"Dönüp arkama bakmaya korkuyordum. Hem öyle böyle değil.."
Hilafı adet olarak akşam yemeğini hem geç yemiş hem de her zamankinden çok yemiş, yerken de "Etme eyleme.. çok oldu.. uykunu cehenneme çevireceksin!" Demiştim kendi kendime.
Çok yediğim zamanlar hep öyle olur, öyle de oldu! Korkarak yatağa girmiş uyumak için çırpınmış ve; "Allah’ım kabuslar görmeyeyim, rahat bir uyku uyuyayım sabah önemli işlerim var!" türünden dualar etmiştim ya.. olmadı. Uykuya daldım. Dalar dalmaz mı başladı kâbuslar, uykunun ilerleyen zamanlarında mı bilmiyorum. Ter içinde çırpınarak yatakta doğrulduğumda günün ilk ışıkları perdenin aralık kısmından içeri vuruyordu. Sanki bütün gece kâbus görmüş gibiydim. Sanki hiç uyumamıştım!
Aman Allah’ım o ne korkunç rüya.. kâbus! Allah sizi inandırsın sanki yatakta otururken o depremi yeniden yaşadım! Bir depremi yaşadım uykumda. Hem ne deprem! Uyandım uyanmasına ya hala kendime gelemedim.
Güçlükle yataktan çıktım. Mutfağa yöneldim. Ağzım kurumuş ki öyle böyle değil. Dilim ağzımın içinde hareket edemiyor. Bir bardak su yerine sürahiye sarıldım, kafama diktim. Evdekiler görse kesin dayağı olmasa da fırçayı yerdim, hem de ne fırçalar. Haksız sayılmazlar da ben de o an haksız sayılacak değildim. Kaybedecek bir anım yoktu. Zira susuzluktan boğuldum boğulacağım, şimdi insanın susuzluktan boğulup boğulmayacağı tartışmasını açmaya gerek yok ama yine de az biraz bir açıklama gerekiyor gibi; sizin başınıza geldi mi bilemem –benim başıma sık sık geliyor- bazen gırtlağım kuruyor, dilim damağıma yapışıyor nefes alamaz duruma geliyorum ve böylece susuzluktan boğulacak gibi oluyorum. Aman tanrım! Neydi o öyle?
Güya yatakta yatıyormuşum. Sonra şiddetli bir sarsıntıyla uyanıyorum. Sallanan sadece yatak değil, daire değil tüm site zangır zangır görülmeyen bir el tarafından nasıl silkeleniyor anlatamam.. yataktan fırlamaya mecalim yok.. evdekilere sesleniyorum duyan yok! Sanırım hepsi kaçmışlar! Yani evde yalnızım. Rüya bu ya.. elimden tutacak kimsem yok! Bir yandan da kendimi teskin ediyorum, "Rüya bu! Diyorum, korkacak bir şey yok, kâbus görüyorsun hepsi bu."
Teskin olmak ne mümkün, kalbim gümbür gümbür, kalbimin çarpıntısını durdurmak, biraz yavaşlatmak için telkine devam.. olmuyor bu kez azarlamaya başlıyorum kendimi; "Geberesice o kadar yiyecek ne vardı?" Diye azarlıyorum kendimi, daha başka küfürler savuruyorum.
Bir yandan da yatak odasından düşmeden çıkmanın hesaplarını yapıyorum. Olmuyor!
Bağırtılar, haykırışlar, gözyaşları, çığlıklar arasında debeleniyorum. Hanım, çocuklar kurtulmuş. Evet, azıcık da olsa buna seviniyorum. Molozların altında kalmışım. Hem ailem hem ayakta kalmış diğer site sakinleri molozların altından çıkarmaya çalışıyorlar. Herkes bir başka yıkıntıdan kendi yakınını çıkarmakla meşgul. Olmuyor! Ölüyorum! Ölmüşüm. Ağlayanları, dizlerini dövenleri görüyorum. Ölmüşüm ama görüyorum! Kendime acıyorum. Hanıma, çocuklara üzülüyorum. Büyük oğlanın düğünü vardı haftaya, onun ertelenecek oluşuna –belki ertelemezler ne bileyim- hayıflanıyorum. Öldüğüme mi ağlayayım, kalan üç beş kuruş borcun aile efradına kalışına mı üzüleyim bilemiyorum.. öyle iki arada bir derede haldeyim.
Bir yandan da; "Şimdi ne olacak?" Diye kuruyorum. Gözlerimin önünde Sartre’ının 'Gizli Oturum' adlı piyesi beliriyor. Ölüm sonrasıyla ilgili bir oyundu ‘Gizli Oturum’. Oradaki kahramanlardan biri –adın Garcın’mıydı neydi şimdi anımsamıyorum- kendini ikinci imparatorluk dönemindekilere benzer teşrif edilmiş bir odada bulur. Sartre’ın piyesinde öteki taraf bütünüyle bu dünyaya benzer. Öyle anımsıyorum. Garsonlar falan var. Kat görevlileri falan. Zil. Garcın kendini öyle bir odada –ikinci imparatorluk dönemi modasıyla düzenlenmiş odada- bulunca epey bir şaşırır.
"Acaba ben de öyle mi olacağım?" Diye düşünüyorum. Kiramen katipleri, kabir melekleri.. zebaniler, kaynayan irin çukurları.. üff! Sartre’ın işi kolay. O eski moda eşyalarla düzenlenmiş bir yerde kendini bulunca şaşırıyor, oysa ben, ben nasıl bir ortamla karşılaşacağım acaba?
"Hiç karşılaşmadığım, hiç ummadığım bir şeyle yüz yüze geleceğim! Aman Tanrım!" Diyorum.
Sahi nasıl olacak. Derken burgaç gibi bir şey, dev bir dairemsi kapı gibi bir şey beliriyor on beş yirmi metre ötemde. Dönüyor kapı.. havada dönen burgacımsı dairemsi bir şey. Daha şimdiden nasıl adlandıracağımı bilemediğim şeyle karşılaştım işte. Beni içine çekiyor. Sanırım çeken şey dönmenin şiddeti. Havalanıyorum. Bağırıyorum. Eşime bakıyorum. Yıkılmamış bir iğde ağacının altındaki bankta oturmuş iki eliyle dizlerini dövüyor. Sesleniyorum. Duymuyor! Ve beni o burgacımsı, dairemsi şey yutuyor!
Göz açıp kapayıncaya kadar sürüyor o şey içindeki yolculuğum! Ve kendimi ıssız, çölümsü bir yerde bir tentenin önünde bekleşen iki kişinin ortasında buluyorum. Onlar da şaşkın. Sanırım yöresel, bölgesel bir deprem değil de genel bir deprem olmuş. Hoş deprem olmasa her hangi bir canlı ölmeyecek mi?
Benimki de laf işte. Belki o iki kişi de yatağında ölmüştür. Yatağında ölmüştür demem üzerlerinde herhangi bir yara bere görmeyişimden. Her neyse belki aynı depremde belki başka bir şekilde ölmüşler işte. Gayri ihtiyari selamlaştık. Hem tanıyor gibiyim onları hem tanıdığım konusunda kuşkuluyum. Onların bakışları da aynı. Onlar da benim hakkımda ve bir birleri hakkında aynı düşüncelerde olmalılar. Tente bizi yakıcı güneşten koruyor.
İlginç olan güneşten korunma gereksinimi duymamız. Bir ölü ne için güneşten korunaklı bir yerde olsun ki? Hem niye bu dünya üzerine benzer bir yerde, çölde bulsunlar ki ölüler! Eh nihayetinde bir rüya, şaşıracak ne var! Her neyse işte bir tente ve o tente bizi güneşten koruyor. Hem bizim hem de o tente altında masa gibi –dünyadaki nesnelere benzerliğinden ötürü masa diyorum- şeyin arkasında duran bize benzemeyen varlıkları –canlı diyemiyorum, yani bizim gibi canlı- güneşten koruyor.
Masanın arkasında havada duran küremsi varlıklar –onlar da üç adet- sürekli dünya gibi kendi etraflarında oldukça hızlı bir şekilde dönüyorlar. Üçümüzün de bakışları onlara kilitlenmiş. Başka bakacak bir şey yok ki! Epey bir döndüler. Derken dönüşleri yavaşladı yavaşladı ve bizim gibi bir şekle büründüler. Elleri-kolları-gözleri.. aynı biz. Aynı biz olmakla beraber onların bedenleri katı değildi. Işıktandılar.
Gözünüzü dikip baksanız, iyice bir sıklasanız arkalarını rahatlıkla görebilirdiniz. Yine de insan fazla bakamıyor. Gözler yoruluyor, ama en azından güneş gibi değiller. Güneş gibi olmayışları bizim lehimize. Yoksa ellerimiz gözlerimize siper edip duracaktık ki, bu da bizim aleyhimize olurdu. Böyle bir yargıda bulunmamın nedeni sorguya çekileceğimiz sezgisinin içimde uyanması. Hani ışıkları hepten gözümüzü alsa sorulacak sorulara yanıt bulmakta zorlanırdık. İnsan sıkıntılı haldeyken hangi soruya gönlünce yanıt verebilir ki?
Yan yana duruyoruz. Arada bir birbirimize kaçamak bakışlar atıyoruz. Sonra başımızı yere eğiyoruz. Üçümüzün de başımızı yere eğişimizi başımızın toprakta beliren gölgesinden çıkarıyorum. Burada da bir tuhaflık var. Çünkü tente güneşin ışıklarından koruyor olmalı. Işık yoksa gölge nasıl var? Yok, ışık var da bedenimize vuran bir ışık o.. aman ne haltsa işte. Bize dönüşen ve ışıktan bedenlere sahip olanların ortadaki uzun boylusu hemen sağımdaki –gerçi boyum sağımdaki ve solumdakilerin her ikisinden de kısa, ama nedense ben ortadayım ve bu ortada oluş kendi seçimimiz değil, bunu her birimiz biliyor olmalı- kişiye işaret ederek;
- Adın ne? Kendini nasıl tanımlarsın? Dünyada ne işle meşguldün? Diye sordu. Daha sorunun muhatabı sağımdaki adam soruyu yanıtlamadan bir bağırtı çağırtı koptu ki, değil canlı varlıkların cansız varlıkların bile içi sızlar, içi yanar, içi burkulur.. ister istemez üçümüz de ürkek bir tavırla sesin geldiği yöne, sola döndük.
İki iri yarı, dev gibi bedenleri yine ışık olan ve fakat görünümleri insanın soluğunu kesen varlıklar bize benzer birini sürükleye sürükleye götürüyor. Sürüklenen kişi çöl toprağından medet umar gibi ayaklarını kuma saplamaya çalışıyor bir yandan da;
- Durun, durun! Daha kaç kere söyleyeceğim.. ben Hind-i Bendi Tarikatı'nın Pelidi kolundanım! Diye bağırıyor ve fakat adamı sürükleyenlerin umurunda bile değil.
Alıp götürdüler, adamın çığlıkları kulaklarımda yankılanıyor, bir yandan da solumda duran cüppeli zevata bakıyorum, tepkisini ölçmeye çalışıyorum. Tepkisini ölçmeye çalışıyorum çünkü bu adamın şu yaka paça götürülen adam gibi sözleri kürsüden söylerken izlediğim filmini anımsıyorum birden bire. Kıs kıs gülmek geliyor içimden. Cüppelinin tavrında en ufacık bir garipseme, bir ürkme falan yok!
Acaba yanılıyor muyum? Yok! Kesinlikle yanılmıyorum. Kaç kere videosunu izlemiş kahkahalarla gülmüşüm. Yanılıyor olmama imkân yok! Pervasızlığını başka şeye yormak lazım! Pek bir pişkin olduğunu biliyorum. Pişkinliğine pes doğrusu.
Soruyu soran ışık bedenli varlığın;
- Rezilin önde gideni pis tefeci.. istersen Nuh’un, Musa’nın, İbrahim’in oğlu ol! Rezil dolandırıcı! Dediğini duyar gibiyim.
- Belki de kendi iç sesimdir o varlığın günahını almayayım! Diyorum kendi kendime.
Sorusunu sağımdaki adama yineliyor bedeni ışıktan varlık;
- Evet.. sizi dinliyorum.. adınız..
- Adım Muhammed..
- Soyadınız?
- Sade Muhammed..
- Peki Sade Muhammed dünyada ne işle meşguldün?
- Yapıp ettiklerimi anlatmayı sevmiyorum.. böbürlenme pisliğine bulaşmaktan çekindiğim için..
- Artık bitti.. çekinme.. bulaşacak bir şey yok.. evet ne işle meşguldün?
- Kendi maişetimin geçimiyle uğraştım. Ve bir de ailesi tarafından hastanelerde terk edilen, tıbbın “birkaç hafta, birkaç ay ömrü kaldı!” dediği hasta çocukları evime aldım, onlara sevgi şefkat gösterip bakımlarını üstlendim.. her çocuğun sevilmeye ihtiyacı vardır, dedim kendi kendime. Her bebeğin kucaklanmaya bağra basılmaya, sevilmeye ihtiyacı vardır.. böyle yaptım.. ve kimsenin elini uzatmadığı o çocuklara kapımı açtım.. bağrıma bastım. Evlatlık edindim, bakıcılıklarını üstlendim, böyle seksen tane çocuğum oldu.
- İyi de niye çocuklar arasında ayrım yapıyorsun.. hasta olmayan çocukların günahı ne?
- Yok.. onların da sevilmeye okşanmaya, bakılmaya ihtiyaçları var elbet.. ancak onları hasta bakıcılar bile kucaklayıp severken, hasta olanlar, günlük aylık ömür biçilenler bu imkândan bile yoksunlardı. Kimse sahiplenmiyordu. Bu bir ayrımcılık değil zorunluluktu.
- Öyle kaç çocuğa kaç yıl baktın?
- Otuz yılımı verdim.. vermekteydim.. ömrüm yetse idi yine verirdim, dediğim gibi ölmeden evvel öyle seksen çocuğum vardı, defnettiklerim hariç.
- Pekala.. güzel yaşamışsın.. elbet benim görüşümle nereye gideceğin belli olmuş değil.. ama öyle görünüyor ki cennette ulularla komşu olacaksın.. yine de Allahu alem! Şu yolu takip et!
Sade Muhammed kendisine gösterilen yola doğru yürüdü. İnsan o yola bakınca içi ferahlıyor, hemen orada olmak için can atıyor ve fakat yol Sade Muhammed’e işaret edilmişti, azıcıktan biraz fazla gıpta ettiğimi, hatta kıskandığımı söyleyebilirim.
Muhammed kendine işaret edilen yola çoktan varmış yolu yarılamıştı ki birden gözden kayboldu. Sıra bana gelmiş olmalı diye düşünürken sorguç solumdaki cübbeliyi işaret etti ve;
- Sen kimsin? Kendini nasıl tanımlarsın? Dünyada ne işle uğraştın?
- Ben Hind-i Bendi Tarikinin pelidi kolu vaizlerinden Soyupakoğulları sülalesinden Mahmut Soyupakoğlu, nam-ı diğer Cüppeli Mahmut.
- Vay vay vay! Diye bir hayretle karşılık verdi ortadaki sorguç her iki yanındaki arkadaşına ayrı ayrı bakarak. Üçünün de yüzünde tebessüm belirdi başlarını aheste aheste salladılar. Ortadaki sorguç müstehzi bir edayla sürdürdü konuşmasını;
- Vay be.. kısacık ömürde bu ne büyük bir paye?.. Arkadaşlarına dönerek, "Ne ulu biriyle karşılaştık böyle..?" dedi.
-Bakışlarını yeniden cüppeliye çevirdi, peki dünyada ne işle meşguldün? Hele biraz onlardan bahset! Bu ululuğa nasıl erdin, onu öğrenelim, diye sürdürdü konuşmasını.
Vaiz filmlerinden tanıdığım –bazen gülme ihtiyacı doğuyor insanda ben de değme komedyenlere taş çıkartan bu adamın filmlerine bakardım- Cüppeli burada da müstehzi ve çok bilmiş tavrına büründü. –şimdi dedim kendi kendime, ister misin adam cübbesinin içinden ‘nur’ul vehmiyan’ adlı eseri çıkarıp masaya koysun? Bir de kitabı çıkarırken yanmayan kefenini göstersin? De nasıl gösterecek? Adam o kefeni hep üzerinde taşımıyor ya? Benimkisi de laf işte!-
Cüppeli Mahmut öksürür gibi yapıp, boğazını temizledi ve gülerek;
- Ben yüce dinimizi sapık görüşlerden uzak tutmaya, yüce dinimizi sapıtmak için yola çıkmışların önünü kesmeye azmettim. Şükür bu gayretim boşa gitmedi. Sadece ruhlarını arındırmakla da yetinmedim. Yüce Rabbimizin bize gönderdiği ayetlerle bir yandan ruhlarını iyileştirmeye bir yandan da yine o ayetlerle bedenlerini iyileştirmeye gayret ettim.
- Nasıl? Dedi sorguç bilmezlikten gelerek ve arkadaşlarına göz kırparak. Cüppeli sorgucun bu yaptıklarını görmezden gelip göğsünü şişirerek;
- Şifa ayetleriyle! Yanıtını verdi. Ve, malum Kur’an-ı Azimüşşan şifâdır..
- Amenna.. gönüllere, akıllara, şifadır.. bedenlerine nasıl uyguladın?
- Efendim arızalı, işlevini yerine getiremeyen organları –mesela tenasül uzuvlarını- hangi ayetlerin, hangi surelerin iyileştireceğini bulup hastalara sundum.
- Nasıl?
- Şimdi mesela Bakara Suresi iki yüz altmışıncı ayetinin bir kısmı bir miktar suya okunur, sudan biraz alınıp tenasül uzvuna serpiştirilir ve suyun kalan kısmı içilir.. bir de yine tenasül uzvunun zayıflığını gidermek için adiyat suresi okunup tenasül uzvuna üflenir..
- Kes kes.. anladım.. peki ya kadınlar.. tenasül uzvu dedin de o yüzden.. kadınlara yok mu? Mesela vajinusmus için hangi ayetin iyi geldiğini araştırdın mı?
- O da ne?
- Yahu kadınların da bedenleri, uzuvları var.. madem erkeğin tenasül uzvunun rahatsızlığına ayetler iyi geliyor vajinusmus derdinden mustarip kadınlara iyi gelen bir ayet yok mu?
- Onu duymadım! Dedi Cüppeli şaşırarak.
- Tabi duymazsın, dedi sorguç, şeyinden ötesini gözün görmüyor ki.. ha iyi ki de duymamışsın yoksa o illet için de ya inşirah suresini okutup üfletirdin ya da ‘ahlul ukdeten min lisânî’ ayetini..
- Niye öyle bir şey yapayım? Bühtan olur..
- Niye bühtan? Sen Allah’a, Rasulüne, surelere ettiğin bühtanların farkında değil misin? ‘Rabbim bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster! Kalbim mutmain olsun!’ mealindeki ayetini nasıl çürümüş uzvlara okuyup üflemelerini söylersin bire densiz!
Bu azarlamalardan canım sıkıldığı için;
- Kabir azabından koruyan kefen, dedim sözünü keserek sorgucun, biraz yüksek perdeden çıkmıştı sesim. Cüppeli rahat bir nefes alıp şükran duygularıyla bana baktı.
Sorguç;
- O da nesi? Dedi şaşırmış numarası yaparak. Cüppeli hemen atıldı;
- Evliyaullahtan, onların da peygamberimizden aldığı haberlerle bir takım duaları belli günlerde, özel mürekkeple – zaferan dediğimiz ki yapımı oldukça müşkülatlıdır,- yazılır. İmdi derim ki;
evvela malzemelerimizi temin etmeli ve kendimiz yapmalıyız o mürekkebi, gelelim malzemelerimize;
10 gram iran safranı, 5 gram amber, 5 gram siyah misk, 2 gram beyaz misk, 2 gram gül yağı, 1 su bardağı gül suyu, İpek mendil.
Malzemelerimizi teflon bir sütlük veya soslukta pişireceğiz. Aman ha bunları birbirine havanda katıp karıştırıp mürekkep yaptım sanmayın. Bu malzemeler yavaş yavaş pişecek. Önce gül suyunun 2/4 kadarını bir bardağa şırıngayla aktarıp içine safranı atıyoruz. Yavaşça karıştırıp özünün geçmesi için üstü kapalı bir şekilde güneş göstermeden 1 gece bekletiyoruz. Ertesi sabah iyice renkleri çıkmış olan safranı biraz daha karıştırıp kaşıkla eziyoruz. Teflon sütlüğe aktarıp en küçük ocakta, en düşük ateşte fokurdayana kadar durmadan karıştırarak ısıtıyoruz.
Fokurdama başlayana kadar Ayet-el Kürsi’yi okuyabildiğimiz kadar okuyup üzerine nefes ediyoruz. Ardından fokurdama başladığında gül suyunun geri kalan yarısını sütlüğe ekleyip yine fokurdamasını bekliyoruz. Bu sırada yine okumaya devam ediyoruz. Ardından fokurdama başladığında amberi ekliyoruz ve amber eriyene kadar karıştırıyoruz. Bu işlemlerin tamamında okumayı sürdürüyoruz mürekkebimiz olana kadar Ayet-el Kürsi’yi okuyup üflemeye devam edeceğiz.
Amber eriyince siyah miski ekliyor ve eritiyoruz. Ardından beyaz miski ekliyoruz. İki gram halis gül yağını da ekliyoruz. Fokurdatarak güzel ve yazılabilir bir kıvam alana dek kaynatıyoruz. Safran mürekkebi ya da zaferan mürekkebi ipek bir mendil kullanılarak süzülür. Mendilin içine boşalttığımız malzemeleri mendili sıkarak ve düğümleyerek bir tarafa odaklıyoruz. Ve bir bardak vb. şeyin ağzına koyarak azar azar damlaya damlaya akmasını bekliyoruz. 2 gün boyunca ışık görmeyecek bir yerde süzülmesini bekliyoruz.
Bu süre zarfında her 6 saatte bir mendildeki malzemeyi aşağıya bastırıp daha iyi süzülmesini sağlıyoruz. Tüm malzeme suyunu salıp 2 günde süzüldükten sonra ortaya çıkan mürekkep güzel kokulu kırmızı renkte ve yazılabilir kıvamda olmalıdır. Eğer yazdığımızda çok dağılıyorsa fazla sulu olmuştur.
Bu mürekkebin üzerine 7 Yasin-i Şerif nefes ediyoruz ve Cin suresini de 3 kez okuyup üzerine nefes ettikten sonra güzel bir mürekkep kabına alarak ister dolma kalemle ister hindu kalemle isterseniz de kuş tüyü ile nüshalarınızı yazmada kullanabilirsiniz. Unutmayın ki her nüsha misk-i amber ya da safran mürekkebi ile yazılmaz. Bu açıkça belirtildiyse bu mürekkebi kullanınız. Görüldüğü gibi hazırlanması bile ayrı bir zorluktadır. İşte bu zorlukla hazırlanan mürekkeple kefenin –ki aslında efdali ceylan derisine yazılıp kefenin kalp bölgesine dikilmiş olanıdır- kalp bölgesine..
- Peki peki anladık.. amma uzattın. Kefen üzerinde mi?
- Hayır!
- Peki kabir azabı çektin mi?
- Henüz öyle bir şeyle karşılaşmadım.
- Sen ne dolandırıcısın! Ulan mendebur sen sihirbazların mesleğine itibar etmişsin.. abra kadabra diyeceksin ve koynundan bir ip çıkaracaksın.. öyle mi? Sözlerin gücü anlayana tavır ve davranışlarını düzeltmekten öte midir? Hiç mi akletmezsin.. beyinsiz! Demek okuyup üfleyeceksin hop külahından tavşanlar çıkacak ha!
Cübbeli şaşkın şaşkın sorguca, bizlere baktı söyleyecek bir sözü olmadığından kekeleyerek,
- Pelidi kolundan olduğumu söylemiştim değil mi? Demekle yetindi.
- Yani.. dedi sorguç
- Bize ulul azm evliyaullahtan gelen haberler..
- Evet.. ne gibi haberler geldi ulul azm evluyaullahtan? Cüppelinin söyleyişini yansılayarak yanıtladı..
- Pelidi kolundan olanlar..
- Transit mi geçecekler.. bu sözlerini kaç kez duydum, bu sözleri senin gibi kaç ahmaktan dinledim.. zevzek zevzek konuşma.. demek ayetleri uzuvlarına okuyup üflemeyi şifa diye sattın saflara..
Sorguç öfkelendikçe öfkelendi. Arkadaşları da aynı şekilde öfkeye gark olmak üzereydiler. Bir süre sonra ortalık duruldu. Sorguç cüppeliye sol tarafı işaret edip;
- Ya edebinle şu yolu takip eder varacağın çukura varırsın ya da biraz önceki pelidi gibi sürüklene sürüklene götürülürsün.. seçim senin! Dedi.
Cüppeli beliren yola baktı. Korkudan büzüldü. Yolun üzerinde dumanlar tütüyor, fokur fokur kaynayan çukurlar bir belirip bir kayboluyordu. Sonra birden kendine nedenini anlayamadığım bir güven geldi, pis pis sırıttı, gözlerini belertti, sakalını çekiştirip, ayaklarını yere vurup ürkütücü bir sesle tehditler savurmaya başladı;
- Size Pelidi kolundan olduğumu söyledim. Siz Pelidi kolunu bilmiyorsunuz. Sizi şikâyet edecek merci bulurum, siz sapkınlara gününüzü gösteririm!
Konuştukça sesini yükseltiyor, ellerini kollarını sallıyor, olduğu yerde çırpınıp duruyordu, gösterilen yola gitmemekte kararlıydı. Birden her iki yanından biraz önceki iki dev benzeri varlık belirdi.
Cüppeliyi kollarından kavrayıp sürüye sürüye götürdüler. O hala bizi sorguya çekenlerin sapkın, yoldan çıkmış, cahil, ulu'l azm evliyalardan bihaber fasıklar olduğunu haykırıyordu, canhıraş feryatları insanın zangır zangır titremesine neden oluyordu. Düşüp bayılmadığıma hayret ettim.
Düşmedim ama zangır zangır titriyordum. Baş başa kalmıştım sorguç ve arkadaşlarıyla. Saf Muhammed’in önünde açılan yolu düşünüyor seviniyorum, cüppelinin önünde beliren fokur fokur irin kaynayan yol gözlerimin önünde beliriyor, içimde bir yerlere büzüldükçe büzülüyorum.
- Peki ya sen? Diyor sorguç.
- Be.. bee..ben.. diye kekeliyorum.
- Korkma, diyor gayet serinkanlı ve müşfik bir sesle sorguç, Rahat ol! Adın ne? Dünyada ne ile meşguldün?
- Şey, diyorum, düşünüyorum, sorguya uzatmanın lehime olacağına dair bir kuruntuya kapılıyorum, öyle ya sorguyu uzatırsam hiç değilse o irin kaynayan yoldan birkaç dakika daha uzak olmuş olurum, Saf Muhammed’in gittiği yolun bana verilmeyeceğini adım gibi biliyorum..
- E hadi, diyor sorguç biraz öfkeli.
- Şey, diye yanıtlıyorum, Şey.. sağımızda solumuzda defter tutanlar..
- Ne olmuş onlara? Diyor sorguç.
- Yani.. şey.. görevlerini yerine getirmemişler mi? Kimliğimizi kayıt altına almamışlar mı?
- Güzel soru.. diyor, arkadaşlarına dönüyor gülerek, adam haklı! Arkadaşları da başlarını sallıyorlar. Onların da tavırlarında bir istihzayı görüyorum. Yine de rahatlıyorum. Nedense birden rahatlamıştım.
- Neyse biz konumuza dönelim, diye söz başladı yeniden sorguç.. Başkalarının görevlerini yapıp yapmadıklarını biz bilemeyiz. Herkes kendi görevlerinden sorumludur. Bizim de görevimiz bu. Bir tür gerçek sorguya hazırlık, bir tür ön sorgu. Evet seni tanıyalım! Daha doğrusu bakalım sen kendini tanıyor musun? Yoksa ölümle birlikte kendini mi kaybetmişsin? Adın? Dünyada neler yaptın? Bekliyoruz!
- Hayır, yani yazılıp.. sağımızdaki solumuzdaki yazıp çizenlerden almış olsaydınız yahut şimdi alsanız..
- Amma uzattın arkadaş.. hadi işimiz uzun.. adın?
- Fikri..
- Kısaca Fikri öyle mi..
- Yok.. aslında hem evet hem hayır.. bazı tanıdıklar adımın başına yahut sonuna bir de filo eklerler..
- Silahlı kuvvetlerden misin?
- Yok yok! Arkadaşlar uzun şeyleri sevmediklerinden bir takım kısaltmalar yaparlar.. filozofun kısası buradaki filo.. filo fikri.. yahut fikri filo..
- Filo payesinden bek memnun gibisin..
Bu sözüne bir yanıt veremedim sorgucun. Doğrusu memnundum da hani. Yalandan ne çıkar hoşuma gidiyordu. Gerçi bazıları hınzırlığına fino falan diyerek kızdırmaz da değillerdi.
- Peki, diyerek devam etti konuşmasına sorguç, Ne ile meşguldün? Günlerini nasıl tüketirdin?
- Şey.. aslında Cüppeliye gösterdiğiniz yolun bir benzerini hatta daha berbatını, daha korkuncunu bana gösterseniz yeridir. Çünkü ben dünyada ne kendime ne başkalarına hayrı olan biriydim. Uzlete çekilmiş kâh Cüppeli gibilere bakar kahkahalarla güler kah Saf Muhammed gibilere bakar hüzünlenir, bir iki damla göz yaşı dökerdim. Arada bir cüppeli ve benzerlerinin ifsat edici sözleriyle alay ederek önlerini kesmeye çalışır, kâh Saf Muhammed gibilerin eylemlerini başkalarına da duyurarak –ben yapmıyor olsam da, bir köşeye çekilip pineklesem de- onların da böylesi işler yapmalarını teşvike çalışırdım. Ama dediğim gibi ben Cüppeliden daha berbatına layığım!
Sorguç derin bir nefes aldı. Arkadaşlarına baktı. Her üçü beni baştan aşağı bir daha süzdü. Ortadaki sorguç tane tane;
- Yok.. o dolandırıcı, o bedbahttan daha fenasına layık değilsin.. hiç değilse insanları sapkınlığa sürükleyen amellerde bulunmamışsın. Başkalarını yakmamışsın. Yakmışsan da kendini yakmışsın. Saf Muhammed gibi ferah yola göndermesek de seni cüppelininki gibi azap yoluna da sürükleyecek değiliz. Doğrusunu Allah bilir ya senin yol seni ihtimal Araf’a sürükler. Saf Muhammed’in konakladığı yere bakar iç geçirir Cüppeli'nin debelendiği çukura bakar şükredersin. Yine de dediğim gibi doğrusunu Allah bilir.
Sorguç konuşmasını bitirdi sağ elini kaldırıp arkamı işaret ederek;
- Arkandaki yolu takip et! dedi.
Dönüp arkama bakmaya korkuyordum. Hem öyle böyle değil..
Cemal Çalık, 06.04.2018, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.