"Galiba yine önemli bir şeyleri buruşturup çöpe atıyor ve koşar adım gidiyorum."
Bir yeri terk edip gitmek yurtsuzluğumu ve göçebe kimliğimi yüzüme vurdu hep. Bir şehirde barınamamak; bir adamda, bir işte, bir okulda… Yine gidiyorum, 90'lardan kalma bir şarkı kulağımda: "Giden aşklarımın ardından..”
İnsan gidince yenik mi sayılıyor, o yüzden mi insanlar raptolmuş astım krizlerine girdiği şehirlerde? Ne zaman bir şehri terk etmeye niyetlensem alnım yapışır otobüs camına. Uğurlayanım yoksa bile hüzünle bakarım dışarıya, ben uğurlarım şehrin sokaklarını, meydanlarını ve tabelalarını. Hele bir de şehirle beraber terk ettiğim başka kimseler ve şeyler de varsa tadından yenmez defolup gitmenin.
Okulumu terk ederken, yaşadığım başarısızlığı şehrin gri tonuna yormuş ve hem okuldan hem şehirden ayrılıyorum diye daha bir hınçla ardımda bırakmıştım her şeyi. Galiba yine önemli bir şeyleri buruşturup çöpe atıyor ve koşar adım gidiyorum.
Aidiyetsizliğim üşütür beni her terk edişimde, kapıları kapansın isterim otobüsün, bir an önce hareket etsin diye şoförün hareketlerini izlerim; kapının önünde ayakta bekleyişini, sigara içişini, muavine bir şeyler anlatmasını...
Terk ettiğimde şehrin bütün üçkağıtçılığı üstüme üstüme gelir adeta, bütün yalanları beni uğurlamak için sıraya girer. Tam terk etmek üzereyken şehri, bir delikanlı beceriksiz oyunculuğu ile, “Annem ve babam ayrıldı. Kız kardeşimle annemin yanına gideceğiz; bilet alacak paramız yok!” der. Bu hikayeye içimden inanmak gelmez, çocuğun yüzüne bakmak da. Bütün iyi niyetim yüzümde ekşi bir yüz ifadesine dönüşür giderayak. Kafamla pencere camını kırabilsem keşke…
Sonra orta yaşlarda bir adam biner otobüse ve elindeki kartvizitlerden birini bırakıverir kucağıma. Bir de şeker. “Ne bu şimdi?” diye düşünmene gerek kalmadan bir sonraki yolcunun yanına geçer, tek tek dağıtır hepsine. Kartvizitin üstünde yardım etme arzumu kökünden söküp alan bir dernek ismi.
Böyle zamanlarda bir şekere bir de kartvizite bakarsın ve şehri daha çabuk terk etmek istersin. Çünkü arkada kartvizitçinin genç bir kadından para koparmaya çalıştığını duyarsın ve bırakıverirsin şekeri kartviziti kucağının ötesine. Yardım etmeyecekseniz şeker de yok o zaman dercesine hışımla bütün şekerlerini toplayıp gider adam.
-Ve yazıklar olsun bana anneciğimi daha az özlüyorum artık-
Berbat bir kahve bir de iki parça bisküvi elimde. Terk ederken en çok bu kısmını seviyorum; muavinin önce kolonya, sonra su ve en son çay kahve biskuvi dağıtışını. İçimden hiçbir şey yemek içmek gelmese bile o anı severim. Çocukken yaz tatillerinde otobüsle git git tükenmeyen yollarda dört gözle beklerdim o anı çünkü.
Annem gelmezdi tatillerde bizimle, çalışırdı. Bir yandan annemden uzaklaştığım için üzülürdüm, diğer yandan özgürce oynayabileceğim kuzenlerin yanına gideceğim diye sevinirdim. Onlarca gün annemden ayrı kalıp doya doya oynadıktan sonra bir ağlamak tutardı beni.
Dedem,“Bunun gitme zamanı gelmiş.” derdi ve yengemin yaptığı ıspanaklı böreği da çantama koyup otobüse binerdim. Annemi özlerdim pişman olurdum onu çok özlemediğim için. Anneme onu çok özlediğimi anlatırdım döner dönmez… Yazıklar olsun bana artık annemi daha az özlüyorum gittiğim yerlerde.
-Kimliksizliğim aklıma gelir hep kimlik kontrollerinde-
Kimlikliğimi kaçıncı kez kaybettiğimi ben bile unuttum. Çok az işime yaramıştır hayatımda avuç kadar kağıt parçası. Ama en çok da otobüslerde hissederim varlığını yokluğunu. Otobüs durup üniformalı biri otobüse bindiğinde içimi bir ürperti kaplar. Hiç önemsemediğim kimliğimin üstümde olup olmadığı hayati bir meseleye dönüşür. Panikle kaç kez çantamı boşaltıp kaç kez o kahrolası kağıt parçasını aradığımı bilirim.
Para için çantama her attığımda karşıma çıkan ama lazım olunca nerede olduğunu bulana kadar bana akla karayı seçtiren ve çoğunlukla sivri ucuyla elimi kanatan kafakağıdım kafasızlığımı hatırlatır her defasında kimlik kontrollerinde. Bu sebeple bir gün azılı bir katil muamelesi göreceğim diye korkuyorum. Belki o yüzden çok sık bir şehirden kaçamıyorum…
Bir yere giderken kitap okumasam bile önümde bir kitabın durmasını sevmişimdir bir de. Kitap okumak yerine normal şartlarda tenezzül etmeyeceğim filmleri izleyişimden tuhaf bir haz alıyorum galiba. Polanski’nin karakterlerini analiz ederkenki halimde birikmiş yapaylığın o anda yavaş yavaş eridiğini hissediyorum belki de. Ya da Vivaldi’nin aslında bana tat vermediğini, birileri öyle istiyor diye çayı şekersiz içmek ve aslında çayın böyle daha iyi olduğuna inanmak gibi başkasına ait bir fikir gibi duruyor üstümde. 90'lardan kalma şarkıları açıp doya doya dinliyorum böyle anlarda: "Bu sana veda ederken son bakış…"
Freud önümde anlaşılmayı bekleyebilir. Ama sorun şu ki Freud kadar ben de anlaşılmayı bekliyorum. Üstelik Freud da çaresiz insanı anlamaya çalışırken; cümlelerine sinmiş görüyorum. İnsanın çağlar boyu tekerrür eden sancısını okumak için hiç doğru bir zaman değil terk etme anları. Çünkü tam da o demlerde kendi kendine sorarsın ertelenmiş soruyu:“İnsan neden çıldırmaz ki ve insan ne diye bu dünyaya hala tahammül eder ki?”
…..
Bu arada sevgilim "öpsem bebek gözlerinden çok ağlatırlar."
Zeynep Karataş, 10.05.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Kendime Söylediğim Şeyler
Sonsuz Ark'ın Notu: Zeynep Karataş Hanımefendi'ye çalışmalarını bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. 29.03.2018, Seçkin Deniz
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.