"Güneş yoktu artık. Telefon direkleri geziniyorlardı orda burda, tembel mezar taşları gibi..."
Ucunda büyük bir kavşak olan bomboş bir Atatürk Bulvarı''na (Ankara) sabah erkenden uyanmış birkaç cam cepheli gökdelen şaşı şaşı nasıl bakarsa öyle işte. Baktım baktım.. cadde ıssız daha. Bir ahizenin öteki ucuna söz geçiremediğinizde nasıl kokarsa bir telefon kabini, işte öyle kokusuz, kirli bir ıssızlık içinde uzanıp kalmış cadde. Bağırdım ama: Kavşak canlı değildi uzakta. Yürüdüm.
Güneş hafif, keskin telefon direklerinin tepelerine dokunuyordu buz sarkıtları gibi asılarak, sonra oldu! Önceleri kendime de itiraf edememiştim, ama oldu. Birini mi arasam, dedim. Cebimden çıkarıp bir kere daha baktım resime. Evet. Kesinlikle kaybolmuştum ve takip ediliyordum. Çıkarıp bir kere daha baktım: Başıma bir şey gelmişti benim, Tanrım! Gözlerim ıslanarak burnum sızlamaya başlamıştı.
Ekmek arası bir adana aldığımda (+ bir de ayran), cadde çoktan homurdanmaya başlamıştı. Sıcak bir duvara yaslanmıştım. Duvara dönüp göz kapaklarımın üzerindeki gece ağırlığını geriye ittim -aptallar bunu plastik bir güzellik sanacaklardır- ve baktım. Oradaydı işte. Ey şaşkınlık, ey şaşkınlık!
Orada durmuş gözlerimin içine bakıyordu, baktığı yerde hiçbir şey yokmuş gibi. Varlığımın ya da yokluğumun, herhangi bir yararının ya da zararının olup olmadığını sordu bana. Yok, dedim pek anlamayarak; bana bir zararı yok... Nefes almak günahtır öyle mi, dedi. Anlamadım, dedim. Nefes almak günahtır, dedi. Birden hatırlamıştım! Hemen elimi cebime attım. Karıştırdım karıştırdım. Bulmuştum! Çıkarıp baktım, uzun uzun. (Herhalde çok uzun. Çünkü gece tekrar dönmüş ve buzlar sarkmışlardı yine karları eriten ve çöllerin en uzağında göğe ve yere değen o büyük portakalın kenarlarından). Bir elimde ekmeğim vardı. Öbür elimle bulup çıkardım onu sonunda palto cebimin derinliklerinden. Ağzım tıka basa doluydu, çiğniyordum iştahla. Tadını çıkara çıkara. Sonra tekrar cebime koydum, ileriye sürdüğü ilk piyonu alınmış acemi bir oyuncunun suratı gibi bir suratla..
Çiğnedim yine. Yaşam bir tavladır, dedi, zar.. Ben tavlayı bilmiyorum, diye kestim sözünü, sadece Amerikan bilardo ve bir de biraz satranç biliyorum dedim, çok az satranç... Beni dinlemiyordu duvar, (yine aklıma geldi, çıkarıp bakacaktım..) Bir zar atımı, diye sızlandı ağlamaklı -ey şaşkınlık!- bir zar atımı, ihtimali hiçbir zaman ortadan kaldırmaz! Ne diyorsun! diye şaşırdım hemen. Hiç vakit kaybetmeye gerek yoktu, nasıl olsa düşünsem de anlayamayacaktım; şaşırdım ben de hemen. Duvar şaşırdığımı görünce sustu ve bir daha konuşmadı...
Hafiiiif bir sızı.. öyle derinden dokundu ki diliyle parmak uçlarıma. Sonra, çocukluğumun o orman köyünün göklerindeki gibi rüzgara yaslanıp kalmış bir çift gergin kanat duydum göğsümde, kalbime yakın bir yerlerde.
Sonra işte, insanlardan, dünyadan ve işten çıktıktan sonra Atatürk Bulvarı''ndan Kızılay''a doğru yürüyordum ki.. evet, yine oldu! Onu gördüm. Koltuğunun altında bir satranç takımı ve elinde bir resimle -resimi arada bir ona buna gösterip bir şeyler sorarak, cevabını merak etmeyerek- aslında beni takip ettiğini anladım. Ağzında bir ceset çiğner gibi, ağır ağır yiyordu ekmeğini.
Güneş yoktu artık. Telefon direkleri geziniyorlardı orda burda, tembel mezar taşları gibi...
Selahattin Yusuf, 13.07.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Yolda
Selahattin Yusuf Yazıları
Takip et: @selyusuf
Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf Beyefendi'nin 2006'den geriye doğru yayınladığımız yazılarının büyük bir kısmını Şimdiki Zamanın İzinde adlı kitabında bulabilirsiniz.
Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf Beyefendi'ye, 'tamamen hür, tamamen geniş nefesler alarak' yazdığı yazıları bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz... Seçkin Deniz, 15.04.2016
İlk yayınlandığı yer: Yeni Şafak
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.