"Biz onların hatasına düşmemeliyiz. Onlar bizi yok saydılar,
kendilerinden önce hiçbir medeniyet yaşamamış gibi davrandılar.
Kendileri dışındaki medeniyetlerden ve İslam’dan öğrenmeyi reddettiler.
Biz onlar gibi yapmamalıyız."
Thomas More, 500 yıl önce içimizdeki hayvanın tamamen ehlîleşeceği, evcilleşeceği, herkesin birbirine medenice davranacağı ütopik bir toplum tasarladı. Norbert Elias, “Uygarlık süreci” eserinde, Avrupa’nın kaba sabalıktan nasıl kurtularak incelik ve zarafeti hakim kıldığını analiz etti. Batı tasavvuru, şiddet ve saldırganlıktan arındırılmış bir tablo, yani bir dünya cenneti hayalini ciddi ciddi kurdu. Onların hayalleri, bize ve dünyanın geri kalanına gerçekmiş gibi sunuldu ve dalga dalga zihinlere yerleşti(rildi).
Aslında onların çıkarları uğruna tüm dünyayı ateşe atabileceklerini iki dünya savaşı apaçık göstermişti. Ama ne onlar ne biz görebildik. Çünkü modernliğin ilerleme masalları hepimizin ufkunu karartıyor, ilerlediğimize, her geçen gün daha ileri gideceğimize hepimizi inandırıyordu. Savaşların, dünyadaki kötülüklerin modern ütopyaya ulaşılması çabası sırasında gündeme gelen yol kazaları olduğunu düşünüyorduk.
Bir süreden beri kimse bunlara inanmıyor. Zira mızrak çuvala sığmıyor artık. Zamanla anlaşıldı ki tüm bunlar, gerçeklerin halının altına süpürülmesinden ibaretmiş. İnsanın ontolojik yapısından kötülüğü söküp atmak mümkün değilmiş. Batılı kapitalist emperyalizmin kendileri dışında kalan dünyayı insan yerine koymadığının, onlara her türlü zulmü reva gördüğünün ve göreceğinin gözlerden saklanması amacına hizmetten başka bir işe yaramamış bu türden tasavvurlar.
“Post-modern” lafzının ortaya çıkması aslında modernliğin ütopya boyutunun skandalla neticelendiğinin ilanıydı. 1980’lerden beri giderek daha da artan biçimde dünyanın ileri gittiğine, geleceğin insanlara mutluluk getireceğine inanmıyoruz. Gelecekten umudumuzu kestikçe daha çok tarihe bakıyor, kadim değer ve inançlardan medet umuyoruz. Bu yola yönelişimiz doğru ama bunu daha ikna edici, güven verici, araştırıcı bir ruhla yapmamız, daha zarif bir dil bulmamız, kabileciliğe savrulmamız, kendimiz çalıp kendimiz oynamamız lazım. Özellikle kadim inanç ve değerleri en canlı biçimde yaşatan ya da hatırlayan Müslümanlara büyük iş düşüyor. Zira çaresiz dünyada çare biziz, neresinden baksak öyle görünüyor, bakmayın pejmürde görünen halimize...
Bilmeliyiz ki İslam düşmanlığı ve İslamofobinin böylesine artmasında bizim mirasımıza kıskançlıkla sahip çıkmamızın payı büyük. Sadece iki kutuplu dünya ortadan kalkınca yeni “öteki” ihtiyacı nedeniyle değil kurtuluş umudunun tamamen yok edilmesi, kadim olanın silinip gitmesi amacıyla da inançlarımız topun ağzına konuyor.
Biz onların hatasına düşmemeliyiz. Onlar bizi yok saydılar, kendilerinden önce hiçbir medeniyet yaşamamış gibi davrandılar. Kendileri dışındaki medeniyetlerden ve İslam’dan öğrenmeyi reddettiler. Biz onlar gibi yapmamalıyız. Zaten şöyle ya da böyle, iki yüz yıldan beri, biz Müslümanlar da modernlik dairesi içinde yaşıyoruz, kendimize özgü bir biçimde modernleşiyoruz. Modernliğin aklı ve bilimi önceleyen yanına elbette sahip çıkmalıyız ama araçsal aklın hakimiyetini, kapitalizmin ve tüketimin inanç ve değerleri yok edici, maneviyat düşmanı yanını reddetmeliyiz.
Bunları söylemek, “Batı’nın ilmini ve fennini alıp ahlakını reddedelim” demek değil. Küreselleşen ve tek başına kurtuluşun imkânsız hale geldiği bir dünyada, insanlığa kavramlarımızı yeniden hatırlatmak ve geleneğin ihyası için bir teklif götürmek, birlikte düşünelim demek... Büyük şairimiz İsmet Özel gibi “Sana durulanmış kelimeler getireceğim/ Pörsümüş bir hayatı kahreden kelimeler” diye haykırmak...
Gidilen yolun çıkmaz sokak olduğunu, buradan ne insanlığa ne kendilerine mutluluk çıkmayacağını özellikle insan varoluşu üzerine düşünen Batılılar gayet net görüyorlar. Toprağı bol olsun Zygmunt Bauman, 93 yaşında dünyaya veda etmeden önce neler söyledi neler… Neyse sadede gelelim.
Zaman zaman bu köşede batı psikolojinde bu arayışın neticesi olarak gündeme gelen pozitif psikoloji yaklaşımının tezlerini ele alıyoruz. Pozitif psikoloji çevreleri son zamanlarda “merhamet” kavramının üzerinde duruyorlar. Şimdiye kadar felsefe ve ilahiyata terk edilmiş olan merhamet kelimesinin psikolojik bilimler tarafından da araştırılması gerektiğini söylüyor, çalışmalar yapıyorlar. (Ayrıntısı için, Kemal Sayar Hocanın “Merhamet: Kalbe Dönüş İçin Son Çağrı” ve “Merhamet Devrimi” kitaplarına, Tayfun Doğan hocanın şu yazısına bakınız. )
Tüm bu söylenenleri ve yapılan çalışmaları takdirle karşılıyoruz. Bizce de merhamet çok önemli. Her ne kadar Zülfü Livaneli “Huzursuzluk” romanında “merhamet zulme merhem olamaz” de(dirt)mişse de bu merhamettin yanlış bir kavranışına göre böyle. Yoksa zulme karşı mücadelede merhamet pekâlâ sağaltıcı bir merhem olabilir. Ama bunları idrak edebilmek için merhameti doğru anlamalı, daha kavramsal düzeyde birçok sorun bulunduğunu bilmeliyiz. Devam edelim inşallah.
Erol Göka, Prof. Dr, 21.07.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Uzaklardaki İnsan,
Erol Göka Yazıları
Takip et: @erolgoka
Sonsuz Ark'ın Notu: Erol Göka Beyefendi'ye, birey ve toplum sağlığı açısından çağın sorunlarına 'iyi' geleceğini düşündüğümüz değerli yazılarını bizimle paylaştığı için teşekkür ediyoruz. Seçkin Deniz, 05.06.2017
İlk Yayınlandığı Yer; Yeni Şafak
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.