10 yıl boyunca İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği Genel Sekreterliğini yapan Prof. Mahmut Erol Kılıç, İslam dünyası için yakın gelecekte parlak bir dönem görmediğini söylüyor. Prof. Kılıç, “İslam birliğini özleyen biriyim,ama vakıada da sahada da bunun çok zor olduğunun, bir ütopya olduğunun, belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir fantezi olduğunun da farkındayım” diyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği İSİPAB’ın 10 yıldır genel sekreterliğini yapan Prof. Mahmut Erol Kılıç, görevini Senegal meclisi temsilcisi Muhammed Kureyşi Niyas’a devretmeye hazırlanıyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kardeş kuruluşu olan İSİPAB, 54 Müslüman ülkenin parlamentolarını tek çatı altında toplayarak tek tek üye ülkelere, bölgelerine ve dünyaya ilişkin meselelere çözüm arama ve Müslüman ülke temsilcilerini bir platformda birleştirerek gündemlerindeki konuları istişare etmelerini sağlamayı hedefleyen bir kurum.
İki dönemdir Türkiye adına bu kurumun genel sekreterliğini yürüten ve Ramazan ayı öncesi görevinden ayrılacak olan Prof. Kılıç’la geçen 10 yılda neler hedeflediğini, neler yaptığını ve neleri yapamadığını konuştuk. Bu 10 yıl süresinde 54 Müslüman ülke ile yakın ilişkiler içinde olan Kılıç’a İslam ülkelerinin durumunu ve İslam birliği kavramını da sorduk.
İSİPAB İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği, o zamanki adıyla İslam Konferansı Örgütü Parlamento Birliği İKÖPAB genel sekreterliğine aday gösterilmeniz nasıl oldu? Adaylık sürecinizde neler yaşandı? Olaylar nasıl gelişti?
Tamamen tevafuklar ve tesadüflerle oldu. 2007 yılının son aylarında Mısır’ın Kahire şehrinde Mısırlılar ve İspanyolların müştereken düzenlediği bir Muhiddin İbn Arabi kongresinde tebliğ sunmak üzere davet edilmiştim. Toplantının son günü kaldığım otelin lobisinde tanıdığım simalar gördüm. Türk Parlamentosu’ndan değişik partilere mensup milletvekilleri, eski dönem meclis başkanları ve o dönem meclis başkanı olanlar…
Akademiden sonra aktif siyasete girerek milletvekili olan Prof. İrfan Gündüz hoca da oradaydı. “İslam Konferansı Örgütü Parlamentolar Birliği diye bir teşkilat var. (İSİPAB’ın eski adı) Onun genel kurulu için geldik” dedi ve beni birlikte çay içmeye davet etti. Bülent Arınç, Köksal Toptan beyler de vardı. Çay içerken İrfan Hoca, lafın arasında “Mahmut Bey’le beraber çalıştık yıllarca. İlahiyatta hoca ama aslında siyasal bilgiler çıkışlıdır” dedi. Bülent Bey ve Köksal Bey “Aa bilmiyorduk” dediler. Ben de “Mezuniyetim siyasal bilgiler ama akademik çalışmam ilahiyat” diye izah ettim. Ben izin isteyip toplantıma geçtikten sonra olanlar olmuş. Meğer teşkilatın genel sekreterliğini yürütmekte olan Mısırlı diplomatın görev süresi bitmiş. Seçim yapılacakmış. Endonezya, Yemen, Tunus gibi ülkeler aday çıkarmış. Türkiye kararsız kalmış.
ADAYIMIZI BULDUK
Neden?
Bir grup “Aday çıkarmayalım çünkü kazanamayız. İslam Konferansı Örgütü İKÖ başında zaten bir Türk var. Bu da ondan sonra gelen ikinci büyük örgüt. İkisini birden bize vermezler” diyormuş. Bir grup da “Hayır bilakis, madem İKÖ’nün başında bir Türk var bu da bir Türk olursa daha iyi çalışırlar, koordinasyon olur” diye düşünüyormuş. Bu tür uluslararası örgütlere genel sekreter seçiminde genellikle emekli büyükelçiler, diplomaside uzun süre çalışmış insanlar seçilir. Böyle bir eğilim var. Adaylık için bazı diplomatlar önerilmiş ama ittifak edememişler. Çünkü aday İslam ülkelerinin kültürünü bilecek, Arapça, Farsça bilse iyi olur… Ama bizim hariciyede bu özelliklere sahip kimse bulamıyorlar. Tam o esnada benimle karşılaşıp siyasal bilgiler çıkışlı olmamı öğrenmeleriyle de “Biz adayımızı bulduk” demişler. Ben toplantı sonrası gece uçağıyla Türkiye’ye döndüm. Sabah erken saatte telefonum çaldı. İrfan Hoca, “Mahmut odadaysan aşağı in, kahvaltı yapalım. Çok önemli bir şey konuşacağım seninle” dedi. Ben döndüğümü söyleyince Türkiye dönüşü konuşmak üzere sözleştik.
Türkiye’de ne oldu?
3-4 gün sonra Ankara’dan beni aradı. “Seni Allah gönderdi. Böyle böyle bir durum var. Herkes aday olarak seni düşünüyor. Ne dersin” dedi. Ben İKÖ’yü biliyordum ama bunun bir de parlamentolar asamblesi olduğunu bilmiyordum. “Ben bir istişare edeyim” deyince, “O kadar gecikme oldu ki, bütün ülkeler ilan etti bile. Biz karşımıza sen çıkınca ilan etmeye karar verdik. Sana bir saat süre” dedi. Telefonu kapattım, karşımda eşim oturuyordu. “Hanım ne olduğunu bilmediğim bir şey teklif ediyorlar bana” deyip durumu anlattım. Ne dediğini sordum. Hanım “Hayırlı olsun” deyince ben de İrfan Hoca’yı arayıp “Hayırlı olsun” dedim. O da “Dur bakalım daha süreci var. Cumhurbaşkanına soracağız. Onaylarlarsa ilan edilecek. Bir ay sonra da seçim olacak. Rakipler de çok kuvvetli” dedi.
Ben de “Hocam ben işsiz güçsüz, iş arayan biri değilim. Teklifi siz yaptınız, biz de hayırlı olsun diyoruz. Olur olmaz orasıyla ilgilenmiyorum” dedim.
EKMELEDDİN İHSANOĞLU ENDONEZYA’YI DESTEKLEDİ
Sonrasında problem çıkmamış olmalı ki aday oldunuz, değil mi?
Aslında anılarımı yazarken anlatacağım şeylerdi bunlar. Size öyle detay anlatmayı düşünmüyordum. İçinde siyasi isimler var. Fakat ben sadece olanı tasvir ediyorum. Kimseye kırgın da düşman da değilim ama bunlar oldu mu oldu? TBMM’de benim kazanmam için gece gündüz çalışan çocuklar aleyhimde neler döndüğünü çok iyi biliyorlar. O nedenle anlatıyorum.
Abdullah Gül Bey’e söyleniyor. Beni çok yakından tanımaz ama “Duydum kendisini, biliyorum. Hayırlı olsun” diyor. Tayyip Bey de o dönem başbakan. O da “Hayırlı olsun. İnşallah kazanırsınız” diye onay veriyor. Adaylık ilan ediliyor. Fakat hariciyemiz bunu duyunca, bir diplomat olmadığım için başta İKÖ Başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu bey olmak üzere hemen tavır alıyor. Endonezya’nın adayı çok kuvvetli bir adaydı. Uzun yıllar New York’ta BM’de çalışmış. Ban Ki-moon’un yardımcılığında bulunmuş. Ekmeleddin Bey, Abdullah Gül Bey üzerinde şöyle bir propaganda yapmaya başlamış: “Endonezya adayı çok güçlü. Kesin kazanacak. Mahmut dediğiniz kişi, kimse tanımıyorum, ezilir gider. Türkiye de rezil olur. Biz de İKÖ olarak hatta ben dahi İKÖ Genel Sekreteri olarak Endonezya’yı destekliyorum. Arkadaşım, çok değerli Prof. Ahmet Davutoğlu kardeşim de aynı görüşteler. Hem bir ilahiyat hocası ne anlar bu işten.”
Kendisi kimyager aslında ama tabi bunu söylemiyor hiçbir zaman. Ekmeleddin Bey böylece Abdullah Gül’ü ikna ediyor. Hasılı ortalık karışmış. Ekmeleddin Bey beni tanımayabilir ama Ahmet Davutoğlu Bey benim arkadaşımdır. Beni tanıdığını zannediyordum o zamana kadar. Belki ben de onu tanımıyormuşum. Bu menfi propaganda ile kafalar karışmış. Beni aradılar. “Mahmut Bey, üzücü bir haber var. Seni Endonezya lehine geri çekebiliriz. Endonezya’ya da bir jest yapmış oluruz” diye. Ben de “Teklif sizden geldi, ben talip olmadım. Çektik deyin çekin, ben üzülmem. Rahat olun” dedim. Fakat son dakikada “bunun vebali var” diyerek bir de Tayyip Bey’e soralım demişler.
Tayyip Bey'in basireti orada devreye girmiş. “Bir kere aday gösterdik. İlan da ettik. Mahmut Beyi uzaktan da olsa tanırım. Kazanamadım diye kalkıp bunalım yapacak bir insan değil. Kazandık kazandık. Kazanamazsak da sonunda ölüm yok ya. Devam edin” demiş. Tekrar aradılar beni, adaysın dediler. Ama bu anti propaganda seçim gününe kadar devam etti. “Türkiye son dakikada adayını çekebilir” diye karşı propaganda yaptılar.
AVANTAJ SAĞLAYIP SEÇİMİ KAZANDIK
Peki Endonezya adayı çok güçlü. Dışişleri ve kendi ülkemizden olan İKÖ Başkanı bile desteklemiyor sizi. Nasıl kazandınız seçimi?
Seçim günü Suudi Arabistan, BAE, İran gibi bazı anahtar ülkelerin heyetleri adaylarla görüşmek istediler. CV’miz de var onlarda. Benim avantajım Arapça konuşabilen biri olmamın yanı sıra Arap dünyasında yaşamışlığım da var. İngilizce ve Farsça da biliyorum. Suudi Arabistan heyeti beni odalarına çağırdı. İngilizce “Welcome” diye başladılar ben Arapça cevap verdim. Sohbete Arapça devam ettik. Onlarla İslami anlayışlarımızın farklılıklarına dair kıran kırana bir konuşma yaptık. İran, Afgan, Tacikistan delegasyonuyla Farsça konuştum. Türki Cumhuriyetlerle Türk olmam hasebiyle avantaj sağladık.
İlk turda salt çoğunluğu almak için 16 oy ve yukarısını almak gerekiyor. Ben 15 oy aldım. Endonezya 14, Yemen 2, Tunus 1 oy aldı. Herkes şok oldu. Bu kadar oy alacağım beklenmiyordu. Bir oyla Endonezya’yı geçtim ama 16’yı yakalayamadım. İkinci tura en çok oy alan 2 kişi giriyor. Endonezya 2. Tura başlanacakken bize geldi. “Bizi geçtiniz. İkinci turda da geçeceksiniz gibi görünüyor. Biz Türkiye lehine adayımızı çekiyoruz. Size jest yapıyoruz ama karşılığında siz de Unesco Kültür Dairesi genel sekreterlik seçiminde bizi destekleyin” dediler.
Türkiye orada zaten aday değildi. Tamam dedik. Bunun üzerine Endonezya adayını çekti. Kazandık. Bizim hariciyemiz çok bozuldu. Ekmeleddin İhsanoğlu Bey ve değerli kardeşim Ahmet Davutoğlu ki o zaman cumhurbaşkanının dış politikadan sorumlu başdanışmanıydı, resmi hiçbir hayırlı olsun dileğinde bulunmadılar. Abdullah Gül Bey, Başbakanımız Erdoğan ve Meclis Başkanımız tebrik etti.
DİPLOMATİK PASAPORT VERMEDİLER
Seçilmenizle birlikte sorunlar bitmiştir umarım. Bitti mi?
Hariciye bana tavır koymuştu. Allahaısmarladık demek için Ankara’da Tayyip Bey’i ziyaret ettim. “Yolun açık olsun Mahmut Hoca. Bir eksiğin bir ihtiyacın var mı?” dedi. O ana kadar hiçbir şey söylememiştim. “Bir eksiğim yok ama ben üniversite profesörüyüm ve yeşil pasaportum var. Bu diplomatik göreve yeşil pasaportumla gidiyorum” dedim. Çünkü bir aydır beklememe rağmen diplomatik pasaportumu alamamıştım. Tayyip Bey, “Ne demek ya. Sen artık uluslararası bir örgütün başına seçilmiş bir adamsın” diyerek derhal dışişlerini bağlattı. “2 saat içinde Mahmut Bey ve ailesinin pasaportları buraya gelecek” talimatını verdi sağolsun. 2 saat içinde benim diplomatik pasaportlarım geldi. 2 dönem toplam 10 yılı tamamladım ve görevim bitti.
DIŞİŞLERİ KAPIMI HİÇ ÇALMADI
Bir köşe yazınızda “İSİPAB genel sekreteri bir Türktür ama Türklerin bundan haberi yoktur” diye yazmıştınız. Sizce neden böyle oldu? Bu hariciyenin tavrından mı kaynaklandı?
Bizim dış politikamızla ilgili karar veren mercilerimiz tek boyutlu bakarlar. Bizim dış politikamız sadece o ülkedeki büyükelçilerimiz üzerinden sağlanır. Büyükelçilerimizin Ankara’ya gönderdiği raporlar neyse odur. Onun dışında başka bir şey tanımazlar. Hatta “Bu adam dinci bir kesimin adamıydı, hasbelkader kazandı. Zar zor diplomatik pasaport da verdik ama büyükelçilik falan sakın vermeyelim, 3-5 yıl görevini yapsın dönsün üniversitesine” gibi bir bakış açısı sürdürüldü hep. Bu bakış açısını bizim arkadaşlarımız da, Ankara’da hükümet etmekte olan arkadaşlarımız da benimsediler. Ben teşkilatımla ilgili kendi vazifemi yapmakla beraber ülkeme devletime hizmet etmekten şeref duyan birisiyim. Tabi kapım çalındığı sürece. Kapım çalınmamakla ben bir şey kaybetmedim ama çok üzüldüm.
İnanır mısınız İran’ın gerek meclis başkanı gerekse dış işleri bakanı “Türk İran ilişkileri sizce nasıl olmalı. Nerelerde hatalar yapılıyor” diye belki on kereden fazla benimle istişare yaptılar. Bir keresinde İranlı bütün büyükelçilerin bulunduğu bir toplantıda misafir konuşmacı olarak davet edip Türk İran ilişkileri, İran İslam dünyası ilişkileri nasıl olmalı konulu bir konuşma istediler. Bütün gördüğüm doğru ve yanlışları anlattım.
KÖRFEZ ARAPLARININ ZİHNİYETİ “PARAN KADAR KONUŞ”
Görev süreniz olan 10 yıl boyunca İslam ülkeleri ile sürekli ilişki içinde olan biri olarak İslam ülkeleriyle ilgili bir kategorizasyon yapabilir misiniz?
Bizim çok değişik bir coğrafya yelpazesinde üye 54 ülkemiz var. Bundan dolayı da Asya, Arap ve Afrika diye 3 büyük coğrafyada toplayabiliriz. Bunların üçünün de kültürel farklılıkları, bakış açısı farklılıkları var. İslam dünyasında bir Arap hakimiyeti vardır ister istemez. Özellikle petro dolarları olan Körfez Araplarının, en yüksek aidatı ödedikleri için amiyane tabirle “paran kadar konuş” gibi bir yaklaşımları var. Körfez Araplarının rejimleri muhalefet içermiyor ve halkın beklentilerini karşılamıyor.
Özellikle Muhammed bin Selman’dan sonra Suudi Arabistan’ın yaşadığı dönüşümler Arap dünyasında kafaları karıştırdı. Suudi Arabistan, Mısır ve BAE, bu üç ülkenin Arap dünyasında belirli bir hakimiyeti var. Bunlara lider ülkeler derler. İşin içine tatlı bir arabizm de katılınca sizi ikinci sınıf vatandaş olarak görürler. Ama Arap ülkelerinin kimlik inşasında özellikle Körfez Araplarının kimlik inşasında en önemli şeyleri Anti Şia, Anti İran bir kimlik inşa etmesidir. Bunu yaparken Vahhabizm de destek sağlar, tekfir eder çünkü. Şia kafirdir. Bunlar Safevi kafirleridir diyerek hareket eder. Fakat akait olarak Şiiler Vahhabileri tekfir etmez.
FAS MALEZYA TÜRKİYE YENİ TEMSİL MODELİ OLMALI
Diğer coğrafyalar?
İslam dünyasının Uzakdoğu ayağı diyebileceğimiz Endonezya, Malezya gibi ülkeler ise belki de Ortadoğu’ya uzak olmanın verdiği bir bakışla daha kendi ayakları üstünde duran bir ilerleme serdediyorlar. Malezya ekonomi ve iç huzuru iyileştirmek üzere temerküz ederek son yıllarda çok iyi yerlere geldi. Aynı zamanda İslami haklar anlamında da ilginç bir modellik yapıyor. Herkes İslam devleti arayışına girince başka şeyler düşünebiliyor ama Malezya’nın modeli çok enteresan. Bir başörtülü bayan, bir kabiliyeti yeteneği varsa o konuda çıkılabilecek en üst seviyeye kadar çıkabiliyor. Başörtüsü bir engel mani değil. Aynı şekilde başı açık bir Malezyalının bir konuda bilgisi birikimi varsa aynı şekilde en üst noktaya çıkabiliyor ve ikisini de eşit tutuyor, ayırım yapmıyor. Bazı ülkelerde başı açık bayanlar ağzıyla kuş tutsa yükselemez, başka ülkelerde başı örtülü bayan en mükemmel donanıma sahip olsa da engellenebilir.
Arap dünyasına uzak duran kısmen Fas, Kuzey Afrika Arapları var. Fas, Cezayir, Tunus diyebiliriz. Onların da daha mutedil bir çizgide olduğunu görüyorum. Şahsen ben İslam dünyasının Ortadoğulular tarafından temsil edilmesini istemiyorum. Türkiye de burada bir rol oynayabilir. Fas, Malezya, Türkiye öne çıkarak yeni model bir İslam temsili olmalı. Mesela İran’ın başörtüsünde fazla ısrarları, başını örtmeyenlere eziyet edilmesi, din adamına, dine, dini yönetime karşı bir nefret oluşturmaya başladı. İlim adamı olarak gördüğüm vakıa bu.
İSLAM BİRLİĞİ BİR ÜTOPYA
Hep İslam birliğinden bahsediyoruz. Öyle bir şey mümkün mü?
Ben şahsen bireysel olarak tevhid insanıyım. Kendime göre bir mezhebim, meşrebim kendime göre bir anlayışım var ama hiçbir zaman bunu başkalarına dayatmış, herkes benim gibi düşünmeli dememişimdir. Ondan dolayı ben bir Şii’ye “kardeşim” demişimdir ve karşılığında “Sen bir Şii kafirine nasıl kardeşim dersin bre kafir” diye çok mesajlar, mailler almışımdır. Dolayısıyla bu sorunuzun cevabı hem çok basit: “Olur niye olmasın” hem de “çok zor”. İnsan kalitemizle alakalı.
Daha bundan 100 sene evvel Protestan Katolik savaşlarında Fransa’nın kuzeyinde yüzlerce aile Almanlar tarafından öldürüldü. Almanya’nın güneyinde yüzlerce aile Fransızlar tarafından öldürüldü. Fakat bunlar “olan oldu, ölen öldü” diyerek bir araya gelme yollarını aradılar ve Avrupa Birliği’ni kurdular. Bu bir seviye göstergesidir. Biz niye bunu yapamıyoruz. İslam birliğini özleyen biriyim ama vakıada da sahada da bunun çok zor olduğunun, bir ütopya olduğunun, belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir fantezi olduğunun da farkındayım.
***
İSLAM DÜNYASINDA MÜTTEFEKKİR YOK
Bu on yıllık göreviniz süresinde neler yapabildiniz, yapmak istediğiniz neleri yapamadınız?
Bu sorunun cevabından kitap çıkar. Ne gözlemlerim var. Bir tarafım yaz, bir tarafım yazma diyor. Bilmiyorum. Ben idealist bir insanım. Öğrencilik yıllarımda da çok idealistçe çalışmalarım oldu, hocayken de hakeza. Hasbelkader böyle bir görev bendenize verildi. Ben hemen postallarımı giyerek sahada aşkı şevk ile ne yapabilirim diye projeler geliştirdim. Ekibimi topladım. Başıma gelen bir olayı nakledeyim siz buradan pay çıkarın.
Gözlemci olarak katıldığımız başka örgütler var. Bunlardan biri merkezi Malta’da olan başında da bir İtalyan’ın olduğu Akdeniz Bölgesi Ülkeleri Parlamentolar Birliği. Türkiye de üye. Biz birbirimizin toplantılarına gözlemci olarak katılırız. Monaco’daki bir toplantıda programlarında bankacılık ve aynı zamanda İslam bankacılığı konusunda dünyaca meşhur uzman bir bayan 20 dakika sunum yapacaktı. Çünkü Akdeniz’in kuzeyi Avrupa ülkeleri, güneyi Müslüman ülkeler. Dolayısıyla Avrupa bankacılık sistemi ile İslami bankacılık sistemi nasıl bir uyum içerisinde olabilirler konulu bir bilimsel sunum. Ardından dünyaca meşhur bir bilim adamı güneş enerjisinden nasıl maksimum istifade edebileceğimizle ilgili konuşacak çünkü Akdeniz güneşi en çok alan bölgelerden biri.
Bütün katılımcılar, gerek Müslüman ülkeler gerek Müslüman olmayanlar hepsi dikkatle dinlediler, notlar aldılar, teşekkür ettiler. Program sonrası toplantılar devam etti. O esnada düşündüm ki bizim de Uganda’da 6 ay sonra genel kurulumuz vardı. “Bizim üye ülkelerimizde de güneş enerjisi çok kuvvetli, bu beyefendiyi çağıralım sunum yapsın. Bu hanımefendiyi de çağıralım İslami bankacılığı anlatsın.”
Gidip teklif ettim. Beyefendi 75 yaşlarındaydı, çok seyahat edemediğini ifade edip izin istedi. Hanımefendi kabul etti, mutlu da oldu. Derhal kart alıp verdik. Bunun üzerine ben gençlik yıllarında kitabını okuduğum Pakistanlı İslam ekonomisi kitapları olan bir akademisyene sunum teklif ettim, tamam dedi. Programa koydum.
Gün geldi Uganda’daki toplantımıza başladık. Öğle yemeğinden önce konuşmacı bayan Power Point eşliğinde sunumuna başladı. “BAE’nin dış borcu bu kadar” dedi. O dönemde BAE Meclis Başkanı, kendi özel bankaları da olan Abdülaziz Abdullah el Gurayir, çok kaba bir İngilizceyle “what, where did you get it?” “Ne, nerden buldun bunları?” diye müdahale etti. Yanında da Kuveyt Meclis Başkanı, rahmetli oldu şimdi, “Ne bu ya, yanlış şeyler söylüyorsunuz. Kuveyt’in dış borcu yok” diye itiraz etti. Kadın şaşaladı, devam etti. Bu esnada kendi aralarında Arapça konuşuyorlar. Dinleme kültürü de yok. 15 dakika zor konuştu. İndi benim yanıma geldi.
“Ben yanlış bir şey mi söyledim” dedi. “Sizinle alakalı bir şey değil. Kusura bakmayın, ben halledeceğim” deyip diğer konuşmacıyı takdim etmeye davrandım. BAE ve Suudi Arabistan meclis başkanı kalkıp, “Burası üniversiteye döndü. Biz buraya ders dinlemeye gelmedik. Sn. Prof. burayı akademiye çevirdiniz. Biz bunları biliyoruz zaten” dedi. 73 yaşında bir Müslüman ekonomi profesörü konuşturulmadı. Adama öyle mahcup oldum ki. Bu bir gösterge.
Başka bir gösterge. Yeni seçilmişim. Bir toplantı için Dubai’deyim. BAE Meclis Başkanı Abdülaziz Gureyir beyefendinin odasındayız. Bana Arapça olarak “Profesör, neler yapacaksın bakalım” dedi. Ben yeni başlamışım ya idealistim. Kayseri’ye deniz getireceğim diyen milletvekilleri gibi, atıyorum tutuyorum. Adam dinledi dinledi. 10-15 dakika sonunda bana dönüp İngilizce olarak “Professor, don’t touch, too much” dedi. Yani “Çok dokanma. Onu yapacağım bunu yapacağım istemiyoruz biz. İşine bak” anlamında haddimi bildirdi.
O saatten sonra ne yapmak istedimse, ne büyük projeler geliştirdimse maalesef yapamadım. Ne yaptım? Var olanı sürdürdüm. Kavgalara dövüşlere mani oldum. Sünni Şii kardeşliğinde taraf tutmamaya çalıştım. Mezhepçilik yapmadım.
Yaptıklarımı gören gelip beni özellikle tebrik eden İslam dünyasından seçkin bazı milletvekilleri var. Ülkemden de diğer ülkelerden de var. Onlara da çok çok teşekkür ediyorum. Geri kalanlar ise hepsi robotik bir takım varlıklar. Rejimleri ne emrediyorsa onu yapıyorlar. Ama şahsen ben okuyan yazan çizen bir nebze entelektüel birikimi olan milletvekilleriyle çok güzel anılarım oldu.
Ama vakıa olarak söyleyeyim İslam dünyası için yakın bir ufukta çok parlak şeyler görmüyorum. Çünkü büyük düşünür yok. Büyük düşünür kalmadı. Küçük günlük düşünürler, politikacılar var. İslam dünyasının düşünüre ihtiyacı var. Düşünür politikacı olsun, eyvallah. Mütefekkir din adamı olsun eyvallah. Mezhebi önemli değil. Yeter ki mütefekkir olsun. Onlar kalmadı. Bu da beni düşündürüyor.
Emeti Saruhan, 26.04.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Hayatın Sıcak Yüzü,
Emeti Saruhan Yazıları
Takip et: @emeti
Sonsuz Ark'ın Notu: Emeti Saruhan Hanımefendi'ye çalışmalarını bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Seçkin Deniz, 06.07.2017
İlk yayınlandığı Yer: Gerçek Hayat
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.