"Şimdi, köpekler de dört ayaklı. Ama o bunu atlıyordu. Böylesi bir anlatımla onlara özgü bir şeyleri göstermeye çalışıyor olmalıydı. Koyunlar, kediler, inekler.. es geçtiği şeylerdi. Ağaçların içten çürüyüp çürümediğini bilirdi."
Ben dedemin babası Battal Çavuş'a benziyormuşum. Rahmetli kelimenin tam anlamıyla yedi cephede savaşmış biri. En son savaştığı cephe doğduğu bu kasaba olmuş. Yatakta öleceğini anlayınca öylesine içerlemiş ki.. çocuk gibi ağlamış. Dedem de gözleri sulanarak anlatırdı bu olayı.
“Ben çok büyük bir günah işlemiş olmalıyım ki şahadet nasip olmadı bana.. onca cephede küffarla boğuş gel sonra da ganayahlılar gibi yatakta can ver.. Allah’ım sen beni affet.. şehitler sultanı Hz. Hüseyin’le haşretmeyi nasip etmedin.. onun gazileriyle haşret hiç değilse!” diye dua edermiş.
Kışlık odun kesmeye giderken yolda bunları kaç kere anlatmıştır kim bilir. Hoşuma giderdi. Sanki ilk kez dinler gibiydim. Her defasında farklı sözcükler bulurdu sanki.. heyecanı hiç bitmezdi.
"Oğul!" Derdi, "Atlar dört ayaklıdır. Tek sekisi olanı gözün gibi sakla. İki sekisi olanı yanından ayırma, üç sekisi olan hiç yoktan iyidir misali tut, dört sekisi olanı mümkünse evinden içeri sokma.”
“Oğul! Atlar dört ayaklıdır. Söyle bakayım neymiş?"
“Atlar dört ayaklıdır.”
“Aferin! Sakın unutma! Atlar dört ayaklıdır.”
Niye böyle derdi? Bu bir sır değildi ki.. yeni konuşmaya çıkmış bir bebe bile bilirdi dört ayaklı olduğunu atların. Oysa öyle bir söyleyişi vardı ki, sanırsınız bunu sadece kendi biliyordu ve bir kişi daha bilsin istiyordu. O ciddiyet altı yaşındaki beni için için güldürürdü. Ama dıştan olabildiğince ciddiydim. Rolümü iyi oynuyordum.
“Evet Dede, atlar dört ayaklıdır.”
“Aferin. Sakın unutma.. atlar dört ayaklıdır ve rüzgarlarla yarışır.”
“Atlar dört ayaklıdır ve rüzgarlarla yarışır.”
“Atlar rüzgarlarla yarışan sadık hayvanlardır. En soyluları ayakta uyur. Neymiş?”
“Ayakta uyurlar.”
“ Olmadı gara oğlum.. olmadı.. en soyluları ayakta uyur.”
“En soyluları ayakta uyur.”
“Hah.. işte böyle.. yarım yamalak öğrenirsen başkasına da yarım yamalak öğretirsin.. ilk başta sana kolay geldiği gibi söylersin sonra o kolay gelen öyle olmuş olur.. ve kalkar birine “atlar ayakta uyur!” dersin bunu duyan ve başını bilmeyen senin elinden tutar yere uzanmış bir beygiri gösterir ve eğlenerek “Bak nasıl da ayakta dalmış uykuya!” der. Sen kem küm eder aklından “Dedem beni yaldatmış!” diye geçirirsin. Oysa ben atların bir çoğunun nerdeyse yüzde sekseninin yerde yattığını bilirim. Ama ayakta uyuyan nice soylu at ta görmüşümdür. Kulakları tetikte.. dört bir yanı koklayan.. işte attan muradım budur. Ve sen dahi böyle bilmeli böyle bellemelisin.”
“Öyle bilmeli öyle bellemeliyim.”
“Aferin.. evet oğul soylu atlar dört ayaklı rüzgarla yarışan bir sekisi olan akıtmalı ve sadık hayvanlardır. Ben sahibi peşinden sel sularıyla dev gibi olmuş çaylara kendini atan nice soylu at gördüm.. hey gidi. Kasabamızda hiç yok. Vallahi belki koca şehirde, koca Anadolu’da, belki, belki payitahtta bile yoktur..”
“Peki," derdim, "Peki Dede ya bu at?!” Oduna giderken sırtına bindiğim atı işaret ederek.. “Kasabada herkes soylu diyor Aşkar’a”
“Onlar ne bilir. Evet iyidir Aşkar.. safkandır. Ama benim dediğim değildir. Doğrudur dört ayağı vardır.. ama bak üç sekili.. akıtması yarım.. ve sadıktır. Ben ondan razıyım.. inşallah o da benden razıdır da kıyamette şikayetçi olmaz bizden. Yiyeceğine, içeceğine yattığı yere iyi bakarım.. taşıyamayacağı yük vurmadım sırtına, vurmam. Bir kez olsun canını acıtmak için hamle etmedim. Değil mi Aşkarım!” deyip boynunu okşardı. Aşkar sanki bu sözleri anlar ve tatlı bir ses çıkarırdı.
Annem'e Dedem'i taklit ederek;
“Ana atlar dört ayaklıdır!” demiştim de bir keresinde yerlere yatacak gibi olmuştu gülmekten elindeki süt kovasını yere bırakmasa akşam sütü dökülür babaannemden belki de dayak yerdi. Ben de ondan yerdim. Niye böylesine gülmüştü.. ben annemin yüksek sesle güldüğünü hiç görmemiştim.. evet.. yüksek sesle güldüğüne o ana kadar hiç şahit olmamıştım, ondan sonra da olmadım. Arada bir güleç olurdu. Ama yüksek sesle asla. Zor topladı kendini.. utanmıştı.. etrafına bakınıp süt kovasını aldı.. eve doğru yürüdük.. hoşuma gitmişti. Eve varıncaya kadar tıpkı dedem gibi;
“Ana atlar dört ayaklıdır!” dedim.. gülmedi.. yüzünde tebessüm evden içeri girmiştik iyi ama gülünecek ne vardı bu sözde.. ve kuşkusuz dedem bilinen bir şeyi niye yineler dururdu? Zekiydi.. elinden her bir şey gelirdi. Dülgerdi o. Kendi kendine yeni harflerle okuma-yazmayı çat pat öğrenmiş askerde daha bir geliştirmişti. Alet edevat yapmaya düşkündü. Peki dedemi böyle konuşmaya iten neydi? Bunu soramıyordum. Korkuyordum.. korkum kızması değildi. Sanki eğer “neden bilineni söylüyorsun?” desem o zaman aramızdaki bağ kopacak gibime geliyordu. Bu başka bir şey olmalıydı ve benim bu başka şeyi bildiğimi sanıyordu dedem. Öyle olmalıydı.
Mesela;
“Oğul! Köpekler dört ayaklıdır!” demezdi.
"Oğul! Köpekler burunlu hayvanlardır!” derdi. “Burunları günlerce uzaktaki yerden kokuyu alır!”
Şimdi, köpekler de dört ayaklı. Ama o bunu atlıyordu. Böylesi bir anlatımla onlara özgü bir şeyleri göstermeye çalışıyor olmalıydı. Koyunlar, kediler, inekler.. es geçtiği şeylerdi. Ağaçların içten çürüyüp çürümediğini bilirdi. Bilmediği, birilerini şımartmaktı. Kendini şımartmasını bilmeyen başkasını şımartabilir mi?
Bilemez elbet. Gülmek yasaktı. Adı konulmamış bir yasak. Kötü bir şeydi. Onun yanında hep bir “hazır ol!” da bulunurduk. Ben kardeşlerim.. babam..amcalarım.. annem ve yengelerim.. onun yakınına yaklaşan her kes.. canlı her bir varlık. Niye gülmezdi.. niye kimse gülemezdi onun yanında bilemem.. tuhaf bir duyarlılıktan başkaca bir şey gelmiyor aklıma.. “Bu toprakların her bir karışında kanımız var bu ne saygısızlık şehitlerin huzurunda..” Böyle çıkışırdı kahkahayla gülen birini yakaladığında.
Elli yıl sonra gezmeye geldim bu topraklara.. tuhaf.. sanki burada hiçbir şey değişmemiş. Tanıdık hiç kimse yok. Elektrik var.. tek tük otomobil. İlçenin hükümet konağı değişmiş. Kasabayı ortadan bölen derenin üzerindeki köprü yenilenmiş. Dedemin eseri yok olmuş gitmiş.
Nasıl da gururla geçerdi köprüden. Kendi eseriydi. Özene bezene yapmış.. ben doğmadan önce.. ağabeyim kundaktaymış köprü yapılırken.. kasabanın mezarlığının sakinlerinde de fazla artış yok gibi.. dedem ve babası yan yana yatıyorlardı.. kabirleri çökmüş. Dedemin babası üç ayların başlangıcında ölmüş.. dedem bitişinde öldü.
Mezarının sağında solunda önünde arkasında duran bütün kabirler ve baş ucundaki iğde ağacı sanki “hazır ol” da gibiydiler. Gayet ciddi ve vakur.
Not: Koyu donlu bir atın tırnak bitiminden başlayarak, yukarı doğru uzanan beyazlıklar “seki” olarak adlandırılır. Halk arasında, netame nişanı taşıyan ata binen kimse için tehlike beklenir. Sadece ön sağ bacak sekili ise “Mutlakül yemin”, sadece ön sol bacak sekili ise buna da “Mutlakül yesar” adı verilir. Geçmiş zamanlarda at yetiştiren usta atçılar Mutlakül yemin atı çok uğurlu, Mutlakül yesar atı ise son derece uğursuz olarak kabul ederlermiş. Dört bacağı da sekili ata “Sekil at” adı verilir. Sekil atlar da usta atçılar tarafından uğursuz olarak kabul edilir. Bunun sebebi, Hz. Hüseyin şehit edildiğinde sekil bir at üzerinde olmasındandır. (Detaylı bilgi için bakınız.)
Cemal Çalık, 27.04.2018, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.