadır; "Modern özne, bilginin kaynağı olarak kendisini kabul eder"
Oysa aynı modern özneye 'bir bilgi'ye dayalı olarak yorum yapma izni vermiştir tartışmacı ve hemen ardından verdiği izni 'herhangi bir beyan delili olmadan modern özneyi bilginin kaynağı olarak ilan ettiği için' yine iptal etmiştir.. Tartışmacı'nın muhayyel 'modern özne' ile yaşadığı sorunlar çok yoğun bir kafa karışıklığına işaret etmektedir ve bu kafa karışıklığı İslam'daki 'Mükellef'i bağlamamaktadır..
Oysa aynı modern özneye 'bir bilgi'ye dayalı olarak yorum yapma izni vermiştir tartışmacı ve hemen ardından verdiği izni 'herhangi bir beyan delili olmadan modern özneyi bilginin kaynağı olarak ilan ettiği için' yine iptal etmiştir.. Tartışmacı'nın muhayyel 'modern özne' ile yaşadığı sorunlar çok yoğun bir kafa karışıklığına işaret etmektedir ve bu kafa karışıklığı İslam'daki 'Mükellef'i bağlamamaktadır..
"İman
eden kullarıma söyle: Namazlarını dosdoğru kılsınlar, kendisinde ne alış-veriş,
ne de dostluk bulunan bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz rızıklardan
(Allah için) gizli-açık harcasınlar."
(İbrahim 31)
Tartışmacı,
Tanrısız akımların insanı bilginin kaynağı olarak kabul etmesindeki 'derin
boşluğun' 19. yüzyıl ve sonrasında yaygınlaştırmaya çalışılan 'Modernizm'den
kaynaklandığını sanmaktadır; oysa bahsettiği modernizmin kökleri Antik Yunan,
Antik Mısır, Antik Mezopotamya Antik Hind ve Antik Çin'de ve dünyanın farklı
kıtalarında, insanlık tarihi boyunca da var olmuş olan 'inkarcı' bir yaklaşımın
farklı versiyonlarıdır. Ki burada ortaya çıkan, ancak tartışmacının farkına
varmadığı somut bir sonuç daha vardır, İnsan'ın fıtratından gelen ve yaşadığı
kültürden etkilenerek oluşan ve gelişen aklı, tarih boyunca da aynı Tanrı'nın,
yani Allah'ın görevlendirdiği elçilerle ilettiği mesajların muhatabıdır.
Bu
akıl, hangi kültürden etkilenirse etkilensin 'İlahî mesaj'ı algılayacak ve
yorumlayacak bir yetkinlikle donatılmıştır. Modernizm olarak ortaya konan ve
Hristiyanlığı pagan romalılara 'modern' olarak tanıtan, Modernizmi' de
Hristiyanlık karşısında modern olarak tanımlayan akıl da aynı akıldır,
değişmeyen 'mükellef' aklıyla aynı 'Câri
İnsan Aklı'dır. Ki; insanın Allah'a, ilahî bilgiyi (Kur'an) yorumlayarak
inanması için gerekli ve zorunlu olan bu imkan da, fıtrata yerleştirilen,
yerleştirilmiş olması zorunlu olan bu akıl için mümkün kılınmıştır.
"Dinlerini
bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir
tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması
için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de
şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez.
Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr
ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici
bir azap vardır."
(En'âm 70)
Tartışmacı,
'muhayyel modern özne'nin yorumlarını denetleyecek olan, 'dinî sahada yorumun
belirli kriterlerini gözetleyen ve bu kriterlere uymayan yorumları reddeden
imtiyazlı sınıf'ın hangi sınıf olduğunu ve kimlerden oluştuğunu şöyle izah
etmektedir:
"Bugün
kriterleri kim denetleyecek diye soru aklımıza takılabilir. Denetleme tekil bir
eylem değil… Kuran ve sünnetin üzerinde
ittifak edilen boyutu tekil bir şahsa indirgenemez, bir ilmi gelenekten
hareketle oluşturulmuş bir episteme üzerinden yapılır. Bilginin kendi akışı
içinde oluşturulmuş bir usulden bahsediyoruz. Bu bazı farklılıkları içinde
taşımasına rağmen genel bir kabule dönüşmüş ve sıhhatli bir bilginin zeminini
oluşturmuştur. İşte bu usul üzerinden denetleme yapılabilir ki daha önce de
yapıldığı gibi…Şahıs olarak bir ilim usul geleneği üzerine yetişmiş ve yeterli
ilmi birikime haiz olan her Müslüman bu denetleme işini yapabilir.
Somutlaştırılarak şudur demenin gereği yoktur. Üzerinde ittifak yapılan
ilkelerdir. İcma/mutabakat olmadan neyin din veya doğru olduğuna kim karar
verecek, kişinin kendisi mi? Denetçiler hem dün hem bugün hem de yarın’da da
vardırlar ve var olmaya devam edeceklerdir. Bunun temel sebebi de ilim usul
geleneğine ait olmalarıdır. Bugünün denetçileri dünün ilim usul erbabının
yolunda yürüyenlerdir."
Tartışmacı,
'muhayyel modern özne'den sonra 'muhayyel denetleyiciler' icat etmiştir. Çünkü
21. yüzyılda dinî sahada düşünen 'mükellef'in düşüncelerinin ve ulaştığı
sonuçlar olarak yorumlarının belirlenmiş o kriterlere uygun olup olmadığını
denetleyecek Kur'an'ın va'zettiği çerçeveyi esas alan bir kurum, kuruluş ya da
heyet yoktur, tıpkı tartışmacının yaptığı gibi 'imtiyazlı sınıflar' olarak
Şeyhler-Seyyidler, Hocalar, Hocaefendiler, İlahiyat fakültelerinin profesörleri,
bu hususta yazan yazarlar vardır ve ne yazık ki sayılan bu sınıfların hiçbiri
'mükellef'in yorumlarını denetleyecek yeterlilikte değillerdir. Mükellef ilk
dönem tabiin âlimlerinden sonra yapayalnızdır ve bin iki yüz yıldır bahse konu
imtiyazlılar sınıfının, yani müslüman görünen ruhbanların basit bir kölesidir.
"(Ey bilginler!) Sizler Kitab'ı
(Tevrat'ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip
kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?"
Bakara 44
Tartışmacı,
müslüman mükellefin ihtiyaçları karşısında kendi imtiyazlı sınıflarında sürekli birbirleriyle çekişen ve yetersiz kalan bu sınıfların varlığını sorgulamadan, onları tenkid
etmeden, onların ürettiği müktesabâtı 'kutsallaştırmak'tan çekinmemekte ve haklı
olarak çözümsüzlük üreten bu sınıflara karşı tutum alanların tutumunu ferdî bir
çaba olarak sınırlamaktadır;
"Çok
büyük ve önemli bir müktesebatı yok sayanlar, doğal olarak içinde bulundukları
kültürden beslenirler. Bu yüzden bir usul ilim geleneğine haiz olmayanların
yorumu kendi şahsi dindarlıkları için dilerlerse uyarlar ama başka
Müslümanların bu yoruma uymaları beklenemez. Çünkü kişi, ihtiyari olarak kendi
geleceğini belirleme imtiyazına sahiptir. Bu yaptığı şeyin dini olduğunun
kesinliğini göstermez o kadar…"
Tartışmacı
burada bir usul-ilim geleneğine sahip olan 'imtiyazlı sınıf'ın yaptığı
şey'in 'dinî' olacağını varsaymaktadır
ve bu dinî şeyin sonucunda ortaya çıkanların da diğer müslümanlar tarafından
uyulacak yorumlar olduğunu öne sürmektedir. Tartışmacıya göre; muhayyel modern
özne, yani aslında mükellef kendi dünya ve ahiret hayatı için aklederek Kur'an
okuduğunda ve Kur'an'daki açık hükümlere uyduğunda yaptığı şeyin dinî
olduğundan emin olmamalıdır ve başkalarını da buna davet etme hakkına sahip
değildir, bu hak yalnızca geleneksel ilmi yöntemleri bilen imtiyazlı bir sınıfa
aittir.
"Senden
önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak
göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. Apaçık mucizeler ve kitaplarla
(gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp
anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik."
(Nahl 43-44)
Tartışmacı;
dayattığı bu fikrin yahudi rabbiler ve budist ya da hristiyan rahipler
tarafından İslam öncesi dönemde uygulandığını, İslam'ın gelişi ile birlikte
imtiyazlı sınıfın ortadan kalktığını, tabiin dönemine kadar 'İkra' emrine
muhatap mükellef tarafından da okunan Kur'an'ın yeterli olduğunu, peygamber
yaşadığı sürece de yaşanan sorunların onun tarafından çözüme kavuşturulduğunu
unutmuş görünmek istemektedir. Hatta bahsettiği 'imtiyazlı sınıf'ın oluştuğu
ilk dönemlerde, tabiin-etbauttabiin dönemlerinde, sadece bir-tek sınıf olmadığını, birbiriyle sürekli
çatışan ve birbirini tekfir eden gruplar olarak müslümanlar üzerinde yaptırım
gücü olan 'imtiyaz'ı elde etmek istediğini hatırlamak zorundadır.
"İşte
bu (Kur'an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek Tanrı olduğunu
bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara
(gönderilmiş) bir bildiridir."
(İbrahim 52)
Kendi
dünya ve ahiret hayatı için dinî yorum yapabilme imtiyazı elinden alınan bugün yaşayan 'mükellef'in
tabi olmak zorunda 'kalacağı' imtiyazlı sınıfın hangisi olduğunu da işaret
etmeye mecburdur... ya da apaçık bir kitap olarak gönderilen Kur'an'ın her
müslümanın anlayacağı, yorumlayacağı, uymaya mecbur olduğu ve ahirette Kur'an'dan hesaba çekileceği
hakikatinden hareketle, Allah'ın insana verdiği Kur'an okuyarak akletme hakkını
başkasına devretme iddiasından vazgeçmeye mecburdur.
"Şimdi
(ey müminler!) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan
bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu
tahrif ederlerdi."
(Bakara 75)
Tartışmacı
muhayyel imtiyazlı sınıfın neden imtiyazlı olması gerektiğini izaha devam
etmektedir:
"Kişisel
fıkha bağlılık ile düşüncenin sıhhat şartları başka şeylerdir. Yani kişinin
cennet veya cehenneme gitmesi şahsi çabasına ve emir ile nehiylerine
bağlılıklarına bağlıdır. Fakat bilginin sıhhat şartları başka bir seçenek ifade
eder. İlahi dileme hakkında ileri geri konuşmak işimiz değildir."
Tartışmacının,
mükellefin okuduğu ve aklederek anlama ve uygulama çabasına girdiği Kur'an ile
ilişkisinin sıhhati ile ilgilenmek yerine, yine şikayet ettiği modernizmin en
bariz eserlerinden biri olan 'imtiyazlı sınıf'a ait kıldığı düşüncenin sıhhat
şartlarını belirleme yetkisinin zorunluluğunu dayatmaktadır. Burada yine ortaya
çıkan ilave sonuçlardan biri de, tartışmacının şikayetçi olduğu 'muhayyel
modern özne'yi bizzat bu imtiyazlı sınıf için gerekli olan mükellef tipine
hazırlama çabasıdır. Tartışmacı tabiri caiz ise, farkında olarak ya da
olmayarak ruhbanlar sınıfı için gerekli olan 'kul'u istemektedir.
"Ey
kavmim! Ben, ona (peygamberliğe) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim
ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Hâla aklınızı kullanmıyor
musunuz?"
(Hûd 51)
Çünkü;
bahsettiği 'imtiyazlı sınıf(lar)'dan çoğu Kur'an'da herhangi bir ayetten
Allah'ın neyi dilemiş etmiş/murad etmiş olduğuna dair ileri geri konuşma
hakkını kendilerinde bulmuşlar, Kur'an'da apaçık olarak verilen bilginin
sıhhatini bozmaya yönelik çabalara girişmişlerdir.
"Onların
ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, nasıl
olsa bağışlanacağız, diyerek Kitab'a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi.
Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Kitap'ta Allah
hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış
mıydı ve onlar Kitap'takini okumamışlar mıydı? Âhiret yurdu sakınanlar için
daha hayırlıdır. Hâla aklınız ermiyor mu?"
(A'râf 169)
Yani
bilginin sıhhat şartlarını belirleme yetkileri olmadığı gibi, sıhhatli bilgiyi
de hastalıklı hâle getirerek bin iki yüz yıldır insanların sıkıntılarına çare
olamayan bir müktesebât üretmişlerdir. Mükellef bin yıldan fazla bir süredir
Kur'an'dan uzaklaştırılmıştır, imtiyazlı sınıflar kendi imtiyazlarını korumak
için sürekli çatışmışlardır.
"Elif.
Lâm. Râ. (Bu Kur'an), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa,
yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana
indirdiğimiz bir kitaptır."
(İbrahim 1)
Bu
hususta kısa bir ara vererek tartışmacının bahsettiği imtiyazlı sınıfla ilgili
bir tartışma örneğine ve çok önemsediği geleneksel ilmî usûllerle ilgili basit
birkaç bilgiye bakalım;
İslâm
hukuku (Fıkıh), usûl ve fürû şeklinde, çift yönlü gelişmiştir. Fürû-i fıkıh,
şahısların uygulaması gereken şer‘î, amelî esasları, usûl-i fıkıh ise bu
esasların şer‘î delillerden çıkarılma metotlarını inceler, yani tartışmacının
ısrarla öncelediği Usûl-i Fıkıh; Fıkhın kaynaklarını ve bunlardan hüküm çıkarma
yöntemlerini inceleyen bilim dalıdır. (İslâm Ansiklopedisi yıl: 2012, cilt:
42, sayfa: 201-210)
İstanbul
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nden, Prof. Dr. Murteza Bedir, 'Kelâmcı ve Fıkıhçı Usul Geleneklerine İlişkin Bazı Eleştirel Mülâhazalar' başlıklı
makalesinde yaklaşık bin yıllık bir
kısırdöngüyü aşmak adına 19. yüzyıldaki Usul-i Fıkıh tartışmalarına
değinmektedir, makalenin tamamı okunduğunda ortaya çıkan karmaşaya karşı,
tartışmacının, bahsettiği imtiyazlı sınıfın hangisi olduğuna, yeni ya da eski
Fıkıh Usulleri'nden hangisinin seçilmesi gerektiğine karar vermesi ve bütün bu
hususlarda Kur'an'dan hesaba çekilecek olan mükellefi ya da 'muhayyel modern
özne'yi ikna etmesi, bin iki yüzyıldır müslümanları paramparça eden mezheplerin
hangi imtiyazlı sınıfların eseri olduğu konusunda imtiyazlı sınıf(lar)a mecbur
bırakılan mükellefe bilgi ve garanti vermesi gerekmektedir;
“Yeni fıkıh usulü eserleri” ifadesiyle, XX.
yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak günümüze kadar özellikle üniversitelerde ve
akademilerde yazılmış bir tür eserler kastedilmektedir. Buradaki “yeni” ifadesi
ise modern zamanlarda hemen her alanda olduğu gibi eğitim ve ilim alanında da
Batı etkisiyle ortaya çıkan ve İslâm’ın klasik mirasına dayansa da belirli bir
farklılığın yoğunlaştığı döneme işaret etmektedir. Her ne kadar farklı bir
araştırmayı gerektirse de, bu yeni dönemin yazıları için “yeni” tabirini
kullanmamızı haklı kılan önemli göstergeler mevcuttur. En azından fıkıh usulü
eserlerinde, aşağıda değinileceği üzere, mezhebî karakter neredeyse tamamen
kaybolmuş ve mezhepler-üstü bir dil ve söylem geliştirilmiştir. Bu makale söz
konusu yeni usul eserlerinin tam da bu mezhep olgusuyla irtibatlı bir boyutunu
incelemektedir. Bilindiği gibi yeni fıkıh usulü eserlerinin girişlerinde artık
neredeyse klişe halinde tekrarlanan bir kabule göre fıkıh usulü ilminde esas
olarak iki yöntem vardır: Fukaha ve mütekellimîn yöntemleri; bir de bu ikisini
birleştiren memzûc ya da eklektik yöntemden söz edilmektedir. Bu tür bir
ayrımın kökleri, klasik döneme kadar gitse de, aslında bu ayrımın standart bir
söyleme dönüşmesi XX. yüzyılın başlarında gerçekleşmiştir. Fıkıh usulü alanında
yeni bir dönemi işaret eden bu devri Mısır ve İstanbul’da yazılan yeni tür
fıkıh usulü eserleriyle başlatmak mümkündür."
Tartışmacının
mükellefin yaşadığı sıkıntılara gösterdiği ilgi yine muhayyel bir olguya bina
edilmektedir;
"İnsanlar,
kültür üzerinden bir ahlak edindikleri gibi kişisel ilişkilerini nasıl
kuracaklarını da öğrenirler. Neyin yasak ile neyin serbest olduğu konusunda da
kafası karışmaz. Mesele, sorunun güncel hale dönüştürülmesi ve hükmün an’a
yorumlanması meselesinde ortaya çıkar. Bu bir ilim gerektirir."
Tartışmacı,
Din'in kültürün kaynaklarından biri olduğunu unutmaktadır. Ki mükellefin ve
mükellefin içinde yaşadığı toplumun inandığı dinden de etkilenen bu kültür,
yasak olana ya da olmayana dair bilgisini yine dinden alır; eğer müslüman ise
Kur'an'dan almalıdır. Zamana göre durumu değişen, güncelin zorunda bıraktığı
yeni durumlar, zaten yorumlarla yeni haramlar ve helaller icat edilemeyeceği
için Kur'an'ın konusu değildir ve ahiret hayatı için de yeni bir durum ortaya
çıkmayacaktır.
Eğer tartışmacının ileri sürdüğü gibi günceli yorumlamak için
gerekli olan ilme sahip birilerinin bulunduğu 'imtiyazlı sınıf' zorunluluğu
olsaydı, yine bu imtiyazlı sınıfın hangi kriterlerle oluşturulacağını ve bu
sınıfın kararlarının sıhhatini kimin denetleyeceğini ve bu kararların bağlayıcılığının
sınırlarını kimin belirleyeceğini söylemesi gerekecekti.
"Apaçık
Kitab'a andolsun ki biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an
kıldık"
(Zuhruf ; 2)
Bugün
bütün müslüman ülkelerde yukarıda bahsedilen imtiyazlı sınıflar tam olarak, bir
kaosun sorumluları olarak mükellefi Kur'an'dan ve dolayısıyla İslam'dan
uzaklaştırmaktadırlar.
"Andolsun,
size içinde sizin için öğüt bulunan bir kitap indirdik. Hâla akıllanmaz
mısınız?"
(Enbiyâ 10)
Nitekim
tartışmacı yaşanan kaosun sorumluları olarak imtiyazlı sınıfları işaret
edeceğine yine onlara imtiyaz istemektedir, onların belirleyiciliğinin, ortaya çıkan,
çıkacak olan yıkıcı sorumsuzlukları gidereceğini düşünmektedir.
"Sözlük
üzerinden anlam belirlemek dinin anlaşılmasını sağlamaktan çok yetersiz bir
eleştiri üzerinden yıkıcı bir sorumsuzluk örneği haline dönüşecektir. Bunun
örnekleri ise çoktur. O yüzden bugün rahatlıkla salatı/namazı dua olarak kabul
edip herhangi dini bir amelin varlığını yok sayanlar gittikçe seslerini çıkarma
cüretinde bulunmaktadırlar."
Oysa
tartışmacı haklı olarak şikayetçi olduğu 'herhangi dini bir amelin varlığını
yok sayanlar gittikçe seslerini çıkarma cüretinde bulunmaktadırlar' konusunda,
asıl sorumluların imtiyazlı sınıflar olduğunu görmezden gelmektedir. Kur'an
okuyan ve Kur'an'daki bilgi ile akıl yürüten bir mükellefin herhangi bir dinî
ameli yok sayması imkansızdır, hiçbir müslüman buna cesaret edemez; fakat 1200
yıllık geleneksel müktesebât bu tür cesaret(!) örnekleriyle doludur;
çatışmaların ana kaynakları haline dönüştürülen itikadî ve amelî mezhepler
bahse konu 'imtiyazlı sınıflar' tarafından icat ve inşâ edilmiştir,
tartışmacının değersiz bulduğu mükellef tarafından değil...
"Anlayasınız
diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik."
(Yûsuf 2)
Tartışmacı,
sert, keskin, öfkeli ve çelişkili cümlelerinden sonra bahsettiği ilmi
gelenekteki yanlış uygulamaların varlığını kabul etme nezaketinde bulunuyor,
fakat elinde yine keskin bir kılıç tutmaya devam etmektedir;
"Ayrıca
yanlış uygulamalar yüzünden bütün bir tarihi birikimi yok saymanın kazandırdığı
herhangi bir doğru payda da yoktur. İnsanlık tecrübesi, tarihsel sürekliliğe
dayalı olmayan herhangi bir düşünceye sahip olunmadığını gösteriyor. Bütün batı
kültürünün kendisinden 2500 yıl öncesinin Platon’una dipnot olduğunu kendi
filozofları söylüyor. Bunu ayakta alkışlıyoruz. Ama 1400 yıllık bir ilim usul geleneğini
rahatlıkla yok sayabiliyoruz. Bu çelişkili durumu izah etmekte zorlanmamak
mümkün değil!"
Tartışmacı
2500 yıl önce yaşamış olan Platon'un düşünceleri üzerinden çıkılan yolun
sonunda bugün Batı medeniyetinin ulaştığı yerde Platon'un düşüncelerin neredeyse tamamına yakının
yanlışlandığından habersiz görünmektedir, bu 2500 yıllık sürecin aktörleri
farklı kıtalarda, farklı dinlerde ve farklı kültürlerde yaşayarak, sorgulayarak
ilerlemişlerdir, 1400 yıllık İslamî ilim
usul geleneği sürecinde bahse konu sorgulama, mezhep taassubu, imtiyazlı
sınıfların çoğunun imtiyazlarını koruma kavgası ile girdikleri şahsî, siyâsî
mücadeleler yüzünden gerçekleşmesini tamamlayamamış ve her mükellefi Kur'an'dan
uzaklaştıran derin bir kısırdöngüye girmiştir.
Tartışmacının
tarihteki Emevî, Abbasî, Fatımî Halifeliği adı altında yaşanan siyasî çıkar
çatışmalarının Sünni-Şii mezhep ayrılıklarından beslendiğini, siyasetin bir
silah olarak kullandığı 'imtiyazlı sınıfları', Meşşaileri, Kelam tartışmalarını,
Hasan Sabbah-Gazali-Nizam'ül'mülk-Sufizm felaketini, Osmanlı'daki medrese-tekke
imtiyaz savaşında sarayın siyasî desteğini kaybeden muallimleri, müderrisleri,
19. yüzyıldaki İslamcılık akımını, Cumhuriyet dönemindeki dine laik-seküler
bakış açısı ile bakan ilahiyatçı akademisyenleri göz ardı ederek bütün bir
geçmişi iki yüz yıllık yakın geçmişle sınırlaması nesnel ve geniş açıdan
bakamadığı için yanlış teşhis koymasına neden olmuştur:
"Bugün
Müslümanların hali pürmelâli ortada, ne düşünsel bir birliğe ne siyasi bir
birliğe sahip değiller. Paramparça ve sürekli çocuk, kadın ve yaşlıları
öldürülmektedir. Bunun sorumlusu bir usul ilim geleneğine bağlı Müslümanlar
değiller. Bunun asıl sorumluları, batı kültürünün yerli gönüllü bağlıları ve bu
bağlılık üzerinden Müslüman ahaliye yöneticilik yapan ihanet sahibi
muktedirlerdir. İktidar erkini elinde tutmanın bedeli ile batı ile kader
birliği yapan ihanet şebekesinin sorumluluğunu bir usul ilim geleneğine sahip
Müslümanlarına yıkmak ve suçlamak iktidar erkinin günahını örtmek ve Müslüman
olmayı yok sayan batıya çanak tutmaktan başka bir sonuç doğurmaz…"
Tartışmacı,
çürümüşlüğün 1200 yıllık tarihinin 1000 yılını yok saymakta ve son 200 yıllık
sonuç kısmının bir tür mağdurları olan Batı'ya karşı sürekli yenilen ve
asla iktidar sahibi olamayan
muktedirleri(!) suçlamaktadır, imtiyaz sahibi sınıfları değil. Teşhisi yanlış
koyduğu için tartışmacının tesbitleri ve
teklifleri de yanlış ve yetersiz kalmaktadır:
"Bugünkü
sorunları çözmek için iki seçenek öne çıkmaktadır. Birincisi, mevcut Müslüman
tecrübe ve birikimini yok saymak ve yeni elde edilen modern kültürün sağladığı
bilinç ile yeniden dini düşünceyi yorumlamak ve aradaki bütün aracıları
çıkararak kişisel yorumun kutsanmasını sağlayarak bunu Müslüman dindarlığının
yegâne temeli yapmaktır. İkincisi ise modern düşünce ve kültürün ayartıcı bir
kültürü inşa ettiğini ve Müslümanların bu kültür yüzünden ifsada düştüklerini
dillendirdikleri gibi geleneğin sahip olduğu bir ilim usul geleneğini kabul
ederken sabit ve değişken yapısı üzerinden yeniden ama asli tecrübeyi dikkate
alarak yorum yapmak ve yenileyici bir düşüncenin zeminini kurmaya çalışmaktır.
Arada farklı tercihlere yönelen kişiler var. Ama bu iki temel tercih sahipleri
zaten o tercihlere yönelik eleştirilerini yaptıkları için burada o tercihlere
değini yapılmayacaktır."
Tartışmacı, 1200
yıldır var olan ve imtiyazlı sınıfların elinde olan geleneğin sorunları
çözmekte yetersiz olduğunu artık itiraf etmektedir. Var olduğunu iddia ettiği
iki çözüm seçeneğinin ilkinde yine muhayyel modern özneyi işaret ederek "modern
kültürün sağladığı bilinç ile yeniden dini düşünceyi yorumlamak ve aradaki
bütün aracıları çıkararak kişisel yorumun kutsanmasını sağlayarak bunu Müslüman
dindarlığının yegâne temeli yapmaktır" diyerek onu kişisel yorumunu kutsallaştırmakla itham
etmekte; ikincisinde ise 'modern özne'ye yasakladığı 'kişisel yorumunu
kutsallaştırma'yı imtiyazlı sınıflara hasredecek iken kendisiyle çelişerek
imtiyazlı sınıf yerine, bir davranış biçimini öne çıkarmaktadır; "modern
düşünce ve kültürün ayartıcı bir kültürü inşa ettiğini ve Müslümanların bu
kültür yüzünden ifsada düştüklerini dillendirdikleri gibi geleneğin sahip
olduğu bir ilim usul geleneğini kabul ederken sabit ve değişken yapısı
üzerinden yeniden ama asli tecrübeyi dikkate alarak yorum yapmak ve yenileyici
bir düşüncenin zeminini kurmaya çalışmaktır."
Tartışmacı
her iki seçenekte de 1200 yıllık geçmişin son 200 yılını hatırlamakta ve yanlış
kullandığı 'modern'e takıntılı olarak mükellefin asıl sıkıntıları ile
ilgilenmekten ziyade imtiyazlı sınıfların imkanlarını sürdürmek adına, 'modern
özne' diyerek günün dışına itmeye
çalıştığı 'Mükellef'in Kur'an'ı okuma ve okuduğu ile akletme hakkını ve
görevini kendisinden öncekiler gibi elinden almaya çalışmaktadır.
Tartışmacı
birazdan, yaşadığı çelişkiyi gidermek için çok emin göründüğü imtiyazlı sınıfa,
geleneğe, koruduğu müktesebâta dair kuşkuları ve sık sık öne sürdüğü usûle dair
tereddütleri gidermeye çalışacaktır; "Bu usul ilim geleneğini belirleyen
ilkeler neler olabilir?" diyerek soracak, sorduğu soruyu da cevaplamaya
gayret edecektir:
"Bir
usul geleneğine gönderme yapmak geleneğe gönderme yapmak değildir. Geleneğin,
fıkıh, tefsir, kelam ve ahlak üzerine oluşturulan müktesebatı gündeme taşımak
değil bu müktesebatı oluşturan usule gönderme yapmaktır. Farklı usullerin
oluşturduğu farklı mezheplerin varlığı açık… Tam da bu farklı mezheplerin
usulünü oluşturan ortak noktaları ilim usul geleneği kavramsallaştırmasına
göndermedir. Yani yorum yapabilmenin mümkün kıldığı yoruma gönderme değil bu yorumu yapabilmenin usulüne
göndermedir. Tefsir, hadis ve fıkıh meseleleri usul üzerinden denetleniyor,
bugünde bu denetimi yine aynı usulü harekete geçirerek yapabiliriz. Âlim, bu
ilim usul geleneğini takip edebilecek donanıma sahip olan Müslüman şahsiyetlerdir."
Tartışmacı
geleneğin ya da geleneklerin sahip olduğu her türden müktesebâtın o geleneğin
ilmî usûlleri sonucunda elde edildiğini ve mükellefin hayatını baştan sona
kuşatan ve yöneten mezheplerin de bunun bir sonucu olduğunu, bugünkü çatışmaların,
anlaşmazlıkların büyük kısmının da bu mezhep olgusu ile varlığını sürdüren
imtiyazlı sınıfların çıkarlarını ve imtiyazlarını korumak için
çıktığını/çıkarıldığını çok iyi bilmektedir; ayrıca tartışmacının asla
denetlenemeyen bu imtiyazlı sınıfların Tefsir, Hadis ve Fıkıh meseleleri ile
ilgili hususlarda asla uzlaşmayacağını ve herhangi başka bir imtiyazlı sınıfın
denetimini kabul etmeyeceklerinin de farkındadır. Buna rağmen 1200 yıllık büyük başarısızlığı
unutarak aynı hataları aynı usûlü harekete geçirerek yapmayacaklarını zan ve
iddia etmektedir.
Ve
ayrıca tartışmacı, Kur'an okuru, akleden bir müslüman mükellefi yorum
yapabilmek için yeterli derecede âlim-bilen görmemektedir.
"Âlim, bu ilim
usul geleneğini takip edebilecek donanıma sahip olan Müslüman
şahsiyetlerdir."
Ona göre geleneksel İslamî ilim usûl tek ölçüdür, oysa
her imtiyaz sınıfının kabul ettiği bir tek ilim usûlü bulunmamaktadır. Müslüman
mükellefi bağlayan, zorunda kılan ayetlerin yanında diğer ek kriterler olarak
peygamberin sünneti ve ayet ile birlikte sünnette de kaydı bulunmayan
hususlarda akıl yürütmeye vurgu yapan
kıyas, kıyas sonucu ulaşılan sonuçlardaki farklılıkları gidermede de âlimlerin
icmâsını (ortak görüş) kabul eden geleneksel usûllerin mükellefin sorunlarını
çözmede yetersiz kaldığını görmezden gelmektedir. Yeni hükümler ihdas etmede
birçok imtiyazlı sınıfın temel kaynak olarak Kur'an ayetlerinden uzaklaşarak,
kimi zaman ayetleri yok sayarak, kimi zaman da icmâyı asıl alarak insanları
etkilediğini, sünnet üzerindeki ihtilafların giderilememiş olması ile birlikte
uydurulmuş hadislerle yeni hükümler ihdas ettiklerini ve kendilerinden
önceki âlim yahudiler ve hristiyanlar
gibi menfaatler temin ettiklerini bildiği halde, yine bilmezden gelmektedir.
Yukarıda,
çokça çeşidi, örneği bulunan usûllerden bir tanesinin şeması örnek olarak
kullanılmıştır. Müslüman mükellefi bağlayıcı olan emir ve yasaklar Kur'an'da
apaçık bir şekilde zikredilmiştir, bahse konu usûller Kur'an'ın bu açık
hükümlerine aykırı hükümler çıkarmakta kullanılamayacakları için, gerçekte
herhangi bir mükellefi bağlayacak derecede ve önemde hükümler çıkarma hak ve
yetkisine sahip değillerdir. Ancak tartışmacı, bu hususu vurgulamakla birlikte
imtiyazlı sınıfa güncele dair hüküm çıkarma yetkisi vermeye çok heveslidir. Hüküm
çıkarıcı imtiyazlı sınıfın fertlerinin hem tekil olarak hem verdiği hükmün
sorumlusu olarak hesap vereceğini bildiği halde, 1200 yıllık geleneğin ürettiği
kargaşa ortada iken, başarısız imtiyazlı sınıf veya sınıflar yerine başka çözüm önerileri getirmeyi
düşünmemektedir, tam aksine İmtiyazlı sınıfların nasıl ve kim tarafından
denetleneceğine dair herhangi bir cevaba sahip değildir.
"Onların
ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, nasıl
olsa bağışlanacağız, diyerek Kitab'a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi.
Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Kitap'ta Allah
hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış
mıydı ve onlar Kitap'takini okumamışlar mıydı? Âhiret yurdu sakınanlar için
daha hayırlıdır. Hâla aklınız ermiyor mu?"
(A'râf 169)
Tartışmacı
başlangıçta modern özneye yasakladığı imtiyazın aslında bizzat Kur'an
tarafından mükellefe verildiğini, bu hususlarda da imtiyazlı sınıfa gerek
olmadığını, yine başlangıçtaki iddialarının aksine kendisiyle çelişkiye düşerek
beyan etmek zorunda kalmış, imtiyazlı sınıfın sahasını 'bir düşünce oluşturmak,
bir yöntem üzerinden ilkeyi güne uyarlama çabaları' ile sınırlamak zorunda
kalmış olmasına rağmen, 'serbest ve kişiye özel bırakma konusunda aynı kesinlik
yoktur' diyerek 'modern özne' olarak küçümsediği mükellefe sınır koymaya,
imtiyazlı sınıfların daha önce kendilerine verilen imtiyazları nasıl kullandığı
ortada iken ve günümüzde de mükellefin ve cemiyetin devasa sorunlarına çözüm
bulmaktaki acziyetleri, yetersizlikleri ve sessizlikleri âşikâr olarak herkesi
rahatsız ederken onlara imtiyaz istemeye ve mükellef üzerinde baskı kurmalarına
çağrıda bulunmaya devam etmektedir:
"Müslüman
olmanın Kuran temel ilkelerini belirlemiş, ayrıntı yerine temel ilkeleri koymuş
ve neyin helal neyin haram olduğuna dair bilgileri açık bir şekilde
belirtmiştir. Vasat bir Müslüman’ın neye inanacağını da belirtmiştir. Burada
bir sıkıntı yoktur. Ama bir düşünce oluşturmak, bir yöntem üzerinden ilkeyi
güne uyarlama çabalarını serbest ve kişiye özel bırakma konusunda aynı kesinlik
yoktur. Hesabın tekil verilmesi ile dinin emir ve nehiylerinin an’a yorumlanması
aynı şey değildir. Hükmün güne uyarlanması bir ilim usul ciddiyetine haiz
olmakla yükümlüdür. Her bilenin üzerinde bir bilen vardır."
Tartışmacının,
"Hesabın tekil verilmesi ile dinin emir ve nehiylerinin an’a yorumlanması
aynı şey değildir." cümlesi mesnedsizdir, zira mükellef, ergenlik dönemi
ile birlikte ömrünün sonuna dek, hesabını vereceği dinin emir ve nehiylerini
yaşadığı an'a veya anlara teşmil ederek yaşar; bunun başka türlü olması mümkün
değildir.
Tartışmacının
en çarpıcı cümlesi, bahse konu imtiyazlı sınıfın hangisi olacağına dair
belirsizliğe seslenerek birilerini sorumluluk almaya davet ettiği bu cümledir:
"İlim
uğrunda çaba ve gayrete yapılan vurgu açık bir şekilde birilerinin diz çöküp
Müslümanların meselelerini çözüme kavuşturacak bir eğitim sürecine ihtiyaç
olduğunu aşikâr kılar."
O
birileri 1200 yıldır bir yerlerden çıkıp gelemedikleri gibi, onların geleceklerine dair
bir işaret bulunmamaktadır; mükellef ya da tartışmacının tabiri ile modern
özne, hesaba çekileceği Kur'an'ı kendi başına okuyamayacağı, okusa bile
Kur'an'dan dinî hüküm çıkaramayacağı, çıkarsa bile bu hükmün sadece kendisini
bağlayacağı tehdidiyle karşılaşmaktadır... Bütün problem, tartışmacıya göre
günün- güncelin sorunlarını aşmaktır, oysa sufizmin Kur'an akaidine karşı ürettiği
saldırganlığın boyutları tarihte olmadığı kadar büyümüş ve alanı çok fazla
gelişmiştir, sufizm İslam'ın ta kendisi olarak takdim ve takdir edilmekte,
sufizme karşılık, küçük detaylardan yola çıkarak insanları, müslümanları
Kur'an'a aykırı olarak sindirmeye ve öldürmeye odaklanan imtiyazlı sınıflar
inşa edilmiş ve inşa edenler tarafından desteklenmişlerdir.. Mükellef alındığı
bu şeytanî kıskaçlardan güvenilirlikleri her zaman kuşkulu olacak olan yeni
imtiyazlı sınıflar oluşturularak kurtarılamamıştır, kurtarılamayacaktır.
"Sana
Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar
Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar,
fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine
düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye
erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği)
ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar."
(Âl-i İmran 7)
Tartışmacının
kendisinin de bir mükellef olarak aslında, imtiyaz istediği o muhayyel sınıfa
aitmiş gibi davranması da bir çelişkidir, kendi tarif ve tahditlerine göre
kendisinin de bu tartışmayı başlatması ve sürdürmesi de bir imtiyaz olarak
değerlendirilebilir, kendisi de kendisi tarafından reddedilebilir; kendisi de
kendi tasnifi gereği modernizmden etkilenen modern bir özne olarak kendisinin
saldırısı altındadır, ancak her şeye rağmen bunun farkında değildir ve daha
büyük bir ithamla mükellefi edebî birikim yetersizliği dolayısıyla 'seviyesizlik'le
suçlamakta ve hakikati 'her arayanın bulamayacağını' iddia etmekte ve bunu
'gerçek' diyerek dayatmaktadır:
"Herhangi
bir edebiyat metnini veya ironi, alegori, sembol ve imge üzerine bir bakışı
olmayan kişinin neredeyse baştan aşağıya yoğunluklu bir edebi şaheser olan
Kuran’ın herhangi bir ilim olmadan tercümeler aracılığı ile öğrenilebileceğini
söylemek bir seviyesizliktir. Eğer herkes hakikate ulaşacaksa peygamberin
varlığı gereksiz olurdu. Hâlbuki bir lütuf olarak peygamberi gönderen Allah’a
hamd etmek yakışır mümin kişiye. Hakikat, ancak arayışa sahip olanın hakkı
olacaktır ki o da her arayanın bulamayacağı gerçeğini de dikkate alınarak..."
"...aldatmak
için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da
yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak."
(En'âm 112)
Tartışmacı,
Kur'an'dan hesaba çekilecek olan peygamber sonrası müslüman mükellefin hakikat
arayışının sürdüğünü, sürmesi gerektiğini düşünmektedir. Oysa Kur'an 'Hakikat'in
ta kendisidir; hakikat arayışı Kur'an'la nihayete ermiştir.
"Allah
size işte böylece âyetlerini açıklar ki düşünüp hakikati anlayasınız."
(Bakara 242)
Kaldı
ki, peygamberle aynı dönemde peygamberin yanıbaşında yaşamış olan müslümanın
hakikate karşı ne türden bir ayrıcalığı olduğunu, sonraki dönemlerde yaşayan
müslümanın neden bu ayrıcalıktan mahrum bırakıldığını izah etmekle mükelleftir.
"Biz,
peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman
eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyecekler."
(En'âm 48)
Eğer
Allah tarafından muhafaza edilen Kur'an, hakikat için yeterli olmamakta ise,
hangi saikle müslüman mükellef bu kitaptan hesaba çekilecektir?
"De
ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi
ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı
öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-; kötülüklerin açığına da
gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın!
İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız."
(En'âm 151)
Tartışmacının
cevaplaması gereken yüzlerce, binlerce soru içeren geleneksel müktesebâta
yüklediği büyük değer, hatta 'kutsal değer' şu ifadesinde kendisini inkar etmektedir;
"Hükmün
kaide olarak uygulama alanına dair yorumu için gerekli olan şey bağlam,
tarihsel süreç ve hangi soruya istinaden indirildiği gibi birçok ayrıntı
isteyen bilgilere olan ihtiyaç açıktır. Bütün bu bilgileri bir tarafa bırakarak
kendi yorumu ile akıl yürütmenin tutarlı bir mantığı yoktur."
Mükellef
aynı zamanda Kur'an okuduğu için âlim'dir ve okuduğundan anladığı ile hüküm çıkarır, anlamadığına da iman eder.
"Yüzlerinizi
doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik(erdemlilik değildir). Asıl erdemli kişi
Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği
maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere
ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcayan; namazı kılıp zekâtı verendir.
Böyleleri anlaşma yaptıklarında sözlerini tutarlar; darlıkta, hastalıkta ve
savaş zamanında sabrederler. İşte doğru olanlar bunlardır ve işte takvâ
sahipleri bunlardır."
(Bakara 177)
Müslüman
mükellef Kur'an ayetleri üzerinde düşünerek akıl yürütmektedir. Ki; bu usûl
bizzat Kur'an tarafından emredilmektedir. Tartışmacı, Kur'an okuyan bir
mükellefin Kur'an ayetlerini tek tek ele aldığını zannetmektedir, onu bir bütün
olarak okumadığını, üzerinde düşünmediğini var saymaktadır, hatta imtiyaz
istediği o muhal sınıfın ve sufizmin ya da diğer şiddet-ölüm dağıtan sınıfların
yaptığı gibi 'ayetleri' tartışmaların ana malzemesi olarak 'tek tek'
bağlamından kopuk bir şekilde kullandığını görmezden gelerek mükellefe haksız
suçlamalarda bulunmaktadır. Sonuç olarak da akıl yürütmenin doğasına aykırı bir
şekilde "kendi yorumu ile akıl yürütmenin tutarlı bir mantığı yoktur"
derken çelişkili-tutarsız ve anlamı-hükmü kendi içinde neshedilmiş bir cümle
kurmaktadır.
"Bu
(din), Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir kavim için âyetleri
ayrıntılı olarak açıkladık."
(En'âm 126)
Tartışmacı
çok sert hüküm cümleleri ile sürdürdüğü tartışmasının izah gereken bütün
yerlerini izahtan kaçınarak, var olduğunu iddia ettiği imtiyazlı sınıfların
sorunluluğu altında bulunan ya da mükellefi kendi hayatı için yetkisiz kılmanın
getirdiği kargaşadan şikâyet etmektedir:
"Söylediklerimi
izaha gerek yoktur. Çünkü sadece sosyal medyaya şöyle bir göz atar ve dini
tartışmalara bakarsanız, meselenin nasıl bir kangren oluşturduğunu
gözlemlersiniz… "
Tartışmacı
tartışmasının nihayetinde baştan itibaren karşı çıktığı mükellefin câri aklını
kendisine göre tanımlayarak, parçalara ayırarak, etkilendiği akla dair
okumaların taşıdığı kargaşayı ve belirsizliği de yansıtarak çözüm bulduğunu
düşünmekte ve şöyle demektedir:
"Belki
kısaca akıl meselesini de değerlendirmeye tabi tutarak sonuca ulaşalım: mutlak
anlamda bir akıl karşıtlığı Müslüman açısından düşünülemez bile… Tıpkı mutlak
bir düşünce karşıtlığı da mümkün olmayacağı gibi… O zaman akıl modern veya
felsefi akıl üzerinden tanımlandığı zaman bir Müslüman açısından kabul
edilebilir şartları kaybediyor. Çünkü bu anlamda akıl tanımlanmış ve kesinlik
ifade eden bir tanıma sahiptir. Bu aklı eksene alan bakış ayeti de doğru
yorumlama imkânını kaybeder. O yüzden akıl ancak işlevselliği üzerinden bir tanıma
kavuşturulursa tabii ki en doğal hali ile Müslüman kişiye yakışır. Ve eğer illa
tanımlanmış bir akla sahip olunacaksa bu ilim usul geleneğinin doğal sonucu
olarak ortaya çıkan akıl olmalıdır. Ama bu akıl, doğal olarak ayete tabi olan
Sünnete tabi olan olacaktır. İlim Usul geleneğinin tabii sonucu olarak bir akla
sahip olacağız ve yorumu da buna bina edeceğiz…İşte denetleyici akıl ve
Müslüman âlimin sahip olduğu taakkul budur…"
"Onlara
(müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey
anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?"
(Bakara 170)
Tartışmacı kabul ederse bu analizde akleden akıl kullanıldı.
Sonuç
olarak;
"Şeytan
sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?" (Yâsîn
; 62) diyerek bizi, her bir tekimizi mükellef olarak uyaran Kur'an
muhataplarıyız. hesap verecek olan biz olduğumuza göre hem hayatımız hem de
ahiretimiz için gerekli ve zorunlu olan dinimizi yorumlayabilir ve bu
yorumlarımızla kendi hayatımızı düzenleyebiliriz, daha teknik meseleler için de
herkesin saygı duyacağı bağımsız, samimiyetinden kuşku duyulmayan ve mükellef
olma yeterliliğine sahip, müslümanlar tarafından seçilerek oluşturulmuş bir
uzmanlar kurulunun yirmibirinci yüzyıl müslümanın akletmesine yardımcı
olacağını düşünüyoruz.
"Bununla beraber müminlerin hepsinin toptan savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve seferden dönen topluluklarını uyarmak üzere geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar."
(Tevbe 122)
Seçkin Deniz,03.04.2018, Sonsuz Ark, Sistematik Analizler 142
Not: Ayetlerin mealleri Diyanet'in resmi sitesinden alınmıştır.
Kutsal; Güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken, kutsi, mukaddes; tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen, kutsi, mukaddes, lahut; bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen (TDK)
Meraklısı için bu analizin yapılmasına sebep olan bir sohbet ve bir analiz;
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları
sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı
yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.