"Aşırı dozda anlam da anlamsızlık da yan yana duruyordu dünya denen bu çerçevede."
O gece yeterince ışıklandırılmış masasında oturan ünlü bir romancı olsaydım mesela. Tam da insanların oluk oluk sokağa çıktığı saatlerde yemek masasında her şey yarım bırakılmış, domates doğrarken parmağı kesilmiş, ama yara bandı yapıştırmaya gerek duymamış yüzlerce kadın sokaktayken…
O gece romanın en can alıcı bölümüne gelmiş bir romancı olsaydım .Odasının duvarında klavyesinin sesi yankılanan, dünya yansa umurunda olmayacak bir yazar. Kahramanlarından birinin başına büyük belalar açmış ve bundan haz alan mütekebbir bir romancı; karakter yaratan, büyük aşklar yaşatıp zavallıca mezara gömen.
Ya da uzay bilimci olsaydım da tam o gece bir yıldız keşfetseydim meslektaşlarıma yüzyıllarca adımdan söz ettirecek. Teleskoplardan gökyüzünü izleseydim ve dünyanın bütün meseleleri ufalsaydı gözümde.
Saatler süren kritik bir ameliyatın ekibinde neşter tutan olsaydım o gece. Hemşireler alnımdaki teri silseydi, ellerimde sıcacık kan ve bir çocuğun belli belirsiz atan kalbi olsaydı. Ekrandan takip ettiğim tek büyük olay zikzak çizen şerit olsaydı… Atlatsaydım o geceyi, yüzümdeki kaygıyı tebessüm örtseydi. Sonra “çok güçlüymüş, direndi ve kazandı” deseydim kapıda korkuyla bekleyenlere.
Yeni bir kuram geliştiren bir sosyolog olsaydım o an. Tam da o an 'Toplumsal Değişim Kuramları'nı alt üst edecek reddiyeler yazsaydım. Üzerinde onlarca şerh yazılmış bir kitabın son bölümünü bitiriyor olsaydım tam da o gün, o saatlerde. Yüz yıl sonra değeri geç anlaşılmış bir adam olsaydım ve bir ayrıntıya dönüşseydi tam da o gece kitabımı bitirdiğim.
Ya da o saatlerde geleceğin kurtarıcısını doğurmakla meşgul olsaydım Meryemî bir misyonla. Doğum sancılarım başlasaydı “zorlu bir doğum bizi bekliyor” deseydi doktor, hazırlıklar tamamlansa ama bir türlü gerçekleşmeseydi doğum. Beklenen kurtarıcı ölü doğsaydı.
II.
“Çok çok özür dilerim” dedi. Ellerindeki poşetlerden kurtulup, çantasından fışkıran kağıtların arasından kağıt mendil çıkardı zar zor. Silmeye çalıştı masaya dökülen kahveyi. Panikle masayı silerken bir yandan da dokunsan ağlayacak bir sesle özür dilemeye devam etti.
Öylece baktım; kahvenin yayılış hızına, çevresindeki tüm kağıtları koyulaştırmasına, kadının telaşına, başındaki örtünün saçaklarına bulaşmış kahveye... “Sorun değil hanımefendi, lütfen bırakın ben silerim” dedim sakin ama biraz sıkılmış bir sesle. Daha bir panikle düzeltmeye çalıştı kahveyi silmek için alelacele kenara ittiği masadaki çalışma notlarımı. Yerdeki karton bardağı avucunda sıkarken ıslanmış kağıt peçeteleri toplamaya çalıştı.
Kadına gerçeği söyledim “Aslına siz dökmediniz kahveyi, sizden hemen önce geçen beyefendi dökmüştü”… Artık bir an önce bu abartılı suçluluk altına ezilen kadını sakinleştirip kendi yoluna gitmesini sağlamak ve kendi kitabına dönebilmek istedim. Kadınsa minnettar bir yüz ifadesiyle, bu kez kendisine iyilik yaptığımı sanıp sakarlığını telafi etmek istedi: “Yine de özür dilerim” dedi. “Yine de özür dilerim”…
III.
Çeviri yapmam gerekiyor. Bilgisayardan bir sürü şirket sözleşmesi, ölüm, doğum belgesi çevrilmek üzere bana bakıyor, ama sırf ses olsun diye açtığım ve tedavülden kalkacakken zorla başköşeye oturttuğum televizyona dalıyorum. Karşısında bile oturmadığım halde sesine, fareli köyün kavalcısının peşinden giden bir çocuk gibi takılıyorum. Mutfaktayım. Soğumuş çaya gözlerimi dikmiş bir yığın angarya çeviri dosyası önümde dururken kulağım istemsizce bir kadın sesine takılıyor. Konu; karşılık bulmamış bir aşk. Kadın aşkı nefrete katan bir ses tonuyla bağırıyor: “Benim seni sevdiğim gibi kimse seni sevmeyecek!”
Çeviri yapmam lazım, ama tuhaf bir arzu var içimde, gidip bağıran kadına baksam mı? Kafamdaki fotoğrafa benziyor mu acaba. Esmer, elmacık kemikleri belirgin ve kaşlarını da modaya uygun kalınlaştırıp boyamıştır muhtemelen. Gözleri ne renktir acaba. Elaya yakın bir kahve olmalı. Niye esmer diye diretiyorum ki; hırçın kadınlar esmer olur diye mi? Bir erkeği başkasının sevemeyeceği şekilde sevebilen kadınların rengiydi belki de esmerlik.
Ben bu çeviri işini yapmasam olmaz mıydı? Olurdu, olmazdı diye düşünürken telefonum koltuğun arasındaki sıkışıklıktan acı acı çaldı. Olağan bir şeydi telefon sesi. Gerçi ben olağanüstülüğü yitireli çok olmuştu. Boşanmak isteyen bir arkadaşım telefondaki. O da esmerdir, koyu saçlı. Ne akıllar biriktirmişimdir böyle günler için; dağıtmalık. Dedi: “Kumarı, içkisi, dayağı yok ama ruhumu kaybettim. Bu da şiddetten sayılmaz mı?”
“Ruh neye benzer anacığım” diye soracak oldum sonra tüm arayışımız ruhla ilgili değil miydi dedim kendi kendime. “Her şey o kadar bir önceki günün tekrarı ki adeta bütün enerjim içimde çürüyor” dedi.
Arkadaşımdır diye söylemiyorum böyle çürütme, mutasyona uğratma işlerinde çok iyidir. Evde sirke yapan bir kadındır kendisi. Neden bir insan sirkeyi bile evde yapmaya kalkar ki? Olsa olsa mutsuzluktandır. Her çiçeğe uygun saksısı toprağı vardır mesela. Benden söylemesi, çiçek besleyen kadınlara da dikkat etmeli insan. Çiçek yetiştirmekle topluma fikir yetiştirmek arasında tuhaf bir ilişki var bir de. Çiçek yetiştirenler de fikir yetiştirenler de temelden mutsuzdurlar. Hele pazardan bir kilo domates alıp eve geri dönen kadınlara mutlaka iyi davranmak gerekir. Pazar, dört kilodan az elma almayan kadınların uğrak yeridir çünkü. Telefonu kapatmadan önce dedi ki: “Büyük bir anlamsızlık var aramızda”.
Televizyondaki kadın hala karşılık bulamadığı büyük aşkı için ağlamaya devam ediyordu: “Seni bekleyeceğim. Bir gün mutlaka bana geri döneceksin biliyorum!”
Aşırı dozda anlam da anlamsızlık da yan yana duruyordu dünya denen bu çerçevede.
Benim çeviri yapmam lazım: “Giyayê hewşê tehl e.”
Zeynep Karataş, 05.04.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Kendime Söylediğim Şeyler
Sonsuz Ark'ın Notu: Zeynep Karataş Hanımefendi'ye çalışmalarını bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. 29.03.2018, Seçkin Deniz
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.