"Bu günlerde Yeşilçam''ın tarihini okuyorum. Çıkaracağım en önemli sonuç şu: Tonlarca bobin tüketimine rağmen dünyada özgün bir "Türk Sineması" yok. Neden?"
Türk tiyatrosundan iğreniyorum. Türk tiyatrosu benim midemi kaldırıyor. Türk tiyatrosu insanlığımı utandırıyor, yüzümü kızartıyor. Birkaç yıl önce Ankara Büyük Tiyatro''da Dostoyevski''nin "Budala"sını görmüştüm. O oyundan sonra birkaç kere daha muhtelif oyunlara gittim ve bu traji-komik "evcilik" oyununu görmeyi, ölünceye dek bıraktım. Geçenlerde yemini bozup yine gittim. Ve yeniden bıraktım...
Lévy-Straus bir kitabında; "Tiyatroyu sevemiyorum, sahneye bakarken, sanki iki insanın konuşmasına istemeden şahit oluyormuşum gibi, yüzüm kızarıyor" diyor. Ben ise, tiyatro olsun, dizi film olsun, sanatımızın en tepesindeki "icraları" gördükçe, bu rol ne zaman bitecek diye rahatsızlık dolu bir bekleyiş içine giriyorum. Birinin konuşması bitince, "rol sırası" öbürüne geliyor. Bu sefer de o, "rol yapmaya" başlıyor. Rol yapıyorlar, evet. Diyeceksiniz ki, sanatçının işi bu: Rol yapmak...
Asla! Kat''a! Aktör ve Aktris asla rol yapmaz. Hatta, hayatta en az rol yapan insanlar, aktörler ve aktrislerdir (gerçek aktör ve aktrisler). Çünkü insanlık durumunu onlar daha iyi okurlar. Çeşitli insanlık durumlarını, çıplak ve yalansız duyarlıkları sayesinde, gerçek sanatçılar zaten yüreklerinde gezdirirler. Öyle olmasaydı William Faulkner insani çelişkiyi ve kaosu böyle ürkütücü bir estetik seviyeyle ortaya koyabilir miydi? Dostoyevski "Yeraltından Notlar"ı yazabilir miydi? Anthony Hopkins, Al Pacino ve Robert De Niro bu kadar bereketli bir sinematik şizofreniyi ortaya koyabilirler miydi?..
Biz, seyirci olarak baktığımızda, De Niro''nun "aslında" Taksi Şoförü''ndeki adam mı; yoksa Heat''taki gangster mi olduğunu, yoksa Kızgın Boğa''daki boksör mü olduğunu hemen kestiremeyiz. Çünkü sanatçı, o kişilikleri "oynamamıştır"; yaşamıştır. Ama biz Türk filmi seyrederken ne diyoruz; "Aaa, bak! Cüneyt Arkın, şey rolünde!.. Bak bak, Türkan Şoray köylü kızı olmuş!.. Çünkü "sanatçı" bu memlekette dişiyle tırnağıyla değil; ya çevresiyle ya da etiyle buduyla "sanatçı" olmuştur. Duygusallığı da öğretilmiştir, nefreti de birkaç gürültülü-klişe sözden ya da jestten ibarettir. İnsan''ı tanımaz. Kendini aşmaya, küt duyarlığı ve tomruk gibi nasırlaşmış sinirleri el vermez. Kendini aşmayı beceremez. Aşabilse de, olmak istediğine "ulaşamaz." Arada bir yerlerde tıkanır kalır: Burası bir araftır. Türk gösteri sanatları, uzun tarihi boyunca bu arafta kalmıştır. Ruhu, herhangi büyük bir sorunun ya da bir gerçek duygunun ağırlığıyla zorlanmadan, öylece ham birdoğayla kalmış bütün mutlu ve aptal canlılar gibi kalakalmıştır orada...
Bu günlerde Yeşilçam''ın tarihini okuyorum. Çıkaracağım en önemli sonuç şu: Tonlarca bobin tüketimine rağmen dünyada özgün bir "Türk Sineması" yok. Neden?
Wittgenst cevaplasın: "Hiç yalan söylemeyen insan, yeterince özgündür."
Selahattin Yusuf, 20.07.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Yolda
Selahattin Yusuf Yazıları
Takip et: @selyusuf
Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf Beyefendi'nin 2006'den geriye doğru yayınladığımız yazılarının büyük bir kısmını Şimdiki Zamanın İzinde adlı kitabında bulabilirsiniz.
Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf Beyefendi'ye, 'tamamen hür, tamamen geniş nefesler alarak' yazdığı yazıları bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz... Seçkin Deniz, 15.04.2016
İlk yayınlandığı yer: Yeni Şafak
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.